"Men" arada biraz 'didaktik' bir anlatım takınsa ve zaman zaman baş döndürücü bir şekilde 'sembollerini' boca etse de ilginç noktalara varan bir hikâye taşıyan, bazı sekanslarındaki hakimiyetle 'parıldayan' ve başta başkarakter Harper’ı canlandıran Jessie Buckley ve neredeyse yarım düzine karaktere hayat veren Rory Kinnear olmak üzere oyuncularının kusursuza yakın performanslar sergilediği, 'aykırı' bir gerilim izlemek isteyen sinemaseverleri memnun edecek bir film.
Aşağı yukarı her film türünde Hollywood sinemasının ciddi bir hakimiyeti olduğu kesin. Bu 'domination' tabii ki (bazı) yapımların kalitesinden olduğu kadar, bu filmlerin dünya ölçeğinde dağıtım ağından ve ciddi bir reklam desteği almasından da kaynaklanıyor. Ayrıca söz konusu yapım, bir korku veya gerilim filmiyse projenin 'yaşlanma' riski de ortadan kalkıyor. Oysa zamanında çekilmiş bilim kurgu yapımları, arka planına sosyal veya politik dönemler koyan filmler, hatta değişen iletişim yollarıyla 'geride kalan' romantik komediler bile 'yaş almaya', 'demode' kokmaya başlayabiliyorlar.
Bu 'eskimeyi' teknolojik olanaklardan yararlanarak silmek isteyen yapımcılar ya bu eski yapımları kendilerince 'modernize' etmeye çalışıyorlar ya da 'remake'ler çekmeye girişiyorlar.
Bir korku/gerilim yapımı, 'safkan' bir Hollywood ürünü değilse genel hatlarında olmasa da ufak detaylarında, yönetmen dokunuşlarında kendini hissettiren bazı 'nüanslar' barındırır. Bu hafta salonlarımıza uğrayan İngiltere/ABD ortak yapımı "Men" filminde de bu farklılıklar kendini hissettiriyor.
Daha önce ilgimizi özellikle 2014 yılında imzaladığı "Ex Machina" ile çeken yönetmen-senarist Alex Garland’ın bu filmi aslında çok da özel bir açılış taşımıyor. Ama yönetmen ilerledikçe 'hayalet' veya 'kötü ruh'tan doğan tehditten değil de başka türden korkular doğrultusunda gelişen ve giderek gerçeklikten koparak sonu gelmeyen bir kabusa varan ancak yine de içinde taşıdığı sembol ve göndermelerle belli bir tutarlılığa ulaşmayı başaran özgün bir gerilim filmi çıkarmayı başarmış!
Kısaca konuya bakacak olursak: Ayrılmakta olduğu kocasının gözlerinin önünde intihar etmesiyle ciddi bir depresyon geçiren Harper, bütün bunları atlatmak ve kendini bu olay hakkında sorgulamak için, yalnız kalabileceği bir kır evi kiralar. Aradığı huzuru ve yalnızlığı burada bir ölçüde bulan bu genç kadın, kiraladığı evin yakınındaki ormanda dolaşan esrarengiz bir kişiyle ve kasaba halkının umursamaz ve biraz 'kapalı' tavrıyla karşılaşınca Londra’ya dönmeyi düşünür ama bu kasabadan ayrılmak sandığından çok daha zor olacaktır.
AH! ŞU ERKEKLER VAR YA…
Bir kadın ana karakterin etrafında dönse de "Men" aslında hikâyenin kritik 'virajlarını' belirleyen ve Harper karakterinin psikolojik olarak giderek 'boğulmasını' daha da hızlandıran erkek karakterler etrafında şekilleniyor… Buna karşılık filmde 'bağırarak' olmasa da asla inkar edemeyeceğimiz bir 'feminist' bakış açısı da hakim…
Ancak asıl ilgimizi çeken nokta, yönetmenin bu bakış açısını, sadece başkarakterinin tarafını tutmak için değil aynı zamanda onun sürekli içinde taşıdığı şüphe, suçluluk ve 'acabalarla' örülü iç dünyasına girebilmemiz için de kullanıyor olması. Çünkü başkarakter Harper, tahmin edilebileceği gibi eylemlerinde mantıklı dursa da, bunların yol açtığı sonuçlarda tamamen 'kontrolsüz' gibi görünüyor. Özellikle filmdeki her erkek karaktere verdiği tepki, kendi açısından haklı dursa da 'düz mantıkla' bakınca şüpheli, gereksiz ve 'sağlam temellere oturmayan' yaklaşımlara dayanıyor.
Film boyunca ana karakterin yüz yüze geldiği veya karşılaştığı, 'gelenek' veya 'adaleti' temsil eden erkek karakterler biraz antipatik davranışlar sergileseler de 'düşman' olarak damgalamayacağımız kişiler… Evini ona kiraya veren adam (Harper’ın deyişiyle) biraz 'antika' olsa da genelde kibar ve davetkar. Harper’a 'zayıf' bir anında kulak veren rahip, sonrasında onu öfkeden 'kudurtsa' da anlayışlı ve toleranslı bir görüntü çiziyor. Aynı şekilde Harper’ın bir durum karşısında yardımına başvurduğu polis memuru ise biraz vurdumduymaz davransa da son kertede yasaların koyduğu sınırları asla geçmiyor, her şeyi 'kitabına' göre uyguluyor. Dolayısıyla en azından başta asıl 'hedef' noktasına koyabileceğimiz erkekler, rahibin kaba ve garip oğlu, Harper’a önce psikolojik sonra fiziksel şiddet uygulayan eski kocası James ve tabii ki onun etrafında tehditkar bir şekilde dolanan esrarengiz adam oluyor. Gerçi bu adamın da iki farklı yönde ilerleyen bir gidişi var ama neyse…
DİP KORKULAR…
Birçok gerilim filmi yönetmeni, hikâyesindeki asıl korku unsurunu başta belli belirsiz gösterse de, giderek bu tehdidi daha görünür, daha tehlikeli bir hale dönüştürür. Bu filmde de asıl tehlikeyi yaratan kişiyi zamanla daha yakından görüyoruz ama yönetmenin onu sunduğu ilk sahneler gerçekten farklılık taşıyor. Örneğin Harper’ın ilk defa evinin yakınındaki ormanda dolaşırken bir tünelin ucunda uzaktan gördüğü bir 'silüetin' ona doğru koşmaya başladığı veya yine başkarakter hiçbir şeyden habersiz arkadaşıyla telefonda konuşurken bu 'silüetin' çok daha görünür bir şekilde bahçenin ve evin her tarafını dolaştığı sekanslar, basit 'jump cut' yolunu seçen yönetmenlerin tutumundan çok daha etkileyici… Bunlar, belirsizlikten ve habersizlikten doğan 'dip' korkularımızı tetikleyen sinema anları….
Filmin gerçek/hayal ayrımına geçmeden önemli bir noktayı belirtmekte yarar var: Filmdeki değişik derecelerde 'tehditkar' erkek karakterlerin neredeyse hepsi farklı makyaj/protez teknikleriyle ve bilgisayar dokunuşlarıyla değiştirilen aktör Rory Kinnear tarafından oynanıyor! Bu bilinçli seçim, ataerkil bir toplumdaki bütün erkek bireylerin, değişik derecelerde de olsa da ne kadar duyarsız, 'kapalı', tacizkar hatta 'toksik' olabileceklerini daha somut bir şekilde önümüze koyuyor. Bu, basit bir 'herkes aynı kapıya çıkar!' söyleminden ziyade, erkekler tarafından duvar örülmüş 'kapalı' bir sisteme karşı durmaya çalışan bir kadının mücadelesine dikkat çekme amacıyla yapılmış.
NE KADARI HAYAL?
İlk bakışta olayların ne kadarının gerçek, ne kadarının hayal ürünü olduğu keskin bir çizgiyle belirlenmiş gibi duruyor. Harper’ın kasabanın pub’ına gittiği zamana kadar hikâyenin, garip karakterlerine rağmen gerçekçi aktığını düşünürsek, bundan sonraki kısmın hayali olduğunu anlıyoruz. Zaten bu son kısımda ortaya çıkan karakterler, olaylar ve eylemler bu konuda hiçbir şüpheye yer bırakmıyor.
Ancak aslında hikâyenin belki de Harper’ın bu kır evine gitmesinden itibaren geçen kısmının hayal ürünü olduğunu da düşünebiliriz. Bunun bir nedeni de filmde hikâye ilerledikçe tekrarlanan ve (bazen!) anlam kazanan semboller ve göndermelerin bolluğu… Örneğin önce Harper’ın, ardından da bahçesini istila eden gizemli adamın ilk el sürdüğü şeyin ağaçtaki elma olmasından başkarakterin belki de 'bilinçaltını' temsil eden bir tünelin ve kaçış yolu olan köprü altının duvarla örülü olması ve açılmayan bir kapı barındırmasına kadar birçok sahne kuşkusuz mitolojik ve dini göndermeler taşıyor. Sürprizleri bozmamak adına detaya girmeyeceğimiz finaldeki 'kanlı' yaralama ve 'doğum' sekanslarında ise bu atmosfer zirvesini yaşıyor. Ama şunu da kabul etmemiz gerekir: Yönetmenin böyle semboller kullanıp hikâyesine bir derinlik katmak istemesi takdir edilesi bir davranış ama bu imgelerde bir aşırılık yaşadığımız ve daha sağlam bir finale bağlansa da arada biraz 'ipin ucunu' kaçırdığımız da bir gerçek…
Sonuçta "Men" arada biraz 'didaktik' bir anlatım takınsa ve zaman zaman baş döndürücü bir şekilde 'sembollerini' boca etse de ilginç noktalara varan bir hikâye taşıyan, bazı sekanslarındaki hakimiyetle 'parıldayan' ve başta başkarakter Harper’ı canlandıran Jessie Buckley ve neredeyse yarım düzine karaktere hayat veren Rory Kinnear olmak üzere oyuncularının kusursuza yakın performanslar sergilediği, 'aykırı' bir gerilim izlemek isteyen sinemaseverleri memnun edecek bir film. Çünkü artık açıkça biraz hayalet, lanet ve 'kötü ruh' olaylarından sıkılmıştık!