Silah, statü ve servet: Doğu Akdeniz’de Tunç Çağı’ndan bugüne egemenlerin savaşlarına bir bakış
Savaşmak, kral olmanın ve devleti sürdürmenin olmazsa olmaz bir koşulu haline gelmişti. Barışın istisna, diplomasinin mecburi, savaşın ise kural olduğu bir devir Tunç Çağı.
Modern savaşlar ilk ne zaman başladı? I. ve II. Cihan Harpleri modern savaşların dip noktası olarak değerlendirilebilir. Soykırımlar, açlıktan kitlesel ölümler, kimyasal silahlar, atom bombaları, gökten yağan bombalar, milliyetçilik aldatmacasına körü körüne bağlı kitleler ve öteki olan her şeye nefretini kusan faşizm: Hepsi 20’nci yüzyılın savaşlarına ait büyük utançlar. Ancak elbette savaşın ve yıkımın tarihi çok daha eskilere dayanıyor. 20’nci yüzyıl, savaşların ne başlangıcıydı ne de sonu oldu. Günümüzde süren Rusya-Ukrayna savaşı, yakın zamanda sonlanan Suriye İç Savaşı, katliam makinasının her gün can aldığı İsrail-Filistin savaşı ve daha niceleri… Daha gerilere gidecek olursak, Avrupa’daki 30 yıl savaşları, 100 yıl savaşları, Haçlı Savaşları, Osmanlı-Rus Savaşı veya Çin Hanedanlığı’nın, İnka İmparatorluğu’nun ve Aztek Krallığı’nın yürüttüğü bitmek bilmeyen savaşları anımsayalım. Almanya’da Hitler faşizminin yükselişine tanıklık ettikten sonra intihar eden, Frankfurt Okulu’nun temsilcilerinden Alman-Yahudi filozof Walter Benjamin boşuna dememişti; “Aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmayan hiçbir kültür belgesi yoktur” diye.
Gazete Duvar’da daha önce yazdığım bir yazıda şu soruyu sormuştum: “Savaşsız toplumlar hiç oldu mu?” Arkeolojik ve antropolojik kayıtlardan hareketle savaşın ve şiddetin tarihin her anına yayılmış olduğunu, farklı toplum tiplerinin farklı ölçeklerde ve tiplerde savaştığını; ancak az sayıda bile olsa savaşmayan toplumların yeryüzünde bulunduğunu, günün sonunda şiddetin evrimsel ve psikolojik temelleri olsa bile toplumsal yaşamda bir zorunluluktan ziyade seçim olduğunu belirtmiştik.
Şimdi ise başka bir sorunun peşine düşeceğim: Tunç Çağı savaşları modern İnsan hakkında bize bir şeyler anlatır mı? Bunu sormamın nedeni başta devlet olmak üzere merkezileşmiş politik örgütlenmeler ortaya çıktıktan sonra savaşın niteliğinde ve niceliğinde ne gibi değişimlerin yaşandığını ve modern savaşın köklerini Tunç Çağı devlet ideolojisi içinde bulup bulamayacağımızı sorgulamak.
Ur kral mezarlarında bulunmuş olan Ur Standardı üzerindeki sahneler konumuz açısından önemli. MÖ 2500 yıllarına ait olan bu sanat eserinin iki yüzü bulunur. Yüzlerden birinde savaş, diğerinde ise barış hali resmedilmiştir. Tek bir eserle adeta barışın ve savaşın aynı madalyonun iki yüzü olduğu, birinin diğeri olmadan mümkün olmayacağı anlatılır. Bu resimde gördüğümüz savaş panelinde muharebeden galip çıkan Sümer kralı, Sümer askerleri, savaş arabaları ve yenilerek esir düşmüş düşman askerleri görülür. Düşmanlar aşağılanmak amacıyla özellikle çıplak tasvir edilmiştir.
BARIŞ VE SAVAŞ: MADALYONUN İKİ YÜZÜ
Dünyanın neresinde olursa olsun savaş; devlet aygıtının lokomotifi, onun önemli bir bileşeni ve hatta varoluşsal temeli olmuştur dersek yanılmış olmayız. Devletleri yönetenler; kendilerini korumak, tebaalarını genişletmek, yeni topraklara ve hammaddelere sahip olmak, ticaret yollarını denetim altına almak, esirler aracılığıyla ucuz emek kapasitesini artırmak ve daha başka sebeplerle hep savaştı. Devletin varlığını sürdürebilmesi bir yerde savaş yapabilme yetisine, elindeki silah gücüne ve düzenli bir orduya sahip olmasına dayanır. Reel politikada savaş, her zaman bir olasılıktır ve çoğu zaman bu olasılık devletlerarası diplomasiyi ayakta tutar.
Barışı sürdürülebilir kılmanın yolu çoğu zaman askeri üstünlükten ve savaşabilme yetisinden geçer. Pax Romana bunun en bilindik örneğidir belki de. Roma’ya başkaldırmaya cesaret edecek ve onun ordusuna teknolojik ve taktiksel üstünlük sağlayacak birileri olmadığı sürece Akdeniz’de barış hüküm sürebilmişti. Benzer bir durumu Dünya Pax Americana ile yaşadı. Tek kutuplu dünyalarda barış bir seçim değil, aktörlerin sehven uyduğu geçici bir durumdur bir yerde. Tersten ifade edecek olursak, savaşın olduğu yerde ironik olarak daha fazla eşit aktör ve daha fazla tarihi imkan vardır. Barış, eğer eşitler arasında tesis edilmediyse, esasen tek bir egemenin varlığını, onun emperyal tahakkümünü ve diğer aktörlerin çaresizliğinin göstergesi olabilir.
TUNÇ ÇAĞI’NDA SAVAŞLAR VE SAVAŞÇILAR
Acaba savaşın ve barışın bu tarif ettiğimiz halini tarihte ne kadar geriye taşıyabiliriz? Mesela Tunç Çağı’nın beyliklerini ve devletlerini benzer bir teorik çerçeveden ele almak mümkün olur mu? Diğer bir deyişle modern savaşın başlangıcını 5 bin yıl geriye çekebilir miyiz? Bunu anlamak için arkeolojik kayıtlara bakmamız gerekli.
Doğu Akdeniz’de Tunç Çağı’nı kendinden önce gelen devirlerden ayıran birçok özellik bulunuyor. Nedir bunlar? Mesela Tunç Çağı’yla birlikte nüfusta merkezileşme eğilimi görüyoruz. Yani eskiden aynı bölgede ayrı ayrı köylerde yaşayan insanlar, bir araya gelerek tek bir yeni yerleşim alanı kuruyorlar. Troas bölgesindeki yüzey araştırmaları bunu oldukça net ifade ediyor. Erken Tunç Çağı başında çok sayıda köy varken, bunlar terk ediliyor ve Troia, bölgedeki Tunç Çağı nüfusunu tek başına kendinde toplamış bir merkeze dönüşüyor.
Konumuz açısından diğer önemli bir gelişme, sözünü ettiğimiz bu yerleşimlerin etrafına büyük duvarlar inşa edilmesi. Sinan Ünlüsoy ile ortak yazdığımız bir makalede bu konuyu ele almıştık. Tarihin anıtsal sur yapılarını, onlara eşlik eden bastiyonları, glasisleri, kuleleri ve savunmayla ilgili diğer mimari unsurları bu devirde daha yoğun olarak görüyoruz. Demek ki savunmayla ilgili acil bir ihtiyaç içinde bu toplumlar. Dışarıdan bir saldırı bekler haldeler. Öyle ki bazen evlerini inşa etmeden surları inşa ediyorlar. Evlerini onarmadan surları onarıyorlar. Devletleşmenin görülmediği Batı Anadolu’da bile Bakla Tepe, Liman Tepe, Troia, Yeni Bademli, Çukuriçi, Yassı Tepe gibi çok sayıda Tunç Çağı merkezinde arkeologlar sur duvarı kalıntılarıyla karşılaşıyor. Tunç Çağı’nın ilerleyen aşamalarında Anadolu’da ilk devlet kurulumu gerçekleşir. Hitit Krallığı’nın başkenti Hattuşa’da devasa surlar inşa edilir.
Tunç Çağı’nın diğer bir özelliği ise metallerin artık eskiye göre daha gelişkin bir teknolojiyle işlenebilmesi ve çağa ismini veren bakır-kalay alaşımının silah üretiminde kullanımının yaygınlaşması. İnsan her devirde silah üretmişti. Paleolitik dönemden itibaren baltalar, uçlar, kesici aletler, bıçaklar, oklar ve sapan taneleri gibi çok sayıda saldırı ve korunma silahı vardı. Ancak Tunç Çağı’nda silah endüstrisi hem nitelik hem de nicelik yönünden bir patlama yaşadı. Önce arsenikli bakırdan, sonra tunçtan ve hatta demirden üretilmiş yüzbinlerce silah Tunç Çağı muharebelerini, vurkaçlarını, akınlarını ve katliamlarını etkili kılmıştı.
Tunç Çağı’nın silahları yakın ve uzun menzilli çatışmaya uygun envai çeşitliliğe sahipti: Bıçaklar, kamalar, hançerler, kılıçlar, mızraklar, topuzlar, oklar, baltalar, miğferler, kalkanlar ve daha niceleri. Hatta Tunç Çağı’nın ilerleyen aşamalarında çok daha sofistike muharebe aygıtları görülür. Koçbaşları veya saldırı kuleleri bunlardan öne çıkan örneklerdendir. MÖ 1800’lere tarihlenen Elazığ’da bulunmuş olan Harput kabartması üzerinde ahşaptan tekerlekli bir saldırı kulesi üzerinde ellerinde kalkan ve sapan tutan askerler görülür. Saldırıya uğrayan kalenin askerleri ise ya ölüdür veya son hamlelerini gerçekleştirmektedir. Ölü askerler sur duvarlarından aşağıya doğru bellerinden sarkar şekilde gerçekçi bir tarzda gösterilmiştir.
Özenle inşa edilen, sürekli onarılan, bastiyonlarla ve hendeklerle güçlendirilmiş surlar bile bazen insanları korumak için yeterli değildi. Beycesultan’da yangın tabakaları içinde saldırıdan kaçamadan ölen insanların iskeletlerini anımsayabiliriz. Bunun yanında başta atgiller olmak üzere hayvanların muharebe meydanında kullanımını, prestij nesneleri uğruna soyu tükenen canlıları, silah ve gemi üretimi için kesilen yüzbinlerce ağacı ve savaşlarda telef olan insan olmayan varlıkları da işin içine katacak olursak, Tunç Çağı savaşları tüm canlılar açısından korkunç bir tehdit unsuru olarak resmedilebilir.
Suriye’deki Tell Qatna yerleşmesinde çok sayıda Suriye fillerine ait iskelet kalıntıları bulundu. Bu resimde arkeologların file ait bir kürek kemiğini kazma anı görülüyor. Filler, Tunç Çağı’nda Doğu Akdeniz’de yaşayan bir canlıyken, onun aşırı tüketimi ve özellikle fildişi için avı soyunun tükenmesine neden oldu. Günümüzde bu bölgede fillere rastlanmıyor.
TUNÇ ÇAĞI’NDA STATÜ VE MEŞRUİYET
Tunç Çağı’ndaki değişimler elbette sadece teknoloji ve mimari alanında olmadı. Bu gelişmelere içkin olarak politik ve ekonomik yaşam da büyük bir dönüşüm içindeydi. Toplumsal tabakalaşma bir yandan belirginleşirken diğer yandan hammaddelerin ve prestij nesnelerinin dolaşımını sağlayan yüksek karlılığa dayalı bir ticaret ekonomisi de gelişiyordu. Neredeyse kapitalist diyebileceğimiz bir ekonomik düzendi bu. Ayrıca oldukça küreselleşmişti. O dönemin bilinen tüm coğrafyaları bu devasa ticaret ağının içinde rol alıyordu. Mahmatlar’da bulunmuş olan gümüşten külçeler, Troia hazineleri içindeki Afganistan’dan gelen lapis taşından işlenmiş törensel balta, İskandinavya’dan gelen kehribar bunun en açık arkeolojik kanıtlarından.
Bürokratlar, din insanları, kahinler, zanaatkarlar, madenciler, metal ustaları, çiftçiler, çömlekçiler, köleler vb. ayrımlar gittikçe kurumsallaştı. Bununla birlikte beyler veya krallar arasındaki rekabet, çekişme, üstün gelme istenci, hammaddeler, ticaret yolları ve köleler için savaşım ivmelenerek artıyordu. Politik ayrıcalığını meşru kılmak zorunda olan krallar ve beyler sanat aracılığıyla politik propaganda yapıyor, kaybetseler bile muharebeleri kazanmış gibi resmediyor, önemli işlerini yazıyla kayıt altına alıyor, prestij nesneleri edinerek kendi statülerini pekiştiriyor, hatta meşru kılıyorlardı.
Diğer bir deyişle, savaşın her an belirme olasılığı ve fetih ekonomisinin getirdiği kazançlar, barış ekonomisi kadar, belki de daha fazla, devletleri ve kralları ayakta tutuyordu. Savaşmak, kral olmanın ve devleti sürdürmenin olmazsa olmaz bir koşulu haline gelmişti. Düzenli orduya sahip krallar çevrelerine seferler düzenliyor, ucuz hammadde ve emeğe erişmek için ellerindeki tüm imkanları seferber ediyorlardı. Bakır, altın, gümüş, demir, kereste, kalay gibi önemli hammaddelere sahip Anadolu, tüm bu hikayeden payına düşen savaşı ve katliamı almıştı elbette. Tunç Çağı’na ait olup yangın tabakasına sahip olmayan veya mezarlık alanındaki iskeletler üzerinde şiddet izleri göstermeyen toplumlar yok denecek kadar az. Barışın istisnai, diplomasinin mecburi, savaşın ise kural olduğu bir devir Tunç Çağı.
Walter Benjamin şöyle demişti tarih üzerine yazdığı tezlerin dokuzuncusunda: “...Meleğin yüzü geçmişe dönüktür. Bizim bir olaylar dizisi gördüğümüz yerde o yalnızca tek bir felaket görmektedir. Yıkıntı üzerine yıkıntı yığıp onun ayağının dibine iten bir felaket. Biraz daha kalmak, ölüleri uyandırmak ve parçalanmış olanı bir araya getirmek ister melek. Fakat, cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına o denli güçlüdür ki melek artık onları kapatamaz. Bu fırtına onu sırtını döndüğü geleceğe doğru karşı konulmaz biçimde itmektedir; öte yandan da gözünün önünde yıkıntılar birikmektedir göğe dek. Bu fırtına bizim ilerleme dediğimiz şeydir.”
Benjamin, ezilenlerin geleneği tarihin katliamlarla, savaşlarla ve zorba liderlerle dolan taşan halinin bir kural olduğunu bilir ve buna şaşırmaz bile. Bugün Filistin’de öldürülen 30 binden fazla insanı anımsadığımızda onun ne kadar haklı olduğunu yeniden görüyoruz. Teknolojik ilerleme, ahlaki ilerlemeye neden olmadığı gibi, Aydınlanma Devrimi veya başka bir düşünsel-felsefi hareket de devletlerin saldırganlığını ve katliamlarını durdurmaya yaramamıştır. Belli ki, ‘reel politikanın’ gözü yaşama ve yaşatmaya kördür; o sadece ne pahasına olursa olsun kendini yaşatmaya kararlı egemenlerin zalimliklerine izin verir. Biyolojik silahların, nükleer bombaların, silahlı insansız hava araçlarının olduğu bir dünyada Tunç Çağı beylerini ve krallarını zorbalıkla ve barbarlıkla yargılamak ve 2024’te daha adaletli, barışçıl bir dünyada olduğumuzu iddia etmek haddimize değil. Hatta savaşlar eskiden olduğundan daha tehlikeli ve daha önce olduğu gibi yine her an ensemizde. Benjamin haklıydı: “Ezilenlerin geleneği şu yaşadığımız halin bir kural olduğunu gösterir bize… Aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmayan hiçbir kültür belgesi yoktur.”
*Prof. Dr. / Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi