Sıla’nın ayrılığı, Instagram aşkları ve ‘sataşma özgürlüğü’
Bize verilen bir tek hayatın irili ufaklı dertleri ve sorunlarıyla uğraşırken, “gerçek çaresiz”lere ses olabilecek minimum paydayı, o özü hiç yitirmememiz gerekir. Kadın olarak kendimi gerçekleştirmeye dair tüm temel haklarımın yanı sıra flört etme/edilme, hoşça vakit geçirme hakkımı da isterim. Ama bunu yaparken benim kadar, benden çok daha az, benden çok daha fazla şansı olan/olmayan diğer kadınların hakkını görmezden gelemem. Sözümde, başkalarının sözü vardır. Hiç tanımadığım kızkardeşlerimin sözü.
“Ayrılmışlar kesin. Evleri, ‘instegramları’ felan hep ayırmışlar.” Aylar önce bir kafede otururken yan masadaki iki kadının konuşmasından kulağıma çalınmıştı bu cümle. Kıkırdamamı bastırmak için yere çatal düşürmem gerekmişti. Al Black Mirror’a koy, yerini hiç yadırgamaz, öyle bir cümle. Netflix fikren doğru, uygulamada vasat Esra Erol’lu tanıtımlarla uğraşıp yerli ve milsiz abonelerini kızdıracağına sokağın (kafenin) sesine kulak versin.
Düşünsene, üç beş sene önce hayatımızda olmayan bir aplikasyon, sapsanal bir zımbırtı hayatımızı nasıl belinden kavramış durumda. Arkadaşlık, iş, aşk vb. kayda değer her ilişkinin podyumu o oldu. İşin bu kısmı artık ilginç değil de sevgilisinin, eşinin kendisini terk ettiğini bile o şekilde öğrenenler var. Dünyanın geri kalanıyla beraber.
Ayrılık trendleri giderek daha katlanılmaz bir hal alıyor. Bundan birkaç sene önce telefonla, mesajla terk etmenin ne ayıp olduğu konuşuluyordu. Sonra aramalara, mesajlara cevap vermeksizin pasif agresif terk metodu popülerlik kazandı. İlişkinin sonunu açık uçlu bırakıyorsun. Nuri Bilge Ceylan filmi muamelesi yapıyorsun yani gerçek bir insanla yaşadığın gerçek ilişkiye. Muhtemelen Nuri Bilge Ceylan olmadığın için de hiç de şık bir final olmuyor bu.
Hayatın hızı iyi bahane oldu insana. İlişki finale doğru giderken herkesi ufaktan afakanlar basıyor. Felaket bir vakit kaybetme endişesi. Hepimizde var, kendimi de ayrı tutmuyorum bu durumlardan. Sütten Çıkma Akkaşıklar Derneği murahhas azası olmaktansa, Çağcıl Hissiyatla İnsana Yakışan Arasında Denge Tutturma Muhipleri Cemiyeti üyesi olmayı tercih ederim sadece. (ÇHİYAD da SIÇAD’dan daha iyi geliyor kulağa hani.)
Son günlerin popüler ayrılığı, Sıla Gençoğlu’yla Ahmet Kural aşkının bitmesi. Gerçekte ne şekilde ayrılmışlar bilmiyorum. Instagram’dan bile değil, bir Yılmaz Odabaşı tweetinden öğrendim! Daha absürd olamaz, denkleme gel: Kalplerin delikanlı-güzel sanatçısı (bu kombini kendine en çok yakıştıran da o bence, net güzel, net delikanlı), Johny Deepengiz bakışlara Kartal Tibet bıyığı ekleyerek yanıcı bir madde haline dönüşmeyi başarmış yakışıklı komedyen (yabana atılır bileşim değil) ve veteran solcu şair (evet). Bir fıkra ya da olmadık kişilerin yolunun kesişmesi üstüne kurulu kötü Indie film hikâyesi üçlüsü gibi durmuyor mu?
Herkes duymuştur ama dedikodu biçiminde özetleyeyim, pratik olsun: Sıla ve Ahmet sekiz-dokuz aydır çıkıyormuş. Birbirlerine de yakışıyorlardı, ay hele o Ahmet Kural’ın Sıla’nın gözlerine gözlerine aktığı resim ne romantik ne Rembrandttikti öyle. Reklam meklam diyorlardı ama bence gayet de filmin kendisi gibiydi. Ayrılıksal çene yormalar arasında en isabetli bulduklarım, Sıla’nın yeni şarkılar yazmak için aşk acısı stoğunu doldurması gerekliliğine dikkat çekenler. Öyle valla, kolay mı yazılıyordur o plajda eriyik biçimde yatarken insanda bir anda pareosuna taş bağlayıp kendini “geberiyoruuum” diye denize atma hissi uyandıran şarkılar.
Hepimiz aşk acısı üstü eser promile ulaştığımızda “iki satırlık adamları mus-h-allat ettik ömrümüze”yle içlenmeyi sağlayacak iki satırlık adam dağarcığı ve alaturka damara sahibiz bir de, kabul edelim. Ben sahibim en azından, epeyce bir ‘mürekkep yaladım, kitap- gazete de yidim’ ama olmuştur öyle kendime “easy tiger” dediğim rakı-Balboa anlarım. Ah bu şarkıların gözü kör olsun. Rakı ile şarkı arasında sadece bir ‘ş’ farkı olmasına da dikkati çeksem mi, bilemedim. Neyse işte, kadın biliyor da şarkılıyor.
Ayrılık akabinde Sıla Instagram’dan ışık hızıyla fotoğrafları silerken Ahmet Kural silmemiş. E normal. Kadınlar ayrılıkta silahları hep daha hızlı çeker. Kadının ayrılık paradigması birikimsel ilerler. Bir sürecin sonunda sözünü söyleyip soğuk duş etkisi yaratır, kurumuş kan lekesi ve beklemiş bulaşığa dayanamadıkları için de hızla temizliğe girişirler.
Erkeklerse ilişkideki sorunların idrakine en çok ayrılık anında vardıkları için fara kapılmış tavşan gibi kalır ve sonra sıçrama metoduyla paradigma değiştirirler. Bu idrak hızsal eşitsizlik hayatın ve kültürün erkeklere bir kazığı ya da ilişkisel adalet, yapacak bir şey yok.
Eskiden mektuplar alınıp veriliyormuş, şimdi de fotoğraf silmek anlaşılabilir herhalde. Bir de şu var, insan sırf yeni ilişkilere hızla yer açma arzusundan silmiyor olabilir o fotoğrafları. Denk geldiğinde günün ortasında ani bir kısa devre yaşamamak için de silersin. Hiç koymamak en iyisi mi acaba? (Yevtuşenko’ya kadar gider bu: “Aşık olmamak en iyisi, bilmeliyiz aşk varmaz bir geleceğe…” diyor ya. Gerçi aynı şiirde “Söz vermemektir ölüm ayırana kadar, ama hiç değilse, bir yaşam vermektir de,” diyor. Rus’un içme hızını değil de, edebiyatını örnek almamızda beis yok bence.)
Toparlarsak Sıla’yı sık dinlemesem ve tanımasam da severim, duruşlu, bakışlı, mert birine benziyor her haliyle. Ahmet Kural da güzel bir kişi ama ben tabii kız tarafındayım. Yılmaz Odabaşı’yla ilk gençliğimde şair bir ağbi olarak birkaç kez karşılaşmışlığım var, tanıdığımı söyleyemem. İki kişinin aşkına dair hiçbir önemi(miz) olmayan fikrime gelince, bence barışır onlar Odabaşı, sakin.
Aman ya bu dedikodu ne şehvetli şey, insan bir kaptırdı mı gidiyor ha. Gelelim zurnanın tweetlediği yere… Sıla ve Ahmet Kural ayrılığının duyulduğu gün, taymlaynlara bir Yılmaz Odabaşı tweeti düştü. Şöyle bir şey:
“İlk defa benden bir magazin yorum: Sıla’nın ruhsal derinlik ve zarafetine bakarak, Ahmet Kural ile anlaşamayacağına emindim. Kısa sürede ayrılmışlar. (…) Sıla’ya da ben talibim:) :) Zaten şiir de yazıyormuş…”
Epeydir bu kadar kötü bir aleni asılma örneği görmemiştim açıkçası. Flört hayatın tuzu biberi, uluorta flört de erbabı yapınca gayet tatlı bir şey olabiliyor. Sevme bilgisi ciddi ölçüde hasar görmemiş herkes zarif övgüyü de, komplimanı da sever. (Aynı şekilde ‘zarif’ eleştiriyi de sevse, iyi olur tabii.) Alanında bilinen bir erkeğin tüm Türkiye’nin tanıdığı bir kadın sanatçıya kur yapmasında kavramsal bir sorun görmüyorum, özetle. Sıkıntı üslupta, kafam kadar alt metinlerde ve kadına/insana bakışta.
Peki sıkıntı ne? Solcusun, şairsin, Türkiyelisin. Yarı şaka yarı ciddi, ateş olmayan yerden kur çıkmaz kontenjanından besbelli ki hoş bulduğun bir kadın var. Üstelik Sıla’nın yeteneklerine hatta güzelliğine dair yazmıyorsun ki “e insan insanı över, ne güzel şey” densin, doğrudan ilişki durumunun talibisin. Ama bunu daha ayrılık haberinin dumanı tüterken yapıyor, bir de beraber olduğu adama kalınından laf çakıyorsun. “Ben sana ondan daha layığım, gel,” diyorsun. (Sebep?) Ha bir de “zaten şiir de yazıyormuş…” küçümsemesi var. Magazinin tatlı ve ses getiren bir şey olduğunu bilerek, entelektüelliğine ve sol karizmana sözde halel getirmeyerek, kur yapma var. Var da var.
Halbuki çok daha hoş, ince olabilirdi. Hoş flört durumlarıyla taciz, tatsız asılma, hakaret arasında kapkalın bir çizgi var, hemen hemen herkes de ayırt etme kapasitesine sahip bunu. Yapma demiyorum, yine yap ama zarif ol.
Öte yandan bu zarafet ya da kalite denen şeyin ölçü biriminin değişken olduğu kadar da eril dil ve erkekler tarafından belirlenir olmasının yarattığı bir sıkıntı var. Kültürel kodlar ve coğrafya da belirleyici olabiliyor bu noktada. Japon’un zarafetiyle İtalyan’ın zarafeti bir değil. Dünyadan da epey azalıyor gibi ama bizde zaten zarif kur eksikliği var, maalesef.
O kontenjan daha dolmadan da hoop bütün kavramların çarpışan arabalar gibi birbiriyle toslaştığı noktaya geçtik. Kadınlar tacizi flörtten ayırt edebildikleri gibi flört etme haklarını koruyarak taciz konusunda ses çıkarıyorlar bir de. Neresinden tutacaksın şimdi bu kadını? E, kolay değil, hayat bir üslup meselesi de aynı zamanda. Hem flört edeceksin, hem de taciz etmeyecek, kaba olmayacak, ‘mansplaining’den de kısacaksın. (Mansplaining’in bile zarifi, beteri var bu arada ama o başka bir yazının konusu olsun. )
Bu yazıyla çok ilintili “taciz mi flört mü, ‘asılma özgürlüğü’ mü” tartışmaları var. Bu noktada Catherine Deneuve +99 ismin birkaç gün önce yaptığı açıklama, epey ses getirdi. Canım Catherine Deneuve bu arada, ne severim. Çünkü güzeldir ve çok özeldir. Bana hep bazı zorunluluklar ve kimlikler harici bir alter egomuzmuş gibi gelir. Belki ben de/biz de, tanımasa da onun için öyleyizdir. Belki hatta kimlik denen şeyin en güzel yanı budur, hepimiz biraz birbirimize benziyor, benzemediğimiz noktalardan da, Irwin Yalom’un dediği gibi, gece denizlerinin gemileri cinsinden, birbirimize ışıklarımızla göz kırpıyoruzdur. Kadın olmak zordur ve güzeldir. Zor olmadan çok güzel olan bir şey de bilmiyorum zaten.
Öte yandan genç bir kız, Dilek Özçelik, bir bakana insan gibi kendini anlatmaya çalıştı. Ölümcül hastalığından bahsetti, eline 200 TL tutuşturuldu. Uzun ve tahayyül edemeyeceğimiz kadar acılı bir hastalığın sonunda, dün hayatını kaybetti. Ona dilenci muamelesi yapan bakana “Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda,” demişti. Bu sözle hepimizin boynunun borcu oldu o kız.
Çünkü insan düşünüyor, “çaresiz hissettiğim çok an oldu, ama gerçek bir çaresizliği hiç hissettim mi hayatımda?”
Gerçek çaresizlik, kapıyı çalan ölümdür. Kaçmak istediğin yeri tutan gardiyanlarla boğuşmaktır. Hayatta en güvenmen gereken kişinin, kanından, ailenden birinin, babanın, ağabeyinin tenine musallat olması, bunun karşısında derdini annene bile anlatamamaktır, çaresizlik. Dünyadaki başka kadınlardan başka dertlere sahip olduğun için hayata minnet duyman gerektiğini anlamaktır da, çaresizlik bilinci.
Hayatta çok derdim oldu. Hepimiz gibi pek çok şeyle yalnız başıma başa çıktım, çıkıyorum. Ama “gerçek bir çaresizlik” yaşamadım, bu bakış açısıyla. Bu, şanstır. Şansımı bilirim, şansımızı bilmeliyiz. O nedenle de, bize verilen bir tek hayatın irili ufaklı dertleri ve sorunlarıyla uğraşırken, “gerçek çaresiz”lere ses olabilecek minimum paydayı, o özü hiç yitirmememiz gerekir.
Kadın olarak kendimi gerçekleştirmeye dair tüm temel haklarımın yanı sıra flört etme/edilme, hoşça vakit geçirme hakkımı da isterim. Ama bunu yaparken benim kadar, benden çok daha az, benden çok daha fazla şansı olan/olmayan diğer kadınların hakkını görmezden gelemem. Sözümde, başkalarının sözü vardır. Hiç tanımadığım kızkardeşlerimin sözü. Deneuve’un açıklaması bu açıdan çok sorunluydu. Anladı, özür diledi. İnanıyorum. Yine son günlerde sıkça tartışılsa da yeryüzüne düşmüş en sıkı zihinlerden biri olduğunu düşündüğüm Margaret Atwood’a da inanıyorum: “Kadınların iyiliğini istemeyenleri, kadınlara karşı savaştan ziyade kadınlar arasında savaş memnun etmiştir. Bu önemli bir an, umarım heba edilmez.”
Heba, ne güzel bir sözcük. Heba etmeyelim. Sıla’dan nereye… Ama yolculuk hep, ‘sıla’ya değil mi… Kazanımla, endişeyle, hep umutla, sevgiyle…