Sıla’ya şiddet veya buzdağının görünen yüzü
Hiçbir kadın sabah uyandığında bugün canım çok sıkkın gidip bir adliyeden/karakoldan koruma kararı alayım demiyor! Böyle bir hobi yok! Hele bu kararı alabilmek için anlatmaları gereken onca dert ve katlanmaları gereken prosedürler varken!
Hatice Demir*
Şarkıcı Sıla’nın maruz kaldığı fiziksel ve psikolojik şiddet, kadına yönelik şiddeti medyanın gündeminin ilk sırasına getirdi. Sıla kadınlara “statünüz ne olursa olsun, şiddet gördüğünüzde susmayın, mücadele edin ve aşkın şiddetle hiçbir ilgisinin olamayacağını bilin” diyerek itiraz etmenin ne kadar önemli olduğunu vurguladı ve kadınlara biçilen suskunluk rolünü yeniden tartışmaya açtı. Herkesin önüne toplum ve sistem tarafından konulan sessizlik bariyerini yerinden oynattı. Böylece beyaz kadınların da “ben de” diyebilme cesaretini gösterebilmelerine yol açtı. Kısacası ünlü bir kadının maruz kaldığı şiddet sosyolojik, hukuki ve siyasi bir tartışmayı da beraberinde getirdi.
Ama Sıla üzerinden kadına yönelik şiddetin tartışılmasından rahatsızlık duyanlar da çıktı. “Diğer şiddet mağduru kadınları görmüyorsunuz” diyenlerden, “Her ilişkide olur böylesi abartmayın.” diyenlere dek! Mesleği, eğitim durumu, ekonomik gücü ne olursa olsun her kesimden erkeğin şiddete başvurabileceğini, şiddete maruz kalan kadın açısından da statünün hiçbir öneminin olmadığını biliyoruz. Şiddet herkes üzerinden gündeme gelebilir, popüler bir isim üzerinden tartışılmasını yadsımak niye? Bu şiddeti görünmez kılmak hatta destek olmak anlamına gelmiyor mu? Bu nedenle sırf biyolojik olarak kadın diye şiddeti normalleştirenler üzerinden “Bir de böyle kadınlar yüzünden şiddet bitmiyor” demenin de anlamı yok. Biliyoruz ki, kadına yönelik şiddet toplumsal, siyasal ve hukuki sebeplere dayanırken buna karşı koymak da politiktir.
Fakat kadına yönelik şiddet çok boyutlu ve köklü bir sorundur. Kadına şiddet kadın ile erkek arasındaki asimetrik güç ilişkisinden kaynaklanır.(1) Bu güç ilişkisi toplumsal cinsiyete dayanır. Kadına şiddet olgusunun temelinde tüm kurumları biçimlendiren köklü ve etkili ataerkil güç yapısı ve kadını yerinde tutma amacı yatar.(2) Şiddet erkeklerin kadınlar üzerinde tahakküm kurma amaçlarına hizmet ederek bir taraftan kadını sindirme, güçsüzleştirme, korkutma, hizaya getirme, itaat sağlama, cezalandırma işlevi görürken diğer taraftan da erkek egemenliği şiddet yoluyla kendini yeniden üretir. Bu nedenle kadına yönelik şiddet tesadüfî değil yapısal bir sorundur. Bu sorun küresel kadın hareketinin mücadelesi ile 90’lardan itibaren uluslararası sözleşmelere girebilmiştir. Kadınların insan hakları temelinde düzenlenen uluslararası belgelerin süreci Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) ile başlamış ve Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi) ile önemli kazanımlar sağlanmıştır.
İstanbul Sözleşmesi ile ister kamusal alanda ister özel alanda meydana gelsin kadına yönelik şiddetin toplumsal cinsiyete dayalı olduğu, ayrımcılığın bir biçimi olduğu ve kadının insan hakkının ihlali olduğunun tanımlanması önem arz etmektedir. Sözleşme “kadınlara yönelik şiddetin, erkekler ve kadınlar arasındaki eşitlikçi olmayan güç ilişkilerinin tarihsel bir tezahürü olduğunu ve bu güç ilişkisinin erkekler tarafından kadınlar üzerinde tahakküm kurulmasına ve kadınlara yönelik ayrımcılık yapılmasına yol açtığını ve kadınların ilerlemelerinin önünde engel olduğunu” ve kadınlara yönelik şiddetin, “kadın ve erkek arasında yasal ve fiili eşitliğin gerçekleşmesi” ile önlenebileceğini vurgulayarak taraf devletlere sorumluluklar yüklemektedir. Dahası uluslararası hukukta kadına yönelik şiddet konusunda yaptırım gücü olan ilk sözleşme olma özelliğini de taşımaktadır.
Türkiye'de taraf olduğu İstanbul Sözleşmesi ile verdiği taahhütleri yerine getirmek amacıyla 8 Mart 2012 tarihinde, 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” kabul edilmiş ve akabinde yürürlüğe girmiştir.
Bu alanda yürürlüğe giren 6284 Sayılı kanunla, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, özellikle Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi ve yürürlükteki diğer kanuni düzenlemeler esas alınmıştır (K. m. 2/a ). Anayasa’nın 90. maddenin beşinci fıkrası uyarınca, sözleşmeler hukuk sistemimizin bir parçası olup, kanunlar gibi uygulanma özelliğine sahiptir. Yine aynı fıkraya göre, uygulamada bir kanun hükmü ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin olan sözleşme hükümleri arasında bir uyuşmazlığın bulunması halinde, sözleşme hükümlerinin esas alınması zorunludur. Bu nedenle Sözleşmenin getirdiği düzenlemeler, Anayasa 90. maddesi uyarınca artık Türkiye iç hukukunun bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla sözleşmedeki düzenlemelerin doğrudan uygulanması gerekmektedir. Yani şiddet uygulayarak kadını şiddet gördüğü alana hapsetmek isteyen bir gurup erkek bu kanuna karşı muhalefet edip kadını daha da korumasız bırakma heveslerine ulaşamazlar. Türkiye taraf olduğu uluslararası sözleşmeler gereği bu kanunu ancak kadınların ihtiyaçları doğrultusunda geliştirebilir, kadınların kazanımını geri almaya yönelik bir müdahalede bulunamaz.
6284 Sayılı Kanun’un amacı, şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları düzenlemektir (K. m.1/1).
Bu anlamda 6284 Sayılı Kanun hayati önemdedir: Türkiye’de her gün en az iki kadının maruz kaldığı erkek şiddeti nedeniyle hayatını kaybettiği ortada iken, bu kanuna karşı muhalefetin kadınları şiddet gördükleri alana hapsetme, korumasız bırakma, kamusal alandan tecrit ederek ölüme terk etme amacı taşıdığı açıktır!
Bu kanun kadınların hayata tutunmasını sağlar. Çünkü kadınlar canlarına kast eden, şiddet uygulayan, tehdit eden, şantaj yapan, çocuklarını zorla alıkoyan erkeklerden korunabilmek için koruma talep ediyor. Yani hayatta kalabilmek için bu kanunun sağladığı korumadan yararlanmak istiyorlar. Hiçbir kadın sabah uyandığında bugün canım çok sıkkın gidip bir adliyeden/karakoldan koruma kararı alayım demiyor! Böyle bir hobi yok! Hele bu kararı alabilmek için anlatmaları gereken onca dert ve katlanmaları gereken prosedürler varken!
Şiddete maruz kalıp itiraz ederek hak arama yollarını kullanan kadınlar için yargı sürecinin ayrı bir eziyete dönüştüğünün de tanığı ve mağduruyuz: Uzayan –tutuksuz- yargı süreci ile şikayetçi olan kadını süründürme, direncini kırarak şikayetini geri almaya zorlama, toplumdan izole etme, yaşadığı şehirden/yerinden etme, kadını sorgulama, geleneksel yöntemlerle suçluluk duygusu psikolojisi yaratarak suçu kadında arama, genel ahlak üzerinden vurma vs. ile devam eden kadının insan haklarının ihlali silsilesi…
Bütün uluslararası sözleşmelere, ulusal düzenleme ve kanunlara rağmen halen şiddet sürüyor ve cezasız kalıyorsa, biz kadınlara düşen görev birlikte mücadele ve dayanışmadır. Zehra Çelenk’in ifade ettiği gibi aşktan da, kendimiz olmaktan da kendimizi korumaktan da vazgeçmeyeceğiz.
(1) Alev Özkazanç, Cinsellik, Şiddet ve Hukuk, Ankara: Dipnot Yayınları, 2013 s. 242
(2) Yakın Ertürk, Sınır Tanımayan Şiddet, İstanbul: Metis Yayınları, 2015, s.
*Avukat.