Sözün bittiği, anlamın hiçleştiği yerdeyiz. Derim ki... Şimdi bir bu tablolara bakalım bir de depremle yerle olan Türkiye'nin yerleşimlerine... Oralardan akın eden ve o ölümcül acıları taşıyan görüntülere... Yöneten sınıfları, bizim barınma hakkımızı "çözüyoruz" diyerek, bize mezarlık gibi evler reva görenleri değil de bunların her türden aymazlığını, utanmazlığını değil de depremi suçlu ilan edip edemeyeceğimizi belki yeniden düşünürüz...
sözler söyleyemiyor sözünü dil bitti sözcüklerin amanı yok ışığı, mecali yok
söylenemeyen sözler çınlıyor akıl parçalanıyor yanıyor
***
Hangi sözcüklerle konuşacağız; birbirimize bakıp ne diyeceğiz? Ne dersek yürekte azıcık güç, bir nebze takat yeniden yerine gelecek?
Bilmiyorum.
***
Biliyorum yerin altında olanlar, yeryüzünün doğasının ta kendisi...
Yerin üstünde hissedileni, Gaziantep FK'nin Şilili futbolcusu Angelo Sagal’ın belki de ilk kez deprem gören 4 yaşındaki yavrusu söylüyor: “Evimiz canavarın ağzında, evimizi canavar götürüyor.”
***
Biliyoruz; yerin altında olanlar, yer oluşurken de oluyordu. Böyle şekillendi dünyamız, böyle şekilleniyor... Biliyoruz; milyonlarca yıl önce dünyamız denizdi. Yarıla dürüle, yanarak patlayarak, kayarak, kıtalar sıkışıp ayrılarak geldik bugüne...
Jeoloji bilimi, grafiklerle, şekillerle, milyonlarca yılın ve zamanın rakamlarıyla anlatıyor...
***
Fakat biz yerin üstünde olanlar, bunu anlasak bile anlayamıyoruz... Ancak tıpkı Antep’te yaşayan 4 yaşındaki Şilili Sagal gibi hayal ediyor kimilerimiz...
Örneğin Jonathan West, ABD’deki depremlerden birini böyle hayal etmiş Earthquake / Deprem adlı serisinde...
Sinirlenip çileden çıkmış kikloplar (tek gözlü mitolojik devler) yeraltını alt-üst mü ediyor? Tansiyonu fırlamış, ateşi arşa çıkmış yaratıkların aşağıda bir yerde didişip sonra kopması gibi mi ressamın hayali...
***
Asırlardır halklara karşı envai suç işleyenleri, çalanları, öldürmek için türlü biçimde ucuzlaşanları, türlü alet, yol ve teşkilat icat edenleri; o yıkılasıcaları, işledikleri suçların her gün biriken parçalarıyla suçlamak bile beyhude geliyorken, bunca ölüm karşısında hangi sözcüklere tutunacağız?
Hangi söz kifayet edecek bize?
***
Sözcükler ağzımızda cehennem.
Ölüler bizim için de dua edin Allah’a diyenlerin aklındaki araf ya da cehennem değil bu...
Ne Dante’nin Tanrıya karşı günahkâr olanlar için tasvir ettiği cehenneme benziyor bu, ne Dante’nin tasvirlerini resmin yordamıyla düşünen büyük usta Sandro Boticelli’nin eserlerine... Yerin dokuz kat altında, o dokuz katmanlı cehennem şimdi ülkemizin 10 ilinde ve binlerce (o da şimdilik) ölüye bakakalmış bizlerin gözlerinde, dilinde...
***
“Cennet” ile “Cinnet” salt sözcük kökü olarak değil, anlam olarak da aynı köktendir. Tutunacak her dalı, çaresi, mümkünü kesilen insan bu ikisine mecbur kalır...
İkisi de uçurum!
Yani bize cennet diye sunulan her şey cinnetin ta kendisidir...
Cehennemin dibidir...
***
İngiliz mimarı ve otistik ressamların en içteni Stephen Wiltshire, o muazzam görme gücüyle çağımıza yeniden bakmamızı istiyor. Avrupa’nın büyük kentlerinin depremden sonraki olası bir portresidir baktığımız...
Ressam, kentler, doğayı ve insanı değersizleştirerek kuruluyor diyordu. Bunlar yeni tapınaklar oluyor. Bu yeni tapınaklar insanı sadece doğadan kopartmıyor, rakipleştiriyor. Gökdelenler, devasa AVM’ler, doğaya tecavüz eden bina yığınları, siteler... Yani insanla doğa arasındaki o vazgeçilemez uyumu anlamayan, bu uyuma saldıran her yapı aslında insanın düşmanıdır.
İnsanın satın aldığı cehennemin ta kendisidir...
Düşman arıyorsan işte! Kâr hırsı, tüketim cinneti...
***
Stephen Wiltshire yeni tapınaklar, inançlı, inanan insanlar için en pahalı, en ölümcül ucuzluk, sefillik derekesidir de demiyor mu?
***
Sophie Anderson, After the Earthquake / Depremden Sonra eseriyle, bizim şimdi gördüğümüz ölümcül moloz yığınlarından kurtulabilen insanın acısını süzüyor. Yalın ama kimsenin kimseye anlatamadığı o çıplak, yakıcı acıları bir kadının yüzünde, ellerinin çaresizliğinde, halsiz, dermansız bedeninde topluyor...
Büyük depremle gelen yıkımla birlikte geride kalanlar için Capri Adası yok, bu acıyla yaşamak var.
***
İspanyol ressam Miki de Goodaboom, After The Earthquake / Depremden Sonra adlı tablosuyla, bütün Akdeniz’e İspanya’nın doğasına nükleer santrallerle, sanayi tesisleriyle saldıranların bize bıraktıklarına, bırakacaklarına bakmamızı istiyor.
Yaşamaya, yaşatmaya hürmetsizliğin, çeteler biçiminde örgütlendiği, bizi esir aldığı sömürü dünyasının küçük bir portresidir gördüğümüz...
***
Çinli ressam Wang Jixin, Wenchuan’da (Sichuan) 2008’de meydana gelen ve yetmiş bine yakın insanı öldüren depremden sonrasına bakıyor...
Yoksul Çinlilere bu dünyadayken yaşayacakları mezarları sattılar. Şimdi insanlar ve onlara “ev” diye sunulan her şey çöp...
Bütün bu al-sat dünyasında bunu kabul etmeye zorlanmış, kabul etmek zorunda kalmış bizler çöpüz!
***
Doğayı biz doğurmadık.
Biz doğadan doğduk.
Biz güya doğanın en iyi evrim geçirmiş canlılarıyız...
Biz güya...
Ah!
***
İngiliz ressam John Martin, İncil’in “Ve altıncı mührü açtığında gördüm” diye başlayan o bölümünü mü resmetmiş:
“Ve işte, büyük bir deprem oldu; ve güneş kıl bir çul gibi karardı; ve ay kan gibi oldu;
Ve gökteki yıldızlar, şiddetli bir rüzgarla sarsılan incir ağacının zamansız incirlerini dökmesi gibi, yeryüzüne düştü.
Ve gök, tomar olup dürüldüğü zaman ayrıldı; ve her dağ ve ada yerinden oynatıldı.
Ve dünyanın kralları, ve büyük adamlar, ve zenginler, ve başkomutanlar, ve kudretli adamlar, ve her köle ve her hür insan, inlere ve dağların kayalarına gizlendiler;
Ve dağlara ve kayalara dedi: Üzerimize düş ve bizi tahtta oturanın yüzünden ve Kuzu'nun gazabından sakla:
Çünkü gazabının büyük günü geldi; ve kim dayanabilir?”
***
John Martin The Great Day of His Wrath / Büyük Gazabın Günü (1851–3) tablosunda, yoksa 19. yüzyılda İngiltere’nin doğasını, yüzünü paramparça eden sanayi ve sömürü acımasızlığına mı baktı.
Cennet vaat eden bu cinnet büyüdükçe kutsal kitapların “kıyamet günü” dediği zamanı; büyüdükçe bu cinnet “büyük yok oluşu” bu dünyada yaratanları da göstermiş olmuyor mu?
Bizim büyük yok oluşumuz, satın aldığımız ve yaşarken yoklaştığımız, hiçleştiğimiz...
***
Ah ama bunların karşısında, ah bütün bunlar oluşurken susan, oturan aklı kâmil insanlar, hakikaten şimdi hangi sözcüklerle konuşacağız?