Sinan Baykent: Amerikan sağı, Avrupa sağının genetiğiyle oynadı

Küreselleşme eleştirisi üzerine kurulu Avrupa aşırı sağının büyük ölçüde tektipleştirici, yerel eğilimleri göz ardı eden küreselleşmeye doğal bir tepki olarak geliştiğini belirten Sinan Baykent’e göre, yaşadığımız salgın da zaten içe kapanma eğilimi gösteren ulusalcı hareketlerin elini daha da güçlendirecek. Baykent, Avrupa aşırı sağının kimyasını bozanın, Amerikan sağının Avrupa sağına sızması olduğunu düşünüyor. Baykent’le Avrupa sağının ideolojisini, aralarındaki teorik farklılıkları, geçmişteki faşist ve nasyonal sosyalist çizgiden farklılaştığı ve ona benzediği noktaları konuştuk.

İslam Özkan islamozkan@gmail.com

Dünyada otoriterlik ve ulusalcılık yükselişe geçerken Avrupa’da da aşırı sağ, bununla koşut bir ivmelenme sürecinde ve bu, yeni bir şey de değil. Kendi içinde heterojen olan aşırı sağın bu yükseliş trendinin yakın bir zamanda tersine döneceği de öngörülmüyor. Bu nedenle bu yükselişin gelişiminin izlerini takip edebilmek, yakın süreçte hayatımızı nasıl etkileyeceğini bilmek önemli. Yükselen aşırı sağın dinamiklerini öğrenmek, milyonlarca yabancının yaşadığı Avrupa’nın geleceğine ilişkin projeksiyonlara dokunabilmek amacıyla bu konulara ilişkin birçok çalışmaya imza atmış Sinan Baykent’le bir söyleşi gerçekleştirdik.

Sinan Baykent

COVİD-19 SALGINI, ULUSALCI HAREKET VE AŞIRI SAĞ İVME KAZANACAK

Avrupa’da aşırı sağın birçok ülkede hızla yükselişine tanık oluyoruz. Önce bunun nedenleri üzerine ardından da korona virüsü krizinin aşırı sağ politikalar üzerinde nasıl bir etki bırakacağını konuşalım isterseniz?

Avrupa’da milliyetçiliğin yükselişi sanılanın aksine yeni bir olgu değil. 1990’lı yılların sonlarından ve 2000’lerin başlarından beridir istikrarlı bir gelişim sürecinden bahsedebiliriz sanırım. Avrupa milliyetçiliğinin İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip ilk büyük çıkışı bu zaman aralığına tekabül eder. Fransa’da Jean-Marie Le Pen ve Avusturya’da Jörg Haider gibi şahsiyetler bu anlamda bir koçbaşı işlevi gördüler. Milliyetçilik o dönemde esasen geniş çaplı bir Avrupa Birliği (AB) ve küreselleşme tenkidi üzerinden yürüyordu. Nitekim milliyetçi akımların taban tipolojilerindeki değişim de bu esnada tezahür etti. Milliyetçi partilerin hedef kitleleri küreselleşme mağdurlarından oluşmaya başladı ve bu doğrultuda tabanda muazzam bir proleterleşme vuku buldu. Geleneksel olarak sola oy veren kitleler yüzlerini kademeli olarak milliyetçi reflekslere döndüler. Bugün milliyetçi galaksinin dizginleri yeni neslin ellerinde.

Yeni nesil, AB’nin siyasallaşma çabalarını reddederken, “Avrupa ulusları” kavramıyla da olsa bir “Avrupalılık” fikrini tümden dışlamıyor. Küreselleşme tenkidinin yanına ise ucundan da olsa bir neo-liberal iktisat tenkidi iliştirdiler. Küreselleşme azgınlaştıkça, kültürel büzüşmelerin yoğunlaşması ve milletlerin kendi kabuğuna çekilme iradesinin güçlenmesi tabiidir.

Covid-19 salgınıyla birlikte iç bünyeye dönüş arzularıyla beslenen hareketlerin ivme kazanması çok olası. Nitekim bunun somut izdüşümlerini hâlihazırda müşahede ediyoruz. Geçtiğimiz hafta sonu Almanya, İspanya ve Bulgaristan gibi AB üyesi ülkelerde milliyetçi, sağ-popülist oluşumların sponsorluğunda kitlesel protestolar düzenlendi. Bu manzara, önümüzdeki dönemde daha da kristalize olacak ve yaygınlaşacaktır.

DAHA ÖNCEKİ AŞIRI SAĞCI DALGA MARJİNALDİ, BUGÜN DAHA KİTLESEL

Yalnız bu aşırı sağ dalga 80’lerden yani Sovyet Bloku'nun yıkılmasından önce bile vardı. Dazlaklar adıyla medyada adlandırılan grupların o dönemde medyada yer alış biçimini hatırlayın. Peki, önceki dalgalarla bu dalga arasındaki fark ne?

Elbette. Ne var ki Avrupa milliyetçiliğini “dazlaklığa” indirgemek büyük bir hata olur. Dazlaklık bir dönem milliyetçiliğin karikatürleştirilmesine yaradı, bu doğrudur. Örneğin 1980’lerin Almanya’sında Michael Kühnen’in öncülüğünde sokaklarda SA üniformalarıyla gezen tipler artık buharlaşmış vaziyettedir. Her ne kadar dazlak profilin hâlâ irili-ufaklı gruplar aracılığıyla varlık belirttiği yadsınamazsa da, günümüz dazlakları çoğunlukla bir kimlik arayışında olan başıboş ve olgunlaşmamış gençlerden müteşekkildir. Hatta 1941 yılına değin Adolf Hitler’in sağ kolu olarak kalan Rudolf Hess, 1980’lerde oğlu Wolf Rüdiger Hess’le müebbet hapse mahkûm olduğu Spandau Cezaevi'nde yaptığı görüşmelerde, dazlakların eylemlerinin zaman aşımına uğramış kalıplardan ilham aldığını ifade etmişti mesela. Bu kara komik imge bugün milliyetçi ve sağ-popülist partilere akan milyonlarca oyun taşıdığı gerçekliği perdelememeli. Önceki dalga, hakikaten marjinal bir karakteri haizdi. Saf şiddete eğilimli, oy oranı ekseriyetle yüzde 0-1 arasında seyreden ve tam anlamıyla bir legalleşmeyi bir türlü benimseyemeyen bir organizasyonlar manzumesi vardı.

Bugün teknikler, söylemler ve hedefler değişti. Sistemin içinde örgütlenen bir sistem karşıtlığına atıf yapmak mümkündür. Evet, yine sokak eylemleri var belki ancak bunlar genelde -istisnalar her zaman oluyor- hukuk çerçevesinde kalıyor. Dahası bütün enerjisini legal siyasal mücadeleye vakfeden yapılardan söz edebiliriz. Bu mücadelenin meyvelerini topladıkları da aşikârdır.

MONOBLOK BİR AŞIRI SAĞ HAREKET YOK

Sizce bu aşırı sağ dalga, AB ülkelerinde çok-kültürcü yaklaşımın tamamen askıya alınarak göçmen karşıtı politikaların bütünüyle hâkim olduğu politikalar paketinin uygulanmasına kadar varır mı?

Bir meseleyi açığa kavuşturalım evvela isterseniz. Bugün Avrupa’da monoblok bir “sağ” yok. Genel bir tabirle sizin “aşırı sağcı” olarak değindiğiniz cenahta bile mutlak bir bütüncüllük yok. Klâsik milliyetçiler var, evet. Ancak bir de sağ-popülistler ve ulusal-muhafazakârlar var. Bu noktada terminolojinin belirleyici olduğunu zannediyorum zira hepsini bir torbaya doldurduğunuzda pratikteki ayrımları inkâra düşüyoruz ki, bu durum karşımızda beliren dinamikleri doğru kavramamıza mâni oluyor.

Şunu açıkça ifade edelim: Günümüzde Doğu Avrupa’daki 1-2 örnek müstesna Avrupa’daki bir milliyetçi, sağ popülist yahut ulusal-muhafazakâr iktidarın nasıl davranacağını bilmiyoruz. Nedeni çok basit: Hiçbirinin tek başına, dört başı mamur bir iktidar deneyimi yok, olmadı. İtalya’da LEGA lideri Matteo Salvini bir süreliğine absürt bir koalisyonda yer aldı örneğin. Keza Avusturya’da FPÖ’nün de koalisyon ortaklığı dışında bir tecrübesi bulunmuyor. Her iki örnekte de ülkeler -birtakım medyatik şovlar dışında- göçmen kabul etmeye devam etti. Ancak şu var: Bu üçlü akımın yarattığı toplumsal baskı, Avrupa’daki geleneksel merkez-sağı çok dramatik bir biçimde etkiliyor. Merkez-sağ kan kaybetmemek adına söylemini özellikle sağ-popülistlerin ve ulusal-muhafazakârların diline endeksliyor.

Buna rağmen muktedir bir milliyetçi, sağ popülist veya ulusal-muhafazakâr iktidarın neler yapacağı, muhalefetteyken verdiği vaatlerin ne kadarını gerçekleştireceği, çelişkilerinin neler olacağı ve zıt kutbunda konumlanacak toplumsal muhalefetin nasıl davranacağı meçhuldür. Başka bir deyişle elimizde henüz yetince somut veri, ipucu yok. Hâl böyle olunca da bu soruya verilecek her cevap spekülatif olur.

AVRUPA’DA HER ZAMAN SAĞ İLE SOSYALİZM ARASINDA GEÇİŞKENLİKLER OLMUŞTUR

Aşırı sağcı dalga Avrupa’da sosyal demokratları ya da diğer sol hareketleri de olumsuz etkiledi diyebilir miyiz? Sol partiler ya da gruplarda da sağa doğru bir kayma gözlemliyor musunuz?

Hayır, böyle “sağ sapmacılık” intibaı edinmedim doğrusu. Ancak her şeye rağmen bir “Avrupa solu uzmanı” değilim. Öte yandan söz konusu milliyetçi yükselişin sol hareketleri etkilediği doğru. Başlangıçta altını çizdiğim “milliyetçi tabanın proleterleşmesi” mevzuu bu etkileşimi parlatıyor. Bir bütün olarak milliyetçi cenah, bugün sol jargonla sağ siyaset icra ediyor. Hâl böyle olunca milliyetçiliğin çekiciliği de artıyor tabiatıyla. Bir de Soğuk Savaş bağlamında bir anlam arz eden “sağ/sol” çatışmasının fizikî sınırları 21'inci yüzyılda artık eskisi kadar işlevsel değil. Fransa’daki Sarı Yelekliler eylemleri bunun en güncel ve en yakıcı illüstrasyonuydu bana kalırsa. Anarşistler, anarko-sendikalistler ve sosyalistler milliyetçi, sağ-popülist, sosyal Katolik ve hatta monarşistlerle birlikte eylemlere aynı saflarda katıldılar.

Avrupa milliyetçilik tarihini incelediğinizde aslında bu bizdeki kadar şaşırılacak bir duruma işaret etmiyor. Sosyalist siyaset ile milliyetçi düşünce arasında muazzam geçirgenlikler mevcuttur. Georges Sorel devrimci sendikalizmin teorisyenlerindendir örneğin ancak faşizmi şekillendirmiştir. Fransa özelinden devam edecek olursak karşımıza sosyalizmi milliyetçilik için terk eden Georges Valois’ları, Maurice Barrès’leri, Jacques Doriot’ları görürüz. İtalya’da Benito Mussolini, gazetecilik yıllarınca anarşizmle flört hâlindeki bir Sosyalist Parti üyesiydi. Hatta 1943 yılında tesis ettiği İtalyan Sosyal Cumhuriyeti’nin ekonomi politikasını nakşederken eski Komünist Parti üyesi Nicola Bombacci’den yardım talep etmiştir. Keza Almanya tarihinde de örneğin Strasser Kardeşler, Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi içinde bir “sol kanat”ı ete kemiğe büründürüyorlardı.

Diyeceğim o ki, Avrupa’da milliyetçiler tarih boyunca içlerinde uslanmaz bir anarşist çocuk yaşatmışlardır ancak milliyetçilikten sosyalizme geçenlerin sayısı pek azdır. Vardır ancak azdır. Dolayısıyla sol partiler sağa kayıyorlar mı bilemiyorum ama milliyetçiler tarihsel genetiğe sirayet eden ve hatta sinen “sol” DNA’larını seferber etmekte mahirler.

İSRAİL SEMPATİSİ, AMERİKAN SAĞININ AVRUPA SAĞINA SIZMA GİRİŞİMİNİN BİR SONUCUDUR

.

Bu yeni aşırı sağın faşizm ve Nazizm’den farklı olduğu bazı yönler olduğunu biliyoruz. Özellikle de anti-semitizm konusunda bu fark çok bariz. Anti-semitizm ırkçılıktır, elbette kabul edilemez ancak bunun İsrail sempatizanlığına kadar gitmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Yeni sağın Avrupa’da eski milliyetçiliğin birer sürümü olan faşizmden ve nasyonal-sosyalizmden farklı olduğu çok fazla yön var. Bakın, faşizm Birinci Dünya Savaşı evvelinde hüküm süren “La Belle Époque” yani Güzel Dönem’in tatlı monotonluğuna verilen tepkiyle süslenen ve yine Birinci Dünya Savaşı’nın siperlerinden fışkıran ve imzalanan sakat barış antlaşmalarıyla mühürlenen Avrupa merkezli bir antropolojik arayıştı. “Yeni İnsan” tasarımının kaynağı bu kesitlerdir. Bu yönüyle ben faşizmi bir siyasal hareketten çok bir kültürel paradigma addediyorum. Faşizm; edebiyatı, sanatı, estetiği ve aşırılıklarıyla bir dönemin hâlet-i ruhiyesiydi. Nasyonal-sosyalizm ise bütün bu niteliklerin üzerine anti-semitizmi bina ederek kendine has bir yol çizdi. Bu yolla maalesef sonraki yıllarda bütün Avrupa kıtasını kuşattı ve akabinde hepimizin aşina olduğu facialara imza attı. Nihayetinde her ikisi de sonlandı.

Bugün Avrupa’da milliyetçilik -yine bazı örnekler müstesna olmak üzere- antisemit dünya görünüşünden sıyrılabilmiş vaziyettedir. Her şeye rağmen, derinliklerinde en azından anti-Siyonizm vasfını sessizce canlı tuttuğu kanısındayım. Yani ırkçılığı görünürde önemli ölçüde törpülendi ancak yine de bazı kalıntılar var ki, bu da normaldir zira Avrupa milliyetçiliğinin zihin haritasının genel hatları -özellikle Fransa, Almanya ve Orta Avrupa’da- 19'uncu yüzyıldan bu yana antisemitizmle yoğrulmuştur.

Ancak klâsik anlamıyla “milliyetçilik” dairesinin dışında kalan günümüz yeni sağı, ki bunlar sağ popülistler ile ulusal-muhafazakârlardır, İsrail sempatizanlığına boyut atlatıyor. Bu noktada haklısınız. Bunun ise 11 Eylül paradigmasını müteakip Amerikan sağının Avrupa milliyetçiliğine sızma girişimlerinden mülhem olduğuna inanıyorum. Gerçekten de normal şartlarda Avrupa milliyetçiliği İsrail lehtarlığı için kurak topraklar olagelmiştir. Ne var ki 11 Eylül olaylarından sonra küresel “normal” hâlini alan İslâm düşmanlığı, buralara da nüfuz etti.

Bugün Steve Bannon ve Yoram Hazony gibi figürlerin Avrupa sağının iki bileşenini, sağ popülistler ile ulusal-muhafazakârları, Amerikan Tea-Party modeliyle uyumlu olarak formatlamaya çalıştığını gözlemliyoruz. İşin ilginç tarafı, bu mayanın şimdilik tutmasıdır. Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i, Almanya’da AfD, İtalya’da Salvini ile Giorgia Meloni, İspanya’da VOX, Hollanda’da Geert Wilders ve Avusturya’da FPÖ bu projenin fidelikleridirler. İsrail’le olan bu yakınlık iktidara gelene dek kamuoyunu “ürkütmemeye” dayanan bir strateji mi, yoksa samimi mi onu zaman gösterecektir elbette.

ASIL İSLAMOFOBİ, KÖKSÜZ VE OKUMAYAN SAĞ POPÜLİSTLERDE

İslamofobi konusu bütün aşırı sağda aynı dozda ya da aynı vurgu tonunda diyebilir miyiz?

Kesinlikle hayır. Avrupa’da şu anda İslâm düşmanlığının yürütücü gücü sağ popülistlerdir. Cehaletten kaynaklanan bir bağnazlık var. Sağ-popülistler köksüzdürler, okumazlar ve en önemlisi bütün stratejilerini popülist tekniğe odaklamıştırlar. Günlük yaşıyorlar ve günlük siyasete sıkışmış vaziyetteler. Milliyetçiler ile ulusal-muhafazakârlar ise öyle değiller. Entelektüel referansları 19'uncu yüzyıla ve hatta monarşiler çağına kadar iniyor. İslâm’a ve Müslümanlara saldırmak noktasında sağ popülistlere kıyasla çok daha dikkatliler. Sağ popülistler İslâm’a açıktan savaş ilân etmişken, diğerleri sadece Avrupa’nın dünyanın bütün Müslüman nüfusu kabul edemeyeceğini söylüyorlar. Arada ince ve fakat önemli bir nüans var.

Örneğin Avrupa milliyetçileri, sorunun İslâm’dan veya Müslümanlardan değil, Müslüman coğrafyalarda savaş çıkartarak Müslüman halkları Avrupa’ya sevk eden emperyalizmden kaynaklandığı görüşündeler. Bana kalırsa bu not edilmesi gereken bir hususiyettir. Dahası, benim konuştuğum Avrupa milliyetçileri, sağ popülizmin bir “sistem ürünü” olduğunu iddia ediyorlar. Yani tarihsel milliyetçiliğin yükselişine bir set çekmek için sistemin işleticileri tarafından piyasaya sürülmüş “sözde milliyetçiler” olduklarını ifade ediyorlar. Hedeflerinin savaş-göç-savaş döngüsüne hizmet etmek olduğunu paylaşıyorlar. Bu ilginçtir hakikaten. Keza ulusal-muhafazakârlar toplumların manevî ihtiyaçlarının olduğunu, Avrupa’nın Hıristiyan geleneklerini ihya etmek gerektiğini söylüyorlar. Oysa sağ popülistlerin dinî-inançsal başlıklarla hiç alakaları yok. Amerika marifetiyle türeyen sağ popülistler “mantar” oluşumlardır. Amerikan sağıyla aynı cehaleti paylaşıyorlar. Diğerleri bakış, yaklaşım ve çözümleri itibariyle farklılar. Milliyetçiler “her ulus kendi içine kapanmalı” derken, ulusal-muhafazakârlar da tarihsel-inançsal bağları kuvvetlendirmek suretiyle ulusların yeniden yapılandırılması amacını güdüyor. Elbette hepsinin kesişme noktaları var ancak İslamofobi bu noktalardan sayılamaz.

AVRUPA AŞIRI SAĞIN DAHA ÇOK SOKAK EYLEMLERİNE TANIK OLACAK

Korona krizi sonrasında nasıl bir Avrupa ve nasıl bir aşırı sağ tahayyül ediyorsunuz? Aşırı sağ daha da radikalleşecek mi sizce?

Radikalleşecektir, evet. Avrupa’da bundan sonra daha çok sokak eylemi göreceğimizi varsayıyorum mesela. Yerleşik hükûmetlere karşı irili-ufaklı ayaklanma girişimlerine kadar dahi varabilir iş. Covid-19 salgını münasebetiyle uygulanan kısıtlamaları ve yasakları bahane ederek şimdiden bazı kıpırtılar tespit edebiliyoruz. Esas depremler ise normalleşme süreçleriyle birlikte billurlaşacaktır. Avrupa ekonomisi büyük bir sarsıntı geçirdi, geçiriyor ve geçirecek. Merkez siyaset bu sarmaldan çıkabilmek için yeterli enstrümanlara sahip değil gibi görünüyor. Huzursuzluk büyürse, Avrupa’da onu örgütleyebilecek en cüsseli kuvvet genel tabirle milliyetçiler ve müttefikleridir. Tabii bu tip bir kargaşadan nasıl çıkılır veya kim galip çıkar bilemiyorum. Çünkü milliyetçiliğin karşısında duran blok da hiç cılız değil. Kasım ayındaki Amerikan seçimleri küreselciler ile vatanseverler arasında bir titanlar savaşına dönüşecektir. Seçimlerin sonucu bence Avrupa’daki gidişatı ve milliyetçi eylemliliğin seyrini de tayin edecektir.

Peki, yakın zamana kadar göçmenleri kontrol altında tutan ve Avrupa ülkelerine geçişlerine izin vermeyen, bu konuda AB ile iş birliği yapan Türkiye’nin son dönemde göçmenleri serbest bırakması, Avrupa ülkelerindeki Türkleri, Arapları ve Müslümanları daha da zor durumda bırakmayacak mı? İslamofobiyi tetiklemeyecek mi? Sizce Türkiye bu adımı atarken sorumlu davranmış oldu mu?

Türkiye’nin kendi ulusunu, kimliğini ve geleceğini savunma hakkı vardır -buna sonuna kadar inanıyorum. Sığınmacılar bugün için malum sebeplerden dolayı kendi vatanlarına dönemiyorlar maalesef. Dönmeleri gerekecek midir? Gerekecektir. Türkiye’de sayıları 6 milyona yaklaşan Suriyeli sığınmacıları ilanihaye misafir edemeyiz ve etmemeliyiz. Şayet edersek, bundan çok değil, sadece 20 yıl sonra bambaşka bir Türkiye demografisine uyanırız ki bu hiçbir taraf için arzu edilir bir durum değildir. Kendi idam fermanımızı imzalamış oluruz.

Hükûmetin Avrupa ile sınırları açması dönemin konjonktürü dikkate alındığında bence doğruydu. Avrupa devletleri sözlerine sadık kalamadı. Üstelik Suriye’deki askerî harekâtlarımıza da sorumsuzca müdahil olmaya çalıştılar.

Doğru olmayan o dönemde yapılan birtakım konuşmalar ve sınırlar açıldıktan sonra hem iktidardan hem de muhalefetten bazı yetkililerin davranışlarıydı diyebilirim. Keza sığınmacıların acıklı hâllerini 7/24 canlı yayında televizyon ekranlarına yansıtan kanalların yöneticileri de çok büyük bir ahlakî sorumsuzluk örneği sergilediler.

Öte yandan Avrupa’da yaşayan Türklerin ezici çoğunluğu yaşadıkları ülkenin vatandaşları konumundalar. Dolayısıyla bağlamlar farklı. Kaldı ki Avrupa’da İslamofobi Türkiye’nin yaptıklarından veya yapmadıklarından bağımsız olarak kendi mecrasında akıp gidiyor ne yazık ki.

Suriyeli mültecilerin ülkelerine dönmelerini sağlamanın yolu onların göstere göstere Yunanistan sınırına gönderilmesi, AB’den para koparmak amacıyla istismar edilmesi olmasa gerek. Türkiye’nin de altına imza attığı uluslararası anlaşmalara göre mültecileri zorla ülkelerine göndermek onları istemediği bir davranışa zorlamak suçtur. Ayrıca mültecilerin geri dönüşünü sağlamanın yolu basit. Suriye’de bir an evvel barışın yapılmasına katkıda bulunursanız ve savaş biterse onların ülkelerine dönmesini sağlayacak bir zemini yaratmış olursunuz. Öte yandan Suriyeli mülteciler de tıpkı Almanya’daki Türkler gibi vatandaş olurlarsa (ki bir kısmı olmuş durumda), o zaman sizin itiraz edeceğiniz bir yön kalmayacak demektir.

Avrupa Türklerinin büyük bir bölümü geçmişte bizzat Avrupa yönetimlerinin talebi ve daveti üzerine eski kıtanın yolunu tuttu. Neredeyse 1 milyon Türk işçisi Almanya’ya gitti mesela. Suriyeli sığınmacılar ise Suriye’deki savaş ortamı sebebiyle geçici koruma statüsüyle Türkiye’ye alındılar. Dolayısıyla bu tip mukayeseleri bağlamından kopuk olarak değerlendiriyorum açıkçası. Bizim Suriyeli kardeşlerimize salimen dönebilecekleri bir Suriye yani bir vatanları olması için yardımımız dokunmalı, Türkiye’ye yerleşmeleri için değil. Kaldı ki bazı sol ve liberal çevrelerin propagandalarının aksine birçok Suriyeli sığınmacının da vatanına döneceği günü iple çektiğini düşünüyorum. Çoğunluğun burada kalmak istemediği kesin. Ya Avrupa’ya gidişi ya da Suriye’ye dönüşü istiyorlar. Dolayısıyla vatandaşlık almalarını gerektirecek bir zemin yok. Esas olan yaşanabilir, barışçıl bir düzenin Suriye’de hızla tesis edilmesidir. Herkes için en hayırlı olan çözüm budur.

Sinan Baykent kimdir?

Cenevre Üniversitesi Siyasal Bilimler lisans ve Siyasal Psikoloji yüksek lisans mezunu. 2011-2015 yılları arasında MHP eski Genel Başkan Yardımcısı Yıldırım Tuğrul Türkeş’in başdanışmanlığı ile metin yazarlığı görevlerini üstlendi. 2015 yılından bu yana çeşitli ulusal ve uluslararası mecralarda siyasal tahliller kaleme aldı. Avrupa milliyetçiliği çalışmalarına “Baykent Raporu” adlı kişisel internet sitesi üzerinden devam ediyor. Yayımlanmış iki kitabı bulunuyor.

Tüm yazılarını göster