Birşeylerin rakipsiz şampiyonuyuz, orası kesin. Fakat nelerin;
teşhisi tam koyamıyor, doğru dürüst isim veremiyorum. Yüzlerce
insan öldürüldü, dehşet sahneleri yaşandı, insanı insanlığından
utandıran feci davranışlara şahit olundu, kaçınılmaz sonuçlarını
kaçınılmaz olarak akla getirdiğinizde tepeden tırnağa titrediğiniz
işler başladı… Ve biz daha ilk andan, kalkan toz dumanın arasında,
kanla çamurlaşan toprağın içinde bize dokunan kırıntılar, ele gelir
parçacıklar aradık, bulduk, onlarla oynamaya başladık. Oynadığımız
oyun da, başkalarının, eriyiğe dönmüş haysiyetleriyle, kanlarıyla
ıslanan molozların arasından özellikle sivri nesneleri seçip
birbirimize batırmaya çalışmak. Tabiî sinek uçuşunda bile kendimizi
doğrulama fırsatı bularak şişip şişip nefes alacak hava
bırakmadığımız, korunaklı odalarımızdan. Sahiden karşı karşıya
gelsek, güya kınadığımız, güya kabul edilemez bulduğumuz her şeyin
bin katını yapmaya -ya da sıvışmaya- hazır olarak.
Niye mi? Çünkü ahlâksızız. Fakat oyunun mümkün kılıcısı bu
değil. Benmerkezciliğimiz. Ve elbette karakterimizin mütemmim cüzü
ırkçılığımız.
İsrail-Filistin meselesi elbette karmaşık. Tam nereye
tarihleneceği bile tartışma konusu olan başlangıcından bu yana
geçen zaman, basit unsurlarını bile karmakarışık hale getirdi.
“Taraflar” diye tasnif edilebilecek insan grupları kendi içlerinde
büyük değişimler geçirdi. İsrail tarafı daha az, Filistin tarafı
daha çok. Meselenin tarafları sadece bu iki aslî unsur olsa belki
işler bu kadar karışmazdı. Fakat bu tarafların yanına, arkasına,
bazen önüne başkaları dizildi. Bambaşka çıkarlarıyla, bambaşka
hesaplarıyla. Onların geçirdiği değişimler, hattâ zaman zaman bir
tarafta görünüp öbür tarafa oynama numaraları, her şeyi daha da
karıştırdı. Bu yüzden, bu meseleye dair görüş beyan edecek, tavır
takınacak, analiz yapacak, sonuçlar çıkaracak insanın işi zordur.
Konunun, alanın uzmanı saydığımız insanlar ağızlarından çıkana
dikkat ederler, temkinli konuşurlar.
Bu yüzden, henüz Hamas’çıların İsrail topraklarına nereden nasıl
girdiklerinin bile anlaşılmadığı aşamada atıp tutanlarımız ya
şuursuz ya terbiyesiz, her hâlükârda sorumsuz kimselerdir. Olayın
çapı, boyutları, dinamiği vs. ortaya çıkmaya başladıktan sonra var
güçleriyle, sosyal medya sayesinde adı “yorum” olan önyargı kusma
faaliyetine girişenlerse hadsiz şımarıklar.
Öncelikli meselemiz bu değil. Nasıl oluyor da, yüzlerce insanın
can verdiği, binlercesinin daha hayatına mal olacağı belli feci
birşeyler yaşanırken, pek az istisna dışında hepimiz kendimizi
doğrulama ve bambaşka işler için buradan fayda çıkarma hırsıyla
lafımızı köpürte köpürte ortalığa atlıyor ve kendi şarkımızı
söylemeye başlayabiliyoruz? Daha büyük insanî zaaf, daha ciddî ruh
hastalığı var mıdır?
En kalabalık gruplardan başlayalım. İlki, Yahudi
düşmanları. Bunların İsrail’in yaptığı ettiğiyle alâkası
yok. İsrail ordusu dünyanın en müşfik kurumu olsa, İsrail devleti
topraklarındaki ve çevresindeki Araplara dostça davransa bile
bunlar son Yahudi de yeryüzünden silinmeden rahat etmeyeceklerdir.
Maalesef “ırkçılığa asla cevaz vermez!” iddiasıyla sarmalanan dinî
ideolojide, ırkçılığı milliyetçiliğin de ötesine uzatan bu tür
önyargı kaynakları sağlam. Bu “doğuştan düşman” kavramının, fikre,
zihne de dayanmaksızın, âdetâ bünyede varolması, çoğu zaman
ayrımsızca İsraillilere atfedilir -ki, bu ayrımsızlık başlıbaşına
ırkçılık. Oysa bu illet, aynı bünyeler, Yahudiliği bir tür ırkçılık
olarak benimseyenlere özgü değil; çevresini sarmış toplumlarda da
yaygın -tersinden. (Bu “doğuştan yobazlığı” etkisizleştirebilecek,
giderebilecek, ırkçılığın her türlüsüyle mücadele eden insanlar,
sadece bahsettiğimiz meselenin iki tarafında değil, her tarafta,
bütün savaşçıların gözünde en tehlikeli gruplardır. Bugün andığımız
10 Ekim Ankara Katliamı kurbanları gibi.) Türk-İslâm ırkçısının
gözünde “Yahudi”, görüldüğü yerde ortadan kaldırılması gereken bir
zararlı; onun tarafını tutmak, onu haklı bulmak bir yana, yalnız
onun yaşam hakkını savunmak bile hainlik, “Yahudi sevici”liktir.
Hamas’ın İsrailli sivilleri öldürmesi, onlara eziyet etmesi bu
tiplerce sevinçle karşılandı. Bu, DAİŞ kafa keserken ortalıkta
dışavurulamayan, mecburen saklanan sevincin serbest alan bulması
gibiydi. (Nitekim Hamas da kafa kesti ve video çekti. Üstelik
-henüz birkaç kaynaktan doğrulanmadı ama- kafasını kestiği
adamlardan biri galiba İsrail’de çalışan bir Taylandlı.) Müminleri,
kendi insaniyetlerini bozan “doğuştan düşmanlık”tan kurtarmaya
niyetli kimse var mı, bilemiyorum. Zira en aklıbaşında saydığımız
insanlarda bile, İsrail sözkonusu olduğunda birden kaş göz oynamaya
başlayabiliyor.
İkinci grup, herkesten ve her şeyden üstün, okuryazar büyükşehir
insanlarından oluşuyor. Bunlar da en az ilk grup kadar rahat.
Kimden nefret edileceği belli, haklı-haksız sorunu yok, İsrail
medenî, Araplar ilkel, vesaire. Öyle uzun boylu eşelemenize gerek
yok, azıcık kurcalayınca, aslında bu grupta da hatırı sayılır
Yahudi düşmanlığı tesbit edilebiliyor. Ancak bu kesimin içinde,
“Yahudi” ile İsrail’i ayırt etmeyi bilen, tabiî bu ayrımı hayır
için değil kendi çıkarına kullananlar var: “Yahudi”ye güven olmaz,
ama İsrail Ortadoğu’da Türkiye’nin “konuşabileceği” yegâne unsur.
Zira öbürleri Arap; “bizi arkadan vurmuş”lar, cahiller,
ilkeller, vesaire. Ayrıca Filistin Kurtuluş Örgütü, zamanında,
Türkiyeli anarşistleri barındırmış, eğitim kamplarına almış. Yani
Filistinliler pek de dibimize sokulmasalar iyi olur. Hem zaten
şimdi bir de silahlı örgütleri İslâmcı oldu, hepten uzak dursunlar.
Fakat yani tabiî, İsrail’in de Gazze’yi mazzeyi öyle topyekûn
bombalaması fena, çünkü bu Araplar oraya tıkılı duramazlarsa buraya
gelerek sokakları doldurmaları, sahillerden denize girmeleri
ihtimali var.
Yalnız bu defa, sanırım ilk olarak, açıkça İsrail’i
desteklediğini beyan eden karakterler oyuna girdi. İsrail
devletinin, zaten barındırdığı ırk ayrımcılığını bütünüyle meşru
yaşam hakkının doğal gereğiymiş gibi sunması, bu kişilere göre,
hesaba katılması gereken olgu değil. Hâlihazırdaki Netanyahu
hükümetinin, bu ülkenin tarihindeki en faşizan hükümet oluşu,
milyonlarca Filistinli’nin onurunu her gün, her dakika ayaklar
altına alan apartheid uygulamalarını yayması, tedricî etnik
temizliği hızlandırması da mesele değil. Daha fenası, şimdiye kadar
ordu eliyle ve daha çok “güvenlik sağlama”, “isyan bastırma”
kisvesi altında, üniformalarla yürütülen tahakküm pratiğinin,
“yerleşimci” sıfatı takılmış sivil faşist grupların devreye
sokulmasıyla, halklar arası nefreti daha da besleyecek,
derinleştirecek şekle büründürülmesi hesaba katılmıyor.
“Yerleşimci” terörünün gırtlağa dayanmış bıçak haline gelişi,
Filistinlilerin evlerinin silahlı saldırganlarca güpegündüz
basılması, çocukların itilip kakılması, evlerin, tarlaların,
ağaçların yakılması Hamas’ın saldırısındaki şiddet dozunu ve bu
şiddetin ne kadarının Filistin toplumunun ne kadarınca
destekleneceğini, onaylanacağını, hoşgörüleceğini veya görmezden
gelineceğini belirlememiş midir? Bunları yok sayarak
değerlendirebilir miyiz olanları? Fakat işte, orada olan bitenle
alâkamız sınırlı, kendimizi onaylama güdümüz her şeyin önünde
bulunduğundan, “İsrail’i destekliyorum” diye ortaya çıkanları
İsrail’in değil yalnız Hamas’çıların yediği haltlar ilgilendiriyor.
İsrail ordusu ile Hamas ya da kabaca İsrail ile Filistin arasında
geçen savaş böylece, bizim aramızda oynanan oyuna daha kolay
dönüşebildi.
Burada durmadık elbette. Onlarca yıllık İsrail saldırganlığının
ve Filistinlilerin düşürüldüğü “ikinci sınıf insan” konumunun
farkında olan bazılarımız da, meselenin temelinde yatan bu
birincil-temel etken yokmuş gibi konuşmaya başladı. Hamas’ın
İslâmcılığını bütün Filistinlilere teşmil etmeye varan bu yaklaşım
İsrail’in ve Filistin meselesi sözkonusu olduğu anda bütün
ciddiyetini bir tarafa bırakıp kendini İsrail politikasına angaje
kılan Batı basınının resmî sunumuyla örtüşüyor. Batı basınını
-gayet güvenilir haberler verdiği, başka yerlerden edinemediğimiz,
yararlı bilgileri aktardığı birçok zaman- emperyalizmin ajanı
saymaya pek hevesli bu kimseleri sözkonusu örtüşme nedense rahatsız
etmiyor.
Kendi sorunlarımızı ele alırken de hep aynı faydacılığı,
gönüllü-maksatlı görmez-duymazlığı tercih ediyoruz. Öyle ki,
yeğlenebilen bönlük diye bir şey icat etmişiz sanki. Daha
acısı, hunharca öldürülen insanlar için gerçek üzüntü duyabiliyor
muyuz, pek şüpheli. Bizi her türlü hissizliğe, aldırışsızlığa mı
alıştırdılar, insanî tepkiler gösterdikçe kafamıza vurarak? Böylece
insanî tepki gösterilemeyeceğini bildiğimiz dünyaya doğduk ve orada
mı yetiştik?
***
10 EKİM • Bu satırları yazarken, arada durup durup tarihe
bakıyorum. 10 Ekim. Birileri, ülkenin batısıyla doğusu arasındaki
duygusal -evet, öyle; çünkü siyasî uzantısı henüz elle tutulur
kıvama gelmemişti, sadece dokunulabilir olmuştu, üstelik duygusal
olan temelden tehlikeliydi- yakınlaşmanın ne muazzam bir
demokrasi-hukuk devleti tehlikesi doğurduğunu tesbit etmiş, bu
gidişe acilen dur denmesini münasip görmüştü. Bambaşka saiklerle
oradaki insanları öldürmekten fayda umanların yolunu açtılar.
Bedeli, 104 insanın can vermesiydi. Bunlar zaten varlığına mecburen
katlanılan toplumun -çünkü toplumsuz devlet olamıyor- makbûl
kesiminden değildi, hattâ azalmaları iyi bile olurdu. Onları
öldürenin kimseye hesap vermesi gerekmiyordu. (Bu vesileyle, Ankara
Katliamı ertesinde oylarının arttığını söyleyen Ahmet Davutoğlu’nu
tekrar önce itirafa sonra tövbeye çağıralım, belki duyar da, bunu
yapmadığı sürece insan olarak kaale alınamayacağını hatırlatmış
oluruz.) Ankara Katliamı’nda yüzden fazla insanın can vermesi
karşısında yüreğinde tek tel titremeyen milyonlarca insan var. Oh
diyen faşistlerden çok bunlar önemli. Yetkili bir şahıs
televizyonda gülüşünü gizleyememişti, hatırlarsanız. Yetkili
herhangi bir şahsın yüzünde en ufak üzüntü belirtisi görmemiştik.
Zaten bizde cinayetlerin, katliamların hemen ertesindeki
işaretlerden anlarız, failin kimliğini ve yaratılan dehşetin
arkasındaki maksadı. Bu defa, iş mahkemelerde süründürme ve
ölenleri anmaya kalkanlara eziyet etmeye bile varmadan, duyuru
hemen oracıkta yapıldı: yaralıları kurtarmaya çalışan, perişan
haldeki insanların üzerine polis gaz sıktı, ölülerin yaralıların
yığıldığı hastane kapılarında şok geçirmiş insanlar bekleşirken
faşistler arabalarla geçip caka sattılar, tehditler savurdular;
kimse onlara dokunmadı. Sonra işte, oylar arttı…
***
MANUEL’İ KAYBETTİK • Türkiye’nin en önemli, başarılı
fotoğrafçılarından Manuel Çıtak’ı birden, nasıl olduğunu bile
anlayamadan kaybettik. Nevi şahsına münhasır, zengin hayat
tecrübesine sahip, karanlık odada gerçek bir usta, fotoğrafta
kendine özgü görüşü, tavrı olan, heyecanlı bir insandı, dostumdu.
Tanıyan herkes gibi, şaşkın ve çok üzgünüm. Şebnem’e, çocuklarına,
bütün yakınlarına ve sevdiklerine başsağlığı diliyorum.