Sinema yazarları Oppenheimer'ı değerlendirdi: Komünist misin? Sovyet ajanı mısın?
Sinema yazarları, fizikçi Julius Robert Oppenheimer'ın ABD'nin atom bombası geliştirme sürecindeki rolünü ele alan "Oppenheimer" filmini yorumladı.
DUVAR - Amerikalı fizikçi Julius Robert Oppenheimer'ın hayatına odaklanan Christopher Nolan filmi "Oppenheimer", bugün vizyona girdi. Filmin oyuncu kadrosunda Cillian Murphy, Emily Blunt, Matt Damon, Florence Pugh, Rami Malek, Kenneth Branagh, Gary Oldman ve Robert Downey Jr. gibi isimler yer alıyor.
Sinema yazarları Uğur Vardan, Burak Göral, Olkan Özyurt ve Şenay Aydemir "Oppenheimer"ı yorumladı.
Uğur Vardan: Christopher Nolan, büyük ve şaşalı sinema anlayışını bir kez daha inşa edebileceği bir öykü bulmuş ve bu öykünün etrafında dolandıkça dolanmış "Oppenheimer" özelinde. Film, iki ana katman üzerinde ilerliyor; biri J. Robert Oppenheimer’ın en büyük insanlık suçlarından ikisi konumundaki Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarını hazırlama aşaması, diğeri de aynı kişiye yönelik savaş sonrası "Komünist misin? Sovyet ajanı mısın?" minvalindeki soruşturma süreci. Bence ikinci katman filmi çok uzatan yorucu bir bölüm ama sanırım bu çabanın da bir karşılığı var; Amerikan demokratlarının seveceği bir filme imza... Bu türden hamleleri daha önce Oliver Stone yapardı ama meselenin hakkını çok daha iyi bir şekilde verirdi. Nolan bence kendi sinemasına hayran, sürekli "Ben, ben" diyen kibirli bir yönetmen. "Oppenheimer"da da bu reflekslerine uygun davranmış.
Ama şunu da belirtmeliyim, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bomba sahnelerini görsel malzeme olarak kullanmamasını takdir ettim. Sonuç olarak özellikle Batı’daki eleştirmenlerin göklere çıkardığı kadar büyük ve önemli bir film olduğu kanısında değilim.
Burak Göral: “Oppenheimer”, batıda tersi sıkça dile getirilse de bence Christopher Nolan’ın en iyi filmi değil ama güçlü bir film. Yoğun bir hayatın, sansasyonel bir kariyerin ve 220 binden fazla kişinin ölümüne sebep olmuş bir ‘cihaz’ın mucidinin iç çatışmalarını bir filme kusursuzca sığdırabilmek kolay da değil zaten. Uyarlandığı kitap 'Amerikalı Prometheus' bu anlamda çok güçlü yazılmış bir belge-kitap ama
Nolan bu kitabı senaryolaştırırken ekseni Oppenheimer’ın savaş sonrasında, McCharty dönemindeki cadı avı dahilinde yapılan sorgulamalarına doğru kaydırmış daha çok. Halbuki bu karizmatik ve dahi diyebileceğimiz fizikçinin Hiroşima ve Nagazaki sonrasında yaşadığı travmayı yer yer çok iyi sinemalaştırdığı bazı sahnelerle kurabilmesine rağmen, bu iç hesaplaşmanın üzerine çok da gitmemiş. Atomik Enerji Komisyonu başkanı Lewis Strauss ile Oppenheimer arasında, Amadeus-Salieri benzeri bir gerilim oluşturmuş ve bu gerilim üzerine inşa edilen soruşturma sahneleri arasında gidip gelen geri dönüşlerle bol diyaloglu bir yapı kurmuş. Gerilimi ve tansiyonu hareketten ziyade müzik, ses ve kitapta da geçen güçlü bazı diyaloglarla sağlamış.
Elbette Cillian Murphy ve Robert Downey Jr.’ın performansları kesinlikle çok iyi. Ama muhteşem ses tasarımı ve Ludwig Göransson’un müzikleri de en az oyuncular kadar baskın rollerdeler...
Olkan Özyurt: Atom bombası, İkinci Dünya Savaşı’nı bitirdi, öyle mi gerçekten? Christopher Nolan, atom bombasının mucidinin biyografisi üzerinden ABD ve dolayısıyla Hollywood’un tüm o İkinci Dünya Savaşı anlatısını yerle bir ediyor.
Bombanın savaşı bitirmediğini, yeni bir savaşı başlattığını, sadece Japonya’ya değil insanlığın geleceğine atıldığını anlatıyor. Ne uğruna? ABD’nin dünyanın jandarmalığına soyunma isteği uğruna. Bu suçu işleyenin de ABD Başkanı Truman olduğunu tokat gibi bir sahneyle hatırlatıyor. Ve bunları Oppenheimer’ın hikayesi üzerinden anlatırken onu suçlamıyor. İçerden ve dışardan ikili portreleme anlatısıyla onun yaşadığı trajediye odaklanıyor. Tarihe geçme hevesinin, başarma hırsının ve vicdana kulak asmayan rasyonel aklın yaşadığı trajedisi bu. Ve Nolan soruyor ve anlamaya çalışıyor; Oppenheimer bu trajediyle nasıl yaşayabildi? Dört dörtlük bir biyografi filmi, iddiasını karşılayan yönetmenin "Yıldızlararası" (Interstellar) filminin yanına ilişen bir yapım.
Şenay Aydemir: Nolan bu kez bildik sinemasının temel unsurlarını kullanmaktan imtina etmiyor ama daha kontrollü, daha hikaye odaklı ve daha fazla mevzuya ihtiyatlı bir biçimde giriyor. Batman serisinin son filmi "Kara Şövalye Yükseliyor"daki muhafazakar Amerikancılığının yerini bu kez daha merkeze doğru çekmiş, Hollywood’un geleneksel liberal söylemine yaklaşmış gibi.
Japonya’ya iki atom bombası atıldıktan sonra bir kahraman olarak karşılanan Oppenheimer’ın ahlaki ikilemleri de filmde baş gösteriyor. Kendisinin de "Ben artık ölüm oldum. Dünyaların yok edicisi" sözleriyle ifade ettiği bu ahlaki ikilemin ele alınış biçimi hayli sorunlu. Nolan burada kurnazca bir hileye başvuruyor. Oppenheimer’in bomba yapım sürecindeki mecburiyetlerini, yıkımın sonrasındaki üzüntüsünü, nükleer silahlanmaya karşı yürüttüğü mücadeleyi, hattı bunun için ödemek zorunda kaldığı bedeli haklı bulsak bile bazı sorular yanıtsız kalıyor. Nolan’ın hilesi de bu noktada devreye giriyor. Bu haklı soruları, filmin en ‘kötü’ karakterine sorduruyor. Politik ve kişisel hırsları yüzünden Oppenheimer’in itibarını düşürmek için kumpas kuran Lewis Strauss, üstelik seyircinin gözünde en düşük olduğu anda, filmin kötü adamına dönüştüğü noktada bir anda heybesinden çıkarıp bu soruları ortaya atıyor ve bir kısmının cevabını da kendisi veriyor. Böylece hem Oppenheimer’in hayatına dair can alıcı sorular es geçilmemiş oluyor hem de kimin sorduğuna bağlı olarak değersizleştiriliyor.
Nolan’ın uzun yıllar sonra sakin kalmayı başardığı ve üzerine uzun uzun konuşulabilecek malzemeleri hikayesine yedirdiği bir yapım "Oppenheimer".