Geçtiğimiz haftalarda İzmir Büyükşehir Belediyesi il genelindeki
7 cemevinin imar planlarına ibadet alanı olarak işlenmesine yönelik
karar almıştı. Geçen hafta da İstanbul Büyükşehir Belediyesi İl
Genel Meclisi’nde İstanbul'daki 93 cemevinin ibadethane statüsünün
tanınmasına yönelik önerge verilmiş ama meclisten, iktidar ve onu
destekleyen partinin üyelerinin muhalefet oylarından ötürü olumlu
karar çıkmamıştı. Alevilerin kendilerini ve ibadet biçimlerini
tanımlamayla ilgili devlet erkleriyle aralarında önemli bir fark
söz konusu. İnanç özgürlüğünün en temel dayanağı olan
ibadethanelerinin kurumsal temsili yok sayılıyor. Bu geleneksel
açmaz ve sorun yumağı yakın zamanda çözüleceğe benzemiyor. Bu
mayınlı alanın tartışmaları yeniden ülke gündemine oturması
vesilesiyle bu hafta Alevilerin Türkiye’de sinemaya nasıl
yansıdığının köşelerini çizmeye çalışacağım.
EDEBİYATTAN SİNEMAYA: NUR BABA
Yakup Kadri’nin 1921'de gazetede tefrika edilen, ancak gelen
tepkilerden ötürü yarım kalıp 1922’de doğrudan kitap olarak basılan
Nur Baba romanı, dejenere bir Bektaşi babasını
anlatıyordu. Yakup Kadri’nin kişisel ilişkilerinden hareketle
kötüleyerek anlattığı Bektaşi şeyhinin hikayesi aynı yıl Muhsin
Ertuğrul tarafından sinemaya uyarlanmaya başlandı. Filmin
çekimleri, o dönem canlı bir Bektaşi tekkesinin de bulunduğu
Eyüp’te yapılıyordu. Çekimlerden haberdar olan Bektaşiler sete
gelip tepki göstermiş, malzemelere zarar verip filmin çekimini
durdurmuşlardı. Ancak aynı yıl Muhsin Ertuğrul bu hikayeyi
Boğaziçi'nin Esrarı ismiyle değişmiş, oyuncularla filme çekmişti.
Film günümüze ulaşamadı. Zira film, 1959’da İstanbul Belediyesi
Film Deposu'nda çıkan yangında yok olan yüzlerce filmden biriydi.
Bu Alevi ve Bektaşi ruhun yansıtmaktan ziyade Yakup Kadri’nin
-iddialara göre- kişisel hırsından ötürü olumsuz bir tablo içinde
anlattığı dejenere Bektaşi şeyhiyle başlayan ilişki, uzun yıllar
Türk sinemasının tek örneği olarak varlığını devam ettirdi.
DAR-I MANSUR SAHNESİYLE
KIZILIRMAK-KARAKOYUN
Kızılırmak Karakoyun ismiyle Türk sinemasında üç film yapıldı.
İlk film Nazım Hikmet’in senaryosunu yazıp Muhsin Ertuğrul’un
1947’de çektiği versiyondu. İkinci versiyon ise Ömer Lütfi Akad’ın
1967’de kendi senaryosundan çektiği versiyon olmuştu. Bu filmde
Yılmaz Güney başrolde oynamıştı. Yıllar sonra 1993’te de yeniden
uyarlandı Ömer Lütfi Akad’ın çektiği 1967 yapımı filmde, ilk defa
bir Dar-ı Mansur mahkemesi kurulmasıyla Alevilik inancının temel
dayanaklarından biri sinemaya taşınmış oldu. Adalet kavramını kendi
mahkemelerinde kendi din önderleriyle sağlayan bu kapalı inanç, ilk
defa bu filmde kendini dışı vurur. Göçebe bir grup içinde geçen
hikâyede, oba beyinin, kızına sevdalanan çobana kızını vermek
istemeyerek oba beyi ile çoban arasında Dar-ı Mansur mahkemesi
kurulur. Taraflar dinlenilir ve zor bir şartla çobanın oba beyinin
kızıyla evlenmesine müsaade verilir. Filmin sonunda mahkemenin
hükmünün bağlayıcılığı da ortaya koyulur. Oba beyi sözünde
durmadığında oba halkı ayaklanıp çobanın yanında yer alır. Filmde
isimler de Alevilik terminolojisine uygundur. Çobanın adı Ali
Haydar, Oba beyinin adı Hüseyin’dir. Müziklerse o dönem henüz
bağlamayı elinden bırakmamış olan Orhan Gencebay’ın eseriydi.

1973: PİR SULTAN'DAN NESİMİ'YE ALEVİ OZANLARI
SİNEMADA
1973 yılı sinemada Alevi görünürlüğü için özel bir yıl. Hem
Türkiye’de hem de o dönemki Adıyla Azerbaycan Sovyet Sosyalist
Cumhuriyeti’nde yedi Alevi ozandan ikisi sinemaya taşındı.
Türkiye’de Pir Sultan Abdal, Azerbaycan’da ise Nesimi beyazperdeyle
buluştu. Remzi Jöntürk’ün çektiği Pir Sultan filmi Ali Ekber
Çiçek’in deyişleriyle ve Fikret Hakan’ın oyunculuğuyla birlikte
verilmişti. İyi niyetli bir çabanın görsel halidir Pir Sultan
filmi. Memleketin televizyonları sınıflandırırken “dini film” diye
sınıflandırdıklarından yıllarca Ramazan ayında sahur vakti
yayınlandı bu film. Ailecek gece vakti uyanıp çölde vaha
bulmuşçasına Pir Sultan filmi izlemişliğimiz çoktur. Pir Sultan’ın
hoşgörüsü, Hızır Paşa’ın aymazlığı, aç gözlülüğü, hırsı,
koparamadığı gülü, Pir’in kızı Sanem’a talip olan gence verdiği
öğüt olan dünya gözüyle sevdiği Sanem’i gönül gözüyle sevmeyi
öğrenip gene gelmesini istemesi… İçi dolu şekli zayıf bir
filmdi.

Aynı yıl Azerbaycan’da da hem Türk şiiri için hem de Alevilik ve
Hurufilik namına en güçlü şairlerden biri sayılan Nesimi’nin
hayatını Hasan Seyidbenli beyaz perdeye taşıdı. Nesimi isimli
filmde; Hurufilik, Şirvanşah ve Fazlulllah Esterebadi’nin
mücadelesi, Nesimi’nin şiirleri görselliğin dünyasına taşınıyordu.
İnternet ortamında bulunması mümkün olan Nesimi filmini izleyenler,
Azerbaycan Türkçesinin aslında Türkiye Türkçesine ne kadar yakın
olduğunu da görecekler. 2019 yılı Azerbaycan’da Nesimi’nin 650.
doğum yılı olmasından ötürü Nesimi Yılı ilan edildi. Bu çerçevede
bir dizi etkinlik yapıldı. Adına para basmak, Sami Yusuf’un
Nesimi’nin “Sığmazam” şiirini güçlü bir konserle birlikte senfonik
olarak okuması ve Nesimi filminin yenilenip dijital ortama
aktarılması bunlardan bazıları. Yeri gelmişken bahsetmekte fayda
var. Azerbaycan’da Nesimi’ye normalde de çok değer veriliyor.
Nesimi’nin heykeli, metro durağı bölge adı, tiyatrosu gibi
değerlerin yanında hemen herkes de onun şiirlerini bilir. Ayrıca
Fuzuli’nin ve Şah İsmail Hatayi’nin de heykelleri meydanlarda ve
köşe başlarında durur. Havalimanından şehre gelirken sizi ilk
karşılayan Şah İsmail Hatayi’nin heykelidir. Nesimi’nin mezarı
Halep’teydi. Geçmiş zaman kullanıyorum zira Halep İslamcı gruplar
tarafından ele geçirilince onun mezarı da yok edildi. Sadece
yazdıklarından ötürü işkenceyle derisi yüzülerek öldürülen bu
şairin ne dirisine ne ölüsüne tahammül edilmedi. Ben mezarı 2009’da
ziyaret etmiştim. Halep Kalesi’nin dibinde küçük bir caminin
dibinde yatıyordu bu gür kartal dilli şair.

HASAN BOĞULDU
1973’teki Pir Sultan filminin dışında yetmişlerde bu çerçeveye
sokabileceğimiz bir filmle karşılaşmıyoruz. Seksenlerde Türk
sineması daha bireysel konulara eğilmişti. Aleviliğin odak ya da
yan bir unsur olarak yer aldığı bir filmi bu dönemde de
göremiyoruz. 1990’da Orhan Aksoy, Sabahattin Ali’nin Hasan Boğuldu
öyküsünü aynı isimle sinemaya taşıdı. Tahtacı köylülerinden bir
kızla evlenmek isteyen kasabalı bir gencin yaşadıklarını beyaz
perdeyle buluşturmuştu. Obanın en güzel kızı Emine ile evlenmesi
için töreler gereği sırtına 40 okkalık tuzla kasabadan obaya
çıkması istenen Hasan bunu başaramayıp yolun orta yerinde nehre
düşüp can verir. Kısa bir öyküden uzun metraj bir sinema filmi
çıkaran yönetmen, oldukça sade ve abartısız bir uyarlama örneği
ortaya koymuştu. Film, öyküye sadık bir uyarlamadır. Öykünün
omurgasını oluşturan obalı-kasabalı ayrımı ve Tahtacı(Alevi)-Sünni
ayrımı da filmde diyaloglar arasında kendini belli eder.
1990’da çekilen Umuda Yolculuk da Alevi kimliğini içinde taşıyan
yapımlardan biriydi. Cem töreniyle başlayan film, Türkiye’de
yaşayan Maraşlı Alevi bir ailenin yasadışı yollarla hiç
bilmedikleri İsviçre’ye girmeye çalışmasını anlatıyordu. Oscar
yarışında İsviçre’yi temsil eden film En İyi Yabancı Film dalında
Oscar almıştı. Umuda Yolculuk, Xavier Koller yönetiminde çekilmiş,
Film; İngiltere, İsviçre ve Türkiye’nin ortaklığında yapılmıştı.
Senaryosunu Feride Çiçekoğlu’nun yazdığı yapım Oscar başarısını bir
Anadolu hikâyesiyle Xavier Koller’in kariyerine yazdırmasını
sağlamıştı.
2000 SONRASI ALEVİLİK KEŞFEDİLİYOR
2000 sonrasında sinema hem konu hem de yönetmen olarak
çeşitlenmeye başlamıştı. 2000’e kadar bir elin parmağı kadar bile
yapım ortada yokken bu dönemde Aleviliğin temel alındığı yapımlar
yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. 2001 yapımı Barış Pirhasan’ın O
da Beni Seviyor, 2000 sonrasının bu çerçevedeki ilk yapımı. Ailesi
tarafından karnesi kötü gelince Malatya’da uzak bir kasabada
babasının bir dostunun evine yaz tatilini geçirmeye yollanan
Esra’nın burada hem ilk aşkı hem de Alevi kültürünü tanımasının
hikâyesi resmedilir. Esra’nın “Onlar da Müslüman değil mi? Allah
Allah diye yeri göğü inletiyorlar,” repliği Alevilik ve İslam
tartışmaları için fikir verir mi karar vermek zor ama dönemin
önemli yapımlarından biri olarak daha fazla ilgiyi hak eden bir
yapımdı O da Beni Seviyor.

Aydın Bulut’un 2008 yapımı filmi Başka Semtin Çocukları,
İstanbul’da Alevilerin toplu olarak yaşadıkları semtlerden biri
olan Gazi Mahallesi’nde geçen bir filmdi. Yönetmen birden çok
hikayeyi semt üzerinden birbirine eklemlemeyi seçmişti. Temelde
Alevi bir gencin Alevi olmayan bir kızla evlenmesine izin
verilmemesi üstünden gelişen olaylar anlatılsa da kentleşme,
gelenek-modernizm çatışması, politik dönüşümler, gençlerin dejenere
odaklara kapılması, Güneydoğuda askerlik yapanların yaşadıkları
tahribat gibi farklı konu ve kavramlar filmin içine yedirilmeye
çalışılmıştı.
A.Haluk Ünal’ın 2011 yapımı filmi Saklı Hayatlar ise üstünde çok
durulmayan “popüler” olmayan bir katliamı olan Çorum Katliamı’ndan
hareketle 1980’de geçen bir çalışmaydı. 1980’de Çorum Katliamı’ndan
sağ kalıp İstanbul’a göç eden bir Alevi ailenin hikâyesinin
anlatıldığı yapım, hem Alevi bir ailenin kentte tutunma çabasını
resmediyorken hem de dönemin politik atmosferinin fotoğrafını
çekmeye çalışır. Günümüzde adının dahi anılmadığı 12 Eylül
öncesinin kitlesel katliamlarından biri olan Çorum’da Alevilerin
kitlesel olarak öldürülmesinden hereketle bir sinema filminin
çekilmiş olması filmi türünün ilk örneği haline getiriyor. Ne yazık
ki sinemamızın temel problemlerinden biri olan dönem filmi çekerken
yaşanılan atmosfer yaratamama problemi bu filmde de karşımıza
çıkar.

Ahmet Ümit’in romanından uyarlanan 2012 yapımı Bir Ses Böler
Geceyi odağına Alevileri alan filmlerden başka bir örnek. Filmin
yönetmeni Ersan Arsever “Bir Ses Böler Geceyi filmini çekmek için
maddi olarak zorlandık. Eldeki maddi olanaklar da yetmeyince evimi
satıp filme yatırdım” diyerek bireysel çabalarla sinema yapmanın
bedelini dile getirmiş. Filmde çevresindeki dedelerin kendisinin
derinlikli sorularına cevap veremeyen genç bir Alevinin kafasındaki
sorulara cevap bulamayıp intihar etmesinden sonra Alevi
ritüelleriyle gömülüp gömülememesinin tartışması yapılırken,
tesadüfen arabası bozulan bir üniversite hocasının bu olanları
uzaktan izleyip kendi geçmişini sorgulaması çift yönlü kurguyla
izleyicilere sunulur. Üniversite hocasının gençliğinin geçtiği
sahneler 12 Eylül’ün öncesindeki politik haraketlilik dönemlerini
de filme dahil eder. Ne var ki bu bölümlerde dönem filmi çekmenin
yarattığı handikaplar karşımızda belirir. Aleviliğin felsefi
tartışmalarını görsel dünyaya taşıyan film bu özelliğiyle
anılmalı.
2012’de Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan'ın yönetmenliğini
üstlendiği Babamın Sesi filmi de çekilmişti. Oldukça orijinal bir
çalışma olan Babamın Sesi, yönetmen Zeynel Doğan’ın aile
hikayesinden hareketle ortaya çıkan bir çalışma. Maraşlı Base
Doğan’ın Kocası Suudi Arabistan’a çalışmaya gitmiş, ailesiyle ses
kasetleriyle iletişim kurmuş ancak geri dönemeyip orada ölmüştür.
Base Doğan’ın evindeki hayatına odaklanan film, Arka planda Maraş
Katliamı'ndan da bahseder. Aile, Alevilerin kitlesel olarak
katledildiği bu katliamdan kurtulmuştur. Kurguyla gerçeğin iç içe
geçtiği Babamın Sesi, ülkenin toplumsal tarihinin görsel bir
hafızaya kavuşması adına oldukça önemli bir örnek.
2017 yapımı Kazım Öz’ün yönettiği Zer filmi Aleviliğin odak
olduğu bir yolculuk hikayesi. Babaannesi Dersim Katliamı’na maruz
kalmış Amerika’da yaşayan bir gencin kökenlerine, doğru yaptığı
yolculuğun filmi. Babaanne Zarife tedavi olmak için geldiği New
York’ta hastane odasında torunu Jan için Kürtçe bir türkü
mırıldanıp devamını getiremeden hayatını kaybedince müzik öğrencisi
Jan bu parçanın peşine düşer. Yolu Dersim’e kadar geldiğinde hem
yeni bir doğa hem de yeni insan profilleriyle tanışır. Güçlü bir
görselliği olan Zer, yerel hikayelere yaslanan sinema namına önemli
bir çalışma.
Şükrü Alaçam’ın 2018 yapımı filmi Locman, Aleviliğin odak olduğu
son uzun metraj film. 12 Eylül öncesinde demiryollarında çalışan
bir makinistin ailesiyle Samsun’dan Divriği’ne atanmasından sonra
buradaki Alevi komşularıyla deneyimlerini bir aile trajedisi
ekseninde anlatır. Alevilerin kapalı inançlarından haberdar olmayan
geniş toplum kesimlerinin kulaktan dolma bilgilerinin yaşanmış
gerçeklerle birlikte tersyüz olmasına odaklanır. Televizyon
estetiğinde çekilen Locman, Tren çalışanları ve Divriği’deki yaygın
Alevi kültürü üstüne çekilen az sayıdaki yapımdan biriydi.

KISA FİLMLERDE ALEVİ GÖRÜNÜRLÜĞÜ
Alevi karaktere odaklanan kısa filmler de çekilmeye başlandı.
Bunların içinde benim görebildiğim iki örnekten bahsedebiliriz.
2016 yılında çekilen ve internet ortamında dolaşıma sokulan Mum
Sönmedi bu filmlerden biri. Serdar Yıldırım’ın yönettiği, İlknur
Bektaş’ın senaryosunu yazdığı Mum Sönmedi, farklı meşrepten iki
ailenin “kız isteme” seremonisi için bir araya geldiğinde
yaşananlara odaklanmış. Kız tarafı ailenin Ailevi olduğunu
öğrendiklerinde bu durumdan hoşnut olmadıklarını belli ederler. Kız
“haberim yoktu”, der. Gençler yıllardır birliktedirler ama bu denli
canlılığını koruyan, sürekli ülke gündemini meşgul eden bir ayrımı
aralarında hiç mevzu yapmamışlardır. Ta ki aileler tanışana kadar…
Kız sevgilisinin Alevi olduğunu o an öğrenmiştir. Bırak kadın-erkek
ilişkisini, bu millet birbirine “merhaba” derken bile kimin hangi
aidiyetten geldiğini biliyor. Hâlâ insanların isminden sonra
sorduğu ilk soru, “Nerelisin?” olmayı sürdürüyor. Bu çerçevede
filmdeki bütün dinamikler yanlış oluşturulmuş. Derinlikli bir
anlatımdan yoksun bir kısa film Mum Sönmedi. Sinemanın temel
dayanakları olan kamera kullanımı, renkler, ışık seçimi ve müzikal
altyapının bütünü televizyon projeleri düzeyinde. Öldüren eğlence
televizyonun artık uzun metraj filmleri haklayıp gözünü daha
estetik bir meşgale olmasını beklediğimiz kısa filmlere de dikmiş
olduğunu görüyoruz. Kısa film çekenlerin televizyonun estetik
yaklaşımlarını Tv setlerinde bırakıp kısa film çekecekleri zaman
yeni beslenme kaynakları edinmelerini temenni ediyorum.
Deniz Telek’in 2018 yapımı Gümüş filmi, son dönemin en çok ödül
alan kısa filmlerden biri. Babası ölünce annesini şehre getirmek
zorunda kalan ve köpeklerini bir yere bırakmaya çalışan gencin
gelenekle çatışmasını oldukça başarılı bir görsellikle sunan Gümüş,
kısa filmin olması gereken bütün çerçevesini çizmiş. Ailenin Alevi
kökenini mümkün olan en doğal halle gösteren Gümüş, umut veren bir
çalışma.
Kurgu projeler için en genel ifadeyle sayıları çoğalsa da hem
arşivleme çalışmaları için hem de üretimin niteliği için sistematik
olarak bireysel çabalardan ziyade kurumsal bir çalışmaya muhtaç
olunduğu söyleyebiliriz. Alevi yapıları bu süreci daha fazla
ciddiye almalı. Görselliğin hafızasında kendilerine yer açmalılar.
Devlet erkleri onların inançlarını, ibadet biçimlerini tanımlama ve
sınırlarını çizme merakını sürdürürken Alevi yapıları görselliğin
yaygın ve dönüştürücü etkilerini daha fazla önemsemeli.