Sinemaya adanmış bir hayat: Atilla Dorsay

Film izlerken hala not defterini yanında tutan Atilla Dorsay, "Sinema eleştirisine verilen önem azaldı, kimse artık bunu takmıyor. Başka tanıtım alanları ortaya çıktı" dedi.

Abone ol

Bircan Değirmenci

DUVAR - 1940’lı yıllar... İzmir Karşıyaka’da Şayeste Sokak’ın köşesindeki Sümer Sineması, "Yılanlı Mabude" filmine ev sahipliği yapıyor. Perdede Latin aktris Maria Montez, bir kobra yılanın etrafında olağanüstü güzelliğiyle dans ediyor. Siyah beyaz filmlerin ardından ilk defa renkli film izleme şansını yakalayan 6 yaşında bir çocuk, transa girmiş bir biçimde hayranlıkla filmi izliyor. Daha o yaşlarda defterine sütunlar çizerek, filmin adını, yönetmenini, gösterim tarihini, hangi sinemada izlediğini, kiminle gittiğini ve filme dair görüşlerini yazarak, “duayen sinema eleştirmeni” olacağının sinyallerini de vermiş oluyor. Sinemanın büyüsüne o kadar kaptırmıştır ki kendini artık neredeyse tüm hayatını buna adayacaktır. Bu sinema tutkunu çocuk Atilla Dorsay’dan başkası değildir.

Dorsay’la Emek Ödülü'ne layık görüldüğü 2. İzmir Film ve Müzik Festivali’nde karşılaşıyoruz. Yıllarca izlediği filmleri gazetedeki köşesine taşıyan, ardından bunları 60 kitapla kalıcılaştıran Dorsay’a bu kez projektörü çevirip, filmi geriye sarıyoruz. Onun renkli ve zengin geçmişinin uzun metrajlı filmini izliyoruz.

Balkan göçmeni olan babası Avni Dorsay, mübadele sırasında İzmir Karşıyaka’da, demiryoluna giden bir ara sokakta, eski bir Rum evine yerleşir. 1939 yılında dünyaya gelen Atilla Dorsay, bu geniş bahçeli evde iki kız kardeşi ve harika arkadaşlar arasında mutlu hatıralarla dolu bir çocukluk geçirir. "İki yıl Ankara İlkokulu’nda okudum. Hemen yanında Halk Evi vardı ve en güzel hatıralarımdan biri 7-8 yaşlarında buradaki ilk tek kişilik tiyatro ve konser gibi durumlara tanık olmamdır. İlk sinema zevki de Karşıyaka’da başladı. Sokağın köşesinde Sümer Sineması vardı. 40’lı yıllardan söz ediyoruz. Savaş sırasında çekilen filmleri de o sinemada izledim. Ben üç ailenin tek çocuğuydum. İki teyzem ve iki eniştem vardı. Onların hiç çocuğu olmadı. Bizim ailenin üç çocuğu oldu. Ben ve kız kardeşlerim neredeyse bu üç aile tarafından paylaşıldık. Onların arasında iş durumları en iyi olan Fethiye Teyzem ve eşi Esat Özveren beni Galatasaray Lisesi’nde iyi bir eğitim almam için İstanbul’a davet ettiler. Çünkü Fransızca o yılların en gözde dili ve Galatasaray Lisesi de en gözde okuluydu.”

Atilla Dorsay

'İSTANBUL'U HER ŞEYİYLE SEVDİM'

1949 yılında İstanbul’a göç ederler. Fransızcayı öğrenebilmesi için bir yıl hazırlık sınıfında okuması gerekir. Dil öğrenme konusunda yetenekli olan Dorsay, bir yıl kaybetmemek için yaz boyunca ders alıp, sınavı geçerek 4. sınıftan Ortaköy’de bulunan Galatasaray’a giriş yapar. Ardından Beyoğlu’na, kendi deyimiyle terfi eder. Böylece başta Beyoğlu olmak üzere hayatı artık İstanbul olur. “İstanbul’u da her şeyiyle sevdim, bağrıma bastım. Fransız kültürü de benim için yol gösterici kültürlerin başında geldi.”

Dorsay’ın meslek seçiminde Devlet Demir Yolları’nda memur olan, Fransız eğitimiyle yetişen, “Devlet memuru olma da ne olursan ol” diyen babasının etkisi büyüktür. “Çeşitli açılardan belki birkaç avantajı da olmuştu ama memuriyet babamın hoşuna giden bir şey değildi. Liseyi bitirdikten sonra Fransızca ve İngilizcem çok iyi derecede olduğu için aslında diplomat olmak istiyordum. Daha sonra İtalyancayı da öğrendim. Elimde kala kala mühendislik ya da doktorluk kaldı. Doktor olmam pek olası değildi çünkü kan görünce neredeyse bayılan bir insandım. Bu yüzden mimarlığı seçtim. Teknik üniversiteyi de kazandım ama bana dediler ki 'Kesinlikle Güzel Sanatlar Akademisi’ne (sonrasında Mimar Sinan Üniversitesi olan) git. Çünkü üniversite çağındaki en güzel kızlar oradadır'. Ben de bunu bir gerçek olarak kabul ettim. Sonra hakikaten çok güzel kızların orada olduğunu gördüm. Böylece yüksek mimar olarak mezun oldum. Akademi o yıllarda çok ünlüydü. Her sene akademi balosu olurdu, şimdi kalmadı. O baloda çılgınlar gibi eğlenilirdi. O zamanlar aşklar, flörtler ortalığı kaplardı. Ben de akademide birkaç kere aşık oldum ama o yaşlarda evlenmek istemiyordum. Hatta evlenmeye karşı bir tür direnişim vardı. İki insanın ömür boyu birlikte yaşayacaklarına inanmıyordum. Partiler vardı, ben politize bir insan olarak büyümedim, partilerde eğlenerek büyüdüm. Bunu da hiç utanmadan söylüyorum, anılarımda da yazmışımdır.”

Dilleri iyi bildiği ve insanlarla yüz yüze temas etmeyi sevdiği için 1960’da Turizm Bakanlığı’nın açtığı tercümanlık kurslarına başlar. Sınava girmeden önce Anadolu turlarına katılır. “Tercümanlığı İstanbul başta olmak üzere Anadolu’yu daha iyi tanımak ve para kazanmak için bir araç olarak gördüm.” Rehberlik yaptığı yıllarda eşi Leman’la tanışır. Aşık olmasına rağmen evliliğe karşı hala mukavemeti devam eder. “Ama sonrasında insan bir tuzağa düşüyor, biriyle tanışıyor ve onun hayatınızın insanı olduğunu anladığınız anda da evlenmeye karar vermek en iyi çözüm oluyor. Leman’la 1971 de nişanlandık ama ben evliliğe hazır olmadığımı düşünerek o nişanı bozdum. Bu da benim hayatımın gerçeklerinden biridir. Leman kalktı taa Amerika’ya ağabeyi İlhami Karaca’nın yanına gitti. Nişanı bozup o kadını yolun ortasında bırakmak çok ayıp bir şeydi ama ben bunu yaptım. Sonra çok pişman oldum, onsuz yapamayacağımı anladım, mektuplar, şunlar bunlar... Gayet romantik bir olaydı. Türkiye’ye döndü ve bana bir şans verdi. 1973’te evlendik. 34 yaşındaydım. Leman için de makul bir evlilikti ve bugüne kadar da süregeldi. Gökhan ve Ece adında iki çocuğumuz ve üç torunumuz oldu.”

'SENİN ASIL TUTKUN SİNEMA, NE YAPIP EDİP SİNEMA YAZARI OLMALISIN'

Manisa Salihli’de askerliğini yaptığı sırada hafta sonları İzmir’e gelerek vizyondaki filmleri izlemeye devam eden Dorsay için Türkiye sineması da cazip görünür artık. Askerlik sonrası 1966’da İstanbul Belediyesi’ne mimar olarak çalışmaya başlar. Rehberlik yapmayı da 1990’a kadar sürdürür. Lakin sinema tutkusu her şeye baskın gelir. “Dört kol çengi, her şeye el atan, her şeyi denemek isteyen bir insan oldum. Bir yandan mimarlık ve rehberlik devam ediyordu ama dedim ki ‘kardeşim senin asıl tutkun sinema ve ne yapıp edip sinema yazarı olmalısın’. O yıllarda bugün olduğu gibi Cumhuriyet Gazetesi okurdum. Cumhuriyet’in sinema yazarı bir yıl için burs almış Paris’e gitmişti. Ben o sırada oynayan birkaç filmin eleştirisini yazıp gazeteye gittim. Kartal bakışlı Ecvet Güresin genel yayın yönetmeniydi. Siz bunları yazı işleri müdürü Erol Dallı’ya götürün dedi. Onlar benim hayatımın kilometre taşını döşeyen isimler, o yüzden hiç unutmam. Hayatımın en büyük sürprizi oldu ve o hafta sonu gazetede eleştiri yazılarım çıktı. O tarihten itibaren gazetenin sinema yazarı oldum.

YILMAZ GÜNEY'LE DOSTLUK

Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmaya başlaması ve Sinematek Derneği’nin kültür hayatında rol oynamasıyla giderek politize olmaya başlar. “Sinematek yöneticisi Onat Kutlar ve ona çok yakın olan solcu ve Kürt olma gibi iki temel özelliğe sahip Yılmaz Güney’le yakınlaşıp dost olduk. Çok acı günleri oldu ve o günlerde onu yakından izleyen başlıca yazar bendim. Selimiye Kışlası’ndan başlayıp İmralı adasındaki mahkumiyetine kadar ziyaretine gidip onunla konuşmalar yaptım. Bazılarını bazen yayınlayamadım bile, hele ki 80 sonrasında yayınlamak mümkün değildi. O dönem 15 günlük çıkan Milliyet Sanat’ta yayınladık, o bile büyük tepki almıştı. Hem filmlerine hem kişiliğine özel bir ilgi duyduğum Güney, benim bir kitabıma da konu oldu. Bu arada sol ideolojiyi daha yakından izleyip bazı prensipler edindim. Kimse kusura bakmasın Karl Marx’ın 'Kapital' kitabını okumadım ve hala okumuş değilim ama emek benim en çok değer verdiğim şey oldu. Emeğe ve emekçiye o tarihten sonra inanılmaz bir önem verdim. Çalışan her insana dostum arkadaşım gibi davrandım, bu benim hayatımı damgalayan bir davranış oldu.”

Irkçılığa olan nefretini de her fırsatta dile getiren Dorsay , 'Irkçılığı Gördüm Tanıyorum' kitabını yazar. “Irkçılığı en büyük insan günahlarından biri olarak tanımlayıp lanetlemişimdir. Aynı şekilde hiçbir halkın kendini bu ırkçılık denen beladan koruyamadığını da fark etmişimdir. O kitabı okuyan bunu anlıyor. Biz de ırkçılığa bulaşmışız, bizim de zaman zaman azınlıklara karşı ve belki hala Kürtlere, Kürtçülüğe karşı davranışımız tartışılır. Amerikalıların Kızılderililer'e ve hatta hala siyahlara karşı davranışları nasıl bağışlanabilir? Keza Fransızlar'ın Cezayirliler'e yaptığı örnekler gibi. Irkçılığın ne yazık ki yaygın bir siyaset, eylem biçimi olduğu düşünülebilir. Bunlara karşı kendi bilincimi her zaman diri tuttum ve ilerleyen yaşıma rağmen kitaplarımda hep bu prensipleri savundum.”

12 Eylül darbesinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmaya devam eder. “12 Mart 1971’de de yarım bir darbe olmuştu ama 80 sonrası çok ağır yaşandı. O dönemde Yılmaz Güney’den de söz edemiyordunuz. 1983’te Paris’te yaşamını yitirdi. Onun dışında solcu kuruluşlar çok büyük baskılara maruz kaldılar. 90 sonrası başka bir dönem, askeri darbe yok ama Türk sineması çeşitli nedenlerden büyük bir bunalıma girdi. 95’ten itibaren yeni bir kuşak geldi. Ben o kuşağı da yakından izledim. Son yıllarda çıkan sinema kitaplarım bunlarla ilgilidir.”

'ESAS YAZARLIĞIM KİLOMETRE TAŞI KİTAPLARIM'

Dorsay’ın 1966’da başladığı Cumhuriyet Gazetesi ile yolları 1993’te ayrılır. “27 yıl Cumhuriyet’te çalıştım, bu bir rekordur. Bir gazetecinin aynı yıl kültür alanında bir gazete çalışması çok görünür bir olay değildir. Aslında bana kazık attılar, kadroya almadılar ve 27 yıl kadrosuz çalıştım. Emekli olabilmem için yasalar çıkınca kendiliğinden halloldu ve emekli maaşım bağlandı.”

Bir yıl Milliyet, ardından Yeni Yüzyıl ve Sabah gazetelerinde yazmayı sürdürür. Sabah Gazetesi’nden ayrıldıktan sonra 2014 yılında Hasan Cemal’in çağrısı üzerine T24’te yazmaya başlar. “Herhangi bir ödeme yapılmıyor ama buraya yazmak özgür bir alan sağlıyor. Sınırlaması ve sansürü yok. Yer sıkıntısı nedeniyle yazılar kesilmeden yayınlanıyor. Benim esas yazarlığım kilometre taşı kitaplarım. Yazdığım eleştirileri, ki her eleştiri benim için çok değerlidir, uğraştır. O filmi, o yönetmeni bütün geçmişiyle, bütün bilgileri toparlayıp yazının içinde kullanırım ve sonuç olarak ortaya bir eleştiri çıkar. Bu eleştirileri 70’lerden itibaren kitaplarda topladım. Jüri üyesi olarak yaptığım seyahatleri de kitaplarda topladım.

'BAĞIMSIZ SİNEMACILAR DESTEKLENMELİ'

Her sinemacıyı takip eden Dorsay, bağımsız sinemacıların desteklenmesine önem veriyor. “Fransızlar 1895’te sinemayı keşfetmiş ama Hollywood onu alıp kendi malı yapmış. Büyük sermaye yatırıp star sistemini de ilk defa kurarak dünya sinemasının hakimi olmuş ama Amerika’da bile bağımsız sinema vardır, onu da desteklerler, oradan gayet iyi ürünler çıkar. Bütün sinemalarda kitleye seslenen, büyük sermayeyle oluşturulmuşun yanında daha iddiasız ama sinema sanatına daha çok hizmet eden filmler yapılmıştır. Türk sinemasında da bu var her zaman olmuştur. Bugün daha çok var. Çünkü eskisi gibi birkaç şirkette toplanmış büyük sermayeler yok. Her film ayrı bir proje oluyor. Bağımsız sinemanın önü açıldı. Bize düşen onu desteklemek.”

Atilla Dorsay ve Bircan Değirmenci.

Yılmaz Güney dışında Dorsay’ın hayatında önemli bir yere sahip olan oyunculardan biri de Türkan Şoray. “Dört yapraklı yoncanın en parlak yıldızıdır. Sinemaya çok büyük emeği oldu, olağanüstü güzel filmler yaptı. Bir 'Vesikalı Yarim', 'Selvi Boylum Al Yazmalım' kolay unutulacak filmler değildir, sinemamızın başyapıtlarıdır. Aynı ölçüde Fatma Girik’le de dostluğumuz oldu. Hülya Koçyiğit’le yakın olmamıza rağmen son zamanlarda birtakım nedenlerden dolayı biraz depreme uğradı. Filiz Akın hayatının çok önemli bir bölümünü eşinin görevi nedeniyle Paris’te yaşadı, hem o sinemadan uzak kaldı hem de biz. Sinemaya emek veren bu dört kadına büyük saygı duyuyorum. Hala hatırlanıyor, el üstünde tutuluyorlar. Biz diğer toplumlardan daha çok sinemanın idollerine daha bağlı ve düşkünüz.”

'SİNEMA ELEŞTİRİSİNE VERİLEN ÖNEM AZALDI'

Film izlerken hala not defterini yanında tutan Dorsay, bu notlarını eleştirinin iskeleti olarak kullanıyor. “12 yaşından itibaren de gördüğüm tüm filmlerin eleştirisini yazdığım defterlerde toplardım. Bu defterler yangınlar falan da atlattı ama hepsi çekmecelerde duruyor. Bunları ileride hayal ettiğim bir Atilla Dorsay müzesi dokümanı olarak kullanmak istiyorum. O yaşta bu defterleri tutmak bir göstergedir. Önemli bir filmin galasından sonra bizlere hemen mikrofonlar tutulurdu, birkaç cümleyle filme dair eleştirilerimizi söylerdik. Şimdi bu yok çünkü sinema eleştirisine verilen önem azaldı, kimse artık bunu takmıyor, başka tanıtım alanları ortaya çıktı. Söylemek istediğinizi layığıyla söyleyemiyorsunuz. Esas söylemek istediğimi yazılarıma saklıyorum. Basın gösterimi sonrasında sıcağı sıcağına eleştiriler yayınlanıyor. Türkiye’de iyi bir eleştirmen kuşağı var, genç eleştirmenleri katiyen küçük görmüyorum. Tabii her şeye rağmen öncülerimiz çok önemli, onları her zaman minnetle, hasretle anmalıyız. Milliyet’te ilk defa yıldız vermeyi bize gösteren Tuncay Okan var. Semih Tuğrul, sinema dergisinde yazan Jak Şalom, Tanju Akerson’un hayli eleştirileri olmuştur. Eleştirmen olarak değilse bile Türk sinemasına katkılarıyla Turan Gürkan’ı ve özellikle Agah Özgüç’ü unutmamak gerekir. Bugün de samimiyetle söylüyorum eleştirilerini izlemekten memnun olduğum birtakım yazarlar var ama bunların yanı sıra nev zuhur nerden geldiği anlaşılmayan sözüm ona sinema yazarları var, hiç kimse tanımıyor, Türkçeyi kullanma biçimleri ve sinema bilgileri yetersiz ama internet siteleri eleştirilerini yayınlıyorlar. Tabii özgür bir ülkeyiz, onları da şikayet edecek halim yok.”

'KALİTELİ SİNEMAYA KARŞI İLGİM 6-7 YAŞLARINDA BAŞLADI'

İlk izlediği filmlerden biri olan "Yılanlı Mabude"nin yanı sıra savaş sırasında aşkı konu edinen "Kazablanka" ve "Bayan Miniver" unutamadığı filmlerin başında geliyor. “'Bayan Minniver', Londralı bir ailenin Nazi bombardımanı sırasında çektiklerini anlatıyor. Filme girdiğimi ve kendimi İngiltere’de bomba altında kalmış birisi gibi gördüğümü hatırlıyorum. Hem fantastik hem kahramanları çoluk çocuk değil. Zaten kaliteli sinemaya karşı ilgim 6-7 yaşlarında başladı. 'Kazablanka'yı 7-8 defa izlemişimdir, Stanley Kubrick’in '2001: Uzay Yolu Macerası' benim için fantastik sinemayla ağzı açık izlenecek anlatımın birleşmesidir. Fransız yeni dalgasının öncülerinden olan 'Hiroşima Sevgilim' bende büyük etki uyandırdı. Yakın dönemden 'Dövüş Kulübü' de sevdiklerim arasındadır. Türk sinemasından 'Üç Arkadaş' filmini seviyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın 'Üç Maymun' filmi unutamadığım filmlerden. Semih Kaplanoğlu’nun üçlemesi muhteşemdir, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Zeki Demirkubuz, Emin Alper’in filmlerini beğeniyorum. Şimdi yeni bir kuşak geliyor.”

'İZMİR, FESTİVALE YETERLİ İLGİYİ GÖSTEREMEDİ'

2. İzmir Film ve Müzik Festivali’nde emek ödülü verilen Dorsay festivale ilişkin şu değerlendirmeyi yapıyor: “Eser yaratmış kişilere onur ödülü veriyor. Ben ve Necip Sarıcı bu eserleri tanıtmış, kitleyle emek yaratanlar arasında köprü oluşturmuş kişiler olarak Emek Ödülü aldık.

Vecdi Sayar ve ekibi, size sinema tarihinden, günümüzden, belgesel, yerli yabancı akla gelebilecek ne varsa çok güzel bir seçki sunuyor. Festival henüz İzmir halkı tarafından yeterince benimsenmiş değil ki İzmir halkı kültüre yakın bir halk. Bence daha çok seyirci toplamalı. Her yerde afişler var, tanıtımlar var, tüm etkinlikler ücretsiz. Bu serbestliğe rağmen ilgi olmaması garip. Daha iyi izlenmesi gerekirdi. Bir de sinema salonu sorunu var. İstanbul’da da azaldı ama AVM’de açılanlarla kısmen de olsa telafi edildi. Salonların yeniden kazandırılması lazım.”

İzlediği, yaşadığı tüm deneyim ve birikimini gençlere aktarma çabasını sürdüren Dorsay, bunun en iyi aracı olarak kitap yazmaya devam ediyor. Birçok ünlüyle yaşadığı tartışmaların anlatıldığı 'Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar' ve 'Hepsi Senin İçin: Tuhaf Aşk Hikayeleri' adlı iki kitabı sonbaharda raflardaki yerini alacak. “Görevimiz, misyonumuz gençlere bunu miras olarak bırakmak” diyen Dorsay’ın bizleri sinemayla buluşturan kaleminin tükenmemesi dileğiyle...