Star mimarlarca üretilen yapılar, açık alanlar ve parklar Singapur’un küresel imajını inşa eder. Singapur’un belki de en iyi başardığı şey, işte bu imajın kentin tek ve tamamını yansıtan görüntüsü olduğu illüzyonunu sağlayabilmesi. Zira bu küresel şehir-devlet sıkı bir göçmen işçi rejimi sayesinde yeniden üretiliyor. İşçilerin geçiciliğini esas alan bu rejim, nüfusun yüzde 20’sine yakınını oluşturan göçmen işçilerin Singapurlularla evlenmelerini de ailelerini getirmelerini de yasaklıyor.
Toplam 750 kilometrekarelik bir adaya yerleşmiş yaklaşık 6
milyon nüfuslu bir şehir-devlet. Ulusal planlama ile kentsel
gelişimin örtüştüğü, planlama otoritesinin mutlak erk sahibi
olduğu, kentsel arsaların büyük kısmının kamu otoritesinin
denetiminde bulunduğu bir yer. Kent plancıları için teknokratik bir
fantezi. Hem toplu taşıma sistemi hem de otoyol ağıyla güçlü bir
ulaşım altyapısı olan, nüfusun yaklaşık yüzde 80’inin kamu eliyle
üretilmiş toplu konutlarda yaşadığı, üstelik bunların neredeyse
tamamının oturdukları evlerin sahibi olduğu, sağlam bir sağlık ve
eğitim altyapısı bulunan, turist gözüyle baktığınızda kendinizi
etkilenmekten alıkoyamayacağınız, gösterişli yapıları ve muntazam
tasarlanmış açık alanlarıyla yeni kent merkezinin düzeni ve
temizliğine şaşırdığınız, kentlilerin güven içinde yaşadığı, güncel
kentsel planlama ve tasarım çevrelerince de bir model olarak
sunulan bir ütopya. Bu yazıda Singapur’un kentleşme hikayesine
kısaca, siyasal boyutları ve maliyetleri açısından bakacağım.
Modern Singapur’un hikayesi, 19. yüzyılda Britanya sömürgesi bir
liman ve ticaret merkezi olarak başlıyor. İkinci Dünya Savaşı
sırasında Japonya tarafından işgal edilen ve savaş sonrasında yine
Britanya egemenliğine iade edilen Singapur 1963’te Malezya
Federasyonu’nun parçası olduysa da, kısa süre sonra federasyondan
çıkarılıp 1965’te bağımsız bir devlet haline geldi. Güneydoğu
Asya’nın ırk/din tabanlı ayrışma ve gerilimleri bağlamında
Singapur’un özgüllüğü, Malay Yarımadası’nın hâkim etnik yapısından
(Malay-Müslüman) farklı olarak Çinli nüfus yoğunluğuna ve heterojen
bir dini kompozisyona sahip olması. Bu çerçevede 60’larda, Britanya
kolonyal idari yapılanması (ve kentsel planlama çerçevesi) üzerinde
hızla ulus inşasına soyunan Singapur, tek parti rejimi altında
(şeklen çok partili bir sistemin varlığına karşın kuruluşundan
bugüne muhafazakâr merkez sağ Halkın Eylem Partisi tarafından
yönetilmekte) bir devlet kapitalizmi ile kalkınma hamlesine
girişti.
Singapur
Singapur’un hikayesini özel kılan noktalardan birisi kuşkusuz
ülke yüzölçümünün darlığı. Bu durum toprağın en verimli ve planlı
şekilde kullanımını dayatmış ve yukarıda değindiğim gibi kalkınma
ile kent planlamanın örtüşmesine sebep olmuş. Ancak kalkınma ile
ulus-inşası -genelde birbirine paralel yürüyen süreçler olsa da-
aynı şey değil. Bunlardan ilki ekonomik bir süreç ve bu sürecin
doğrudan karşılığı, kapitalist bir toplumsal formasyon çerçevesinde
(milli) bir burjuva sınıfının inşasıdır. Bu koşullarda üretilen
refahın ve ideolojik projelerin, toplumun genelini ulus olma
fikrine ikna etmesi gerekir. İşte Singapur’u özgül kılan nokta
burada ortaya çıkıyor. Zira, Singapur’un hikayesi, ulus-inşası ile
kentsel gelişmenin, örtüşmekten öte, bir ve aynı şey
olması açısından çarpıcı.
Singapur’da, 60’larda barınma sorununun çözümü için girişilen
konut üretimi hızla devlet sübvansiyonu ile konut edindirme
biçimine bürünür. Bu da konut sahipliği, siyasal istikrar ve ulusa
aidiyet arasında birbirini besleyen bir dinamik üretir ve bu
bileşik süreç hem Singapur ulusal birliğinin hem de otoriter tek
parti yönetiminin harcı olur. Dahası, devlet, vatandaşların konut
sahibi olmasını sağlamakla kalmayıp, konutun ticarileşmesini de
kolaylaştırarak ev sahiplerinin evlerin bakımını şevkle
üstlenmesini sağlar; gayrimenkul piyasasının dinamizmini besler ve
kendisi de bundan gelir elde eder.
Neoliberalizm kabaca deregülasyon yoluyla özel sektörün daha
önce girmediği alanlara girmesi ve devletin çeşitli alanlardan
elini çekmesi olarak tanımlanır. Ancak, bir süreç olarak
neoliberalizme dönüş dünyanın çoğu yerinde ve özellikle Küresel
Güneyde devletin müdahaleden çekilmesi ile değil aksine aktif
katılımıyla gerçekleşmiştir. Bu açıdan Singapur yine ilgi çekici
bir örnek teşkil ediyor. Zira burada kalkınmacı devletin neoliberal
kentleşmenin aracısı haline gelişini doğrudan Singapur’un özgül
koşullarının bir sonucu olarak görmek mümkün. Toprağın bu kadar
kıymetli olduğu Singapur’un kalkınmasında hem toprak üretimi
(Singapur’un, yüzölçümünü çeşitli ıslah projeleriyle yüzde 25 kadar
artırdığını not etmeli) hem de toprağın ticarileşmesi önemli bir
unsur oldu. Bu ikinci nokta, yani kent mekânının ticarileşmesi ve
üretilen rantın başlangıçtan itibaren küresel aktörleri cezbetmek
üzere kullanımı Singapur’u neoliberal kentleşme dinamiklerinin
etkinleştiği erken örneklerden biri yapıyor.
70’lerden başlayarak arazi ıslahı ve dolgu projeleriyle üretilen
kent toprağının, çeşitli kamu otoritelerince kontrolü, 80’lere
gelindiğinde rantın üretimini ve özelleştirilmesini son derece
kolay hale getirmiştir. Böylece kentsel rejimin neoliberalizasyonu,
otoriter devlet mekanizması eliyle ve kontrollü bir ticarileşme
yoluyla sağlanmıştır. Kalkınmacı devletin neoliberal bir aygıta
dönüşümünün en iyi örneği yeni kent merkezinin inşasıdır. 70’lerde
ulaşım ağının genişlemesi amacıyla üretilmeye başlanan körfez
ağzındaki dolgu alanları, 90’larda küresel kent olma iddiasının
ifadesi olan yeni bir planlama kapsamında finansal merkezin ve
kentin vitrini olacak turistik sembollerin mekânı olur. Star
mimarlarca üretilen yapılar, açık alanlar ve parklar Singapur’un
küresel imajını inşa eder.
Yeşil Singapur
Bu imajın önemli bir boyutunu da “yeşil” oluşturur. “Yeşil
mimari” gibi kavramlar henüz bugünkü kadar popüler değilken bile,
yine toprağın sınırlılığı dolayısıyla yeşil alanların da maksimum
verimle üretimini amaçlayan planlama anlayışı yoğun kentsel doku
içinde yeşili düşeyde de üretmeye girişmiştir. Başka yerlerde
bilgisayar marifetiyle üretilmiş mimari çizimlerde gördüğümüz
yüksek katlarda coşkuyla yeşeren fakat gerçekleştirildiğinde cılız
kalan yeşil teras ve çatılar, iklimin verdiği imkân sayesinde
Singapur’da gerçeklik kazanmıştır.
Singapur’un belki de en iyi başardığı şey, işte bu imajın kentin
tek ve tamamını yansıtan görüntüsü olduğu illüzyonunu
sağlayabilmesi. Zira bu küresel şehir-devlet sıkı bir göçmen işçi
rejimi sayesinde yeniden üretiliyor. Gösterişli yeni kent
merkezinin sunduğu imajın öbür yüzünü küresel kentin görünmez emek
gücü ve onun mekânları oluşturuyor. Göçmen işçilerin geçiciliğini
(ve dolayısıyla harcanabilirliğini) esas alan bu rejim, nüfusun
yüzde 20’sine yakınını oluşturan göçmen işçilerin Singapurlularla
evlenmelerini de ailelerini getirmelerini de yasaklıyor. Göçmen
işçilerin entegrasyonunu değil, tersine yalıtımını ve
görünmezliğini hedefleyen bu emek-mekân rejiminin toplumsal
cinsiyete bağlı bir boyutu da var. Erkek göçmen işçiler daha çok
inşaat sektöründe, kadın göçmen işçiler ise ev hizmetlerinde
çalışmakta. Erkekler özel olarak bu amaçla inşa edilmiş yatakhane
komplekslerinde, fabrikadan dönüştürülmüş yatakhanelerde ve
şantiyelerde kalıyorlar, kadın işçiler ise çalıştıkları
evlerde.
Singapurlu göçmen işçiler
Yakın zamanda gerçekleşen ve bu görünmezlik rejimini daha da
ileri düzeye taşıyan bir olay, Singapur için oldukça sıra dışı olan
ve “Küçük Hindistan Ayaklanması” olarak bilinen protestolardı.
Göçmen işçiler haftalık izin günlerinde vakitlerini genellikle,
-kolonyal kentsel ayrışmanın bakiyesi olan- kendi etnik
kimlikleriyle özdeşleşmiş bölgelerde (Küçük Hindistan, Çin
Mahallesi gibi) geçirirler. İşte, söz konusu olan, 2013’te Hintli
bir işçinin “Küçük Hindistan”da otobüs çarpması sonucu ölümü
üzerine başlayan ve hepi topu iki saat süren bir “ayaklanma” idi.
Yine de Singapur devletini paniğe sevk eden bu olayın ardından
göçmen işçilerin kapatılacağı yatakhane projelerine hız verildi ve
yeni ve daha büyük yatakhane kompleksleri inşa edildi. Bugün kentin
çeperlerine yerleşmiş, kapasiteleri 3 bin ile 25 bin arasında
değişen 40’tan fazla yatakhanede 200 bin geçici göçmen işçi
barınmakta. Bu mega yatakhanelerin inşası, yeni kent merkezinin,
birbiri ardına tamamlanan yeni ve ışıltılı binalarının üretimine
koşut gerçekleşti. Yani şunu söylemek mümkün: bu yatakhaneler,
barınma rejimi anlamında Singapur’un gururla sunduğu toplu
konutların, kamusal görünürlük anlamında da turistik kent
merkezinin diyalektik bütünleyenini oluşturmakta.
Yasaklar ülkesi olarak Singapur
COVID-19 pandemisi, bu diyalektiğin üzerine temellendiği
adaletsizliği çarpıcı biçimde gözler önüne serdi. Pandeminin hijyen
ve kontrol(süzlük) kaygılarıyla politikleştirildiği toplumsal
hezeyan koşullarında göçmen işçiler pandeminin sebebi ve yayılma
dinamiği olarak hedefteydi. Öyle ki, günlük haberlerde pandemi
verileri -ölü ve hasta sayıları- Singapur medyası tarafından,
göçmen işçi yatakhanelerinde ve kentin kalan kısımlarında olmak
üzere, ayrı ayrı verildi. Uluslararası Af Örgütü bu
yatakhanelerdeki koşulların kitlesel ölümlere yol açabileceği
uyarısı yaparken, Singapur kamuoyu, göçmen işçileri salgının
taşıyıcısı olarak kent dışına sürmek ve yalıtmak derdindeydi.
2010 Venedik Mimarlık Bienali'nde
Singapur Pavyonu, “1000 Singapur: Bir Kompakt Kent Modeli” başlıklı
bir sergiye ev sahipliği yaptı. Bu sergi, Singapur’u bir prototip
olarak sunmakta ve tüm dünya nüfusunun 1000 Singapur’a sığacağını,
daha doğrusu tüm dünya nüfusunun 1000 Singapur’da huzur ve refah
içinde yaşayacağını iddia etmekteydi. Bir anlamda bir gelecek
çağrısıydı bu: Varlığını borçlu olduğu sıkı toplumsal denetim
rejimini gizleyen bir neoliberal ü/dis-topya.