Sınırları kim belirliyor? Sınırı ve haddi aşanların cezasını kim kesiyor?
Bir sultanlığın sınırlarından çıkarken bir sürü aramadan geçiyoruz. Çıkmamızda sakınca olmadığı kesinleşince sınırın bir kapısı açılıyor ve oradan havalanıyoruz.
Geliyoruz bir başka sultanlığın sınırlarının dibine.
On yıllardır hiç değişmeyen bir sahne…
80’li yıllarda nasılsa, şimdi de öyle...
“Sınır birlikleri” öyle bir kurgulanmış ki, resmî güvenlikçi herkes James Bond 007 filmlerinden fırlayıp insanların önüne atılmış gibi.
Ama bunlar Rus modeli. Öyle kibarlıkla, ince yöntemlerle falan işleri yok.
Direkt olarak sorgu görevlisi pozundalar. Ve karşılarındaki her insan, ilk ihtimal olarak bir “potansiyel düşman”.
* * *
Yeniyetme bir sınır güvenlik görevlisi, zavallı pasaportumu mıncıklayıp duruyor.
Benim 5-10 saniye yeter dediğim kontrolü dakikalarca uzatıyor.
Ve göz kapaklarını güçlükle kaldırarak bıkkın bir mekanik sesle soruyor:
“Rusya’ya geliş nedeniniz?”
Omzuna kondurulmuş yapay yıldızlara bakarken ona verebileceğim cevaplar aklımda sek sek oynuyor.
“Gazete Duvar’da işe başladığımdan, önceden verilmiş sözlerle ilgili yapmam gerekenleri hızla tamamlayabilmek için birkaç günlük geziye geldim. O arada birkaç eski arkadaşımla buluşarak vodka içmeye de niyetim var…”
Önce kaşlarını, sonra kafasını kaldırarak önündeki düğmeye basıp beni içerdeki çapraz sorgu odasına yönlendiriyor.
Yok yok, bu kötü bir şakaydı. Öyle cevap vermiyorum tabii ki. Omuz üstü yıldızlarından açık mavi gözlerine doğru yol alırken “Bazı görüşmeler için geldim” diyorum.
Elbette bu kısa cümlenin en çekici kelimesi “bazı”…
Genç yaşta devleti temsil etme görevini üstlenen delikanlı, beni biraz deşmeye karar veriyor:
“Böyle Rusça konuşmayı nereden öğrendiniz siz?”
Alaycı bir gülümsemeyle ona “Dur sana hikâyemi anlatayım; haydi aramızdaki resmiyeti noktalayalım evlat” diyorum.
Ve o yine önündeki düğmeye basıp beni içerdeki çapraz sorgu odasına yönlendiriyor.
Hayır hayır, öyle de demiyorum tabii. Sadece aklımdan geçiyor böyle bir ukalalık.
Ama bu tavırdan çok da vazgeçmeden vurguları yumuşatılmış bir tonda şöyle diyorum:
“Muhtemelen Rusya’da sizden daha fazla yaşadım ben.”
Önündeki sıkıcı işleri ve omzundaki yıldızları unutarak bana dikkatle bakıyor.
Sonra ben bu sürenin çeyrek yüzyılı geçtiğini söylediğimde, ilk defa insanî tepki vererek kısıtlı da olsa bir gülümsemeyle cevap veriyor:
“Gerçekten de öyleymiş; ben sadece 24 yaşındayım.”
1-2 dakika içinde sınav bitiyor ve bir sonraki kontrol noktasına doğru ilerliyorum.
* * *
Ne garip, başka bir devletin pasaportuna sahip olduğum için bir anda “şüpheli” oluverdim.
Hayatımın önemli bölümünü geçirdiğim ve fiilen bana “ikinci memleket” olan bir yeri şimdi benden korumaya çalışan yüzlerce sınır görevlisi, mesela, 4 Ekim 1993’te Yeltsin Beyaz Ev’i bombalatırken nerede, hangi duygular içindeydi acaba?
Ya 30 yıl önce Kremlin’de orak çekiçli bayrak indirilirken?
Veya Rus-Çeçen savaşları sürerken?
Ya da 6 yıl önce Suriye sınırında Rus jeti düşürülürken?
Yaşı tutanlar benim kadar yüreklerinde hissettiler mi o tarihsel dönüm noktalarını?
Barut kokularının arasında umut aradılar mı?
Boş raflar ve yoksulluk dönemlerinde içleri parçalanarak yardım kampanyaları organize etmeye çalıştılar mı?
Anne ve babası olmayan veya alkolik olan çocuklara biraz eşya ama daha çok sevgi verebilmek için Öksüz Evleri’ne defalarca ziyaret düzenlediler mi?
Şimdi kim kimden kuşkulanıyor?
Kim kimi ülkeye sokmak veya sokmamak yetkisiyle tepeden sorular yağdırıyor?
Kimin hakkı hesap sormak?
* * *
Ah, evet, coştum yine ben, dalgalanıyorum!..
Dünya o dünya değil, hatırladım şimdi.
“Dünya vatandaşlığı” boş bir masal diyorlardı; değil mi?
Cebinde hangi pasaport varsa o kadar ve ona göre konuş. Ve sana ona uygun davransın herkes.
24 Kasım 2015’ten sonra Rus televizyonlarındaki tartışma programlarına çıktığımda uçağın düşürülmesiyle ilgili ben daha iki kelime edemeden nasıl da üzerime çullanmışlardı:
“Bırak bu numaraları! Sonunda Türksün sen işte! Uçağımızı düşüren, pilotumuzu paraşütle yere inerken kurşunlayanlardansın.”
Bunu diyenler de “Rusya adına” saldırıyorlardı bana.
Bağıranların bir kısmının türlü yolsuzluklar yapan, çocuklarını gizlice ABD’ye veya İngiltere’ye okumaya gönderen, İsviçre bankalarında hesaplar açan “yurtseverler” olduğunu okumuştum bir yerlerden.
Ama ne fayda!
Onlara “Rus”, bana “Türk” olmak düşmüştü bu sahnede.
Milliyetçilik sınırlarını aşmaya asla izin verilmeyen, gladyatörlere önceden saptanmış işaretlere göre alkış ve yuh yağdıran kitleler önünde düzenlenen siyasi şovlarda boy gösteriyorduk. Ve elime tutuşturdukları kılıcın sapı kırıktı.
Talihsizlik bana düşüyordu bu hayatta: Kendi ülkende milliyetçi, şovenist, ırkçı söylemlere karşı çık ve bundan dolayı başın belaya girsin. Sonra git, bir başka ülkede seni milliyetçi olmaya zorlasınlar…
* * *
Acı bir gülümsemeyle havaalanından çıktım.
Dışarda kar yağıyordu.
Uzak çam ağaçlarının kokusu ulaştı burnuma.
Ne güzeldir şimdi Rus kışının beyaz-yeşil örtüsü...
Seviyorum bu ülkeyi; tıpkı Türkiye’yi sevdiğim gibi.
Ona kızdığım, onu acımasız eleştirdiğim de oluyor; tıpkı kendi ülkeme kızdığım ve eleştirdiğim gibi.
Ve yerleri asla doldurulmayacak arkadaşlarım var Rusya’da; tıpkı Türkiye’de olduğu gibi.
Kimlik belgelerimle ve liderlere itaatimle değil, yüreğimle bağlıyım ben bu iki ülkeye de.
20 yaşında gittiğim ülke Rusya değil ABD, Almanya, Çin, Şili veya Kenya olsaydı herhalde orayı da benimser, kendime “ikinci vatan” yapardım.
Çünkü hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar, insanların, birçoklarının sandığından ve göstermeye çalıştığından çok daha fazla birbirine benzediğini iyi biliyorum.