Türkiye’de bir süreden beridir “fiziki sınır güvenliği” kavramıyla geliştirilen ve uygulamaya konan projelerden söz ediliyor. Genel olarak Ortadoğu ülkeleriyle Türkiye arasındaki insan hareketliliklerini denetim altına almayı hedefleyen bu projelerin ortak amacı yasa dışı insan geçişlerine ve “terörist” faaliyetlere engel olmak şeklinde belirlenmiş. Birden fazla aşamadan oluşmuş ve iç içe geçen entegre projelerle hayata geçirilen bu güvenlik sisteminin bileşenlerine verilen isimler de, dönemin ruhuna uygun olarak, yerli ve milli simgeler arasından seçiliyor. Savunma Sanayi Başkanlığı’nın “KAYI Sınır Güvenlik Sistemi” adıyla duyurduğu ve Suriye sınırı kontrol etmesi hedeflenen proje buna bir örnek teşkil ediyor. Tabii milliyetçi ve mukaddesatçı basının bu projelere yakıştırdığı “Türk seddi” türünden isimleri veya “dünyanın üçüncü büyük duvarı” şeklindeki böbürlenmelerini de gözden kaçırmamak lazım. Zira bunlar siyasi tarihimizin derinliklerinden bugüne ulaşmış önemli psikolojik dinamiklerin etkisine işaret ediyor.
Her ne kadar devlet ricali ve iktidara müzahir kalemler bu projeleri bir gurur vesilesi olarak sunsa da mesele onların iddia ettiğinden çok daha farklı. Adına “fiziki güvenlik” de deseniz, etik açıdan nötr başka bir isim de seçseniz hiç fark etmez. Sonuçta sınırlarda inşa edilen şeyin adı duvardır ve yapılan işin nihai anlamını belirleyecek olan da budur. Başka birçok kavramda olduğu gibi, insanlığın duvara yüklediği anlamlar da tek yanlı değildir. Bu yüzden kavram çelişkili anlamları bir arada üstlenmiş durumda. Duvarın bir levha, yansıtıcı veya benzeri türden nötr anlamlar üstlendiği durumlar vardır. Duvara ehvenişer kabilinden yüklediğimiz bazı olumlu anlamlar da vardır ve bunların neredeyse tamamı korunma, mahremiyet veya saklanma türünden kaygılarla ilgilidir. Ancak duvar bir engeli anlattığında, olumlu anlamların ehvenişer olduğunun bilincini hep taşıyacağımız için, onu en kesin şekilde tarif eden duygunun utanç olduğunu söylemek yanlış olmaz. Soğuk savaş döneminde doğu ve batı Berlin’i ayıran duvar için kullanılan “utanç duvarı” yakıştırmasında kendini dışavuran şey kısmen bu duyguydu.
Kısmen diyorum, çünkü burada utanç engelin veya ayrımın kendisine değil dikildiği yere atfedilmektedir. Oysa bir duvar, bir engel olarak nereye dikilmiş olursa olsun, her zaman utanç duygusundan bir parça içerir. Zira böylesi duvarlar insanların birbirinden korktuğunun, saklanmayı arzu ettiğinin veya başkalarını bir yere kapatmak istediğinin alametidir. Söz konusu duygulara böylesine doğrudan baktığınızda işin hiçbir gurur verici tarafının olmadığını rahatlıkla görebiliyorsunuz. Duvar diktiğiniz her yerde dolaylı yoldan utancınızı da itiraf ettiğinizi reddedebilmeniz için insanlık tarihine hep devlet yönetenlerin gözüyle bakmış olmanız gerekir. Hadrian Duvarı’nı barbar akınlarına karşı dikilmiş bir uygarlık anıtı olarak anlatan tarihçilerin görüşüdür bu. Aynı görüş açısı sınırlara dikilen duvarlarla “Türk Seddi” diye övünen yerli ve milli söylemde de dile gelmektedir. Aynı zihniyet sahiplerinin Çin Seddi’nin Türk akınlarına karşı dikilmiş olmasıyla övünmesinin içerdiği ironi, sınır duvarlarında cisimleşmiş olan utancın bir başka yoldan doğrulanması değilse nedir?
Elbette Türkiye sınırlarına duvar diken ne ilk ne de tek ülke. Hatta Türkiye ile olan sınırlarına duvar inşa eden ülkeler de var. Dahası Berlin Duvarı’nın 30 yıl önce yıkılmasından sonra ileri sürülen, artık sınırların geçirgenliğinin arttığı veya ulus devletlerin gerilediği yönündeki iddia artık çok su götürüyor. Kimi araştırmacılar, Soğuk Savaş sonrasında yaratılan yeni sınırların uzunluğunun 26 bin kilometreyi aştığı tahmin ediyor. Sınırlara dikilen duvarların toplam uzunluğuyla ilgili tahminlerse 18-41 bin kilometre arasında değişiyor. Yeni duvarların uzunluğu çizilen yeni sınırların uzunluğunu aştığına göre, duvar inşa etmenin eski ve yeni tüm devletleri kapsayan bir eğilim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu durumda söz konusu kilometreleri aynı zamanda ulus-devletin küreselleşmeden intikamını almak için katettiği mesafe olarak da okumamız mümkün. Denilebilir ki küreselleşme varmış olduğu aşamada küreselleşme karşıtlığını da küreselleştirmiştir.
Aslında bu yeni “küresel trend” göçmenleri imha etmeyi veya öldürmeyi değil, oyalamayı ve mümkün olduğunca engellemeyi hedefliyor. Soğuk savaş döneminde olduğu sınıra mayın döşeme veya sınır tellerine elektrik akımı verme gibi ölümcül yöntemlerin tercih edilmemesi bununla ilgili. Ancak yine de insanların bu duvarları aşmak için mücadele ederken yaralanması veya hayatını kaybetmesi, köle tacirlerinin veya başka suç gruplarının eline düşmesi gibi riskler mevcut. Suriye sınırında DAİŞ’in kurduğu pazarlarda seks kölesi olarak alınıp satışan kadın ve çocukların sınırları aşmak isterken duvarlara takılmış ve köle tacirlerinin ağına düşmüş insanlar olma ihtimalini hiç yabana atmamak gerekir. Üstelik duvar boyunca serpiştirilmiş kulekol, garnizon veya uzaktan kumandalı otomatik silahların varlığını da dikkate aldığımızda, Türkiye’nin tıpkı İsrail veya eski Güney Afrika gibi duvarları sınırı militarize etmek amacıyla kullandığını söyleyebiliyoruz.
Normal şartlar altında bir sınır iki ülke arasındaki topraklardan, sulardan veya havadan geçtiği varsayılan hayali bir çizgi olarak düşünülür. Akarsuların, denizlerin veya dağların insan hareketliliği önüne çıkardığı varsayılan doğal engeller bir yana, insanların sınıra dair deneyimi kural olarak fiziki nitelikte değildir. Sınır çoğumuz için yerleşim yerlerini birbirine bağlayan yolların farklı ülkelere bağlandığı yerlerde kurulan sınır kapılarında, limanlarda veya havalimanlarında maddi bir deneyimin konusu olur. Oysa “fiziki sınır güvenliği” anlayışı hayali olan bu sınır kurgusunu maddileştirir ve onu gözle görülür, elle tutulur hale getirir. Sınırların insan eliyle üç boyutlu bir nitelik kazanması, sadece insan ile insan arasındaki ilişki üzerinde değil, insan ile doğa ilişki üzerinde de bazı sonuçlar doğurur. Sınırın bir yakasındaki yuvasından öbür yakasındaki dereye su içmeye giden hayvanın yaşamını, insanların sınır boyunca oluşturdukları ortak maddi ve kültürel hayatı zorlaştırdığı kadar zorlaştırır.
Bir toprak parçası üzerinde yaşayan her halk kendini kuşatan toplumsal ve ekolojik çevreyle sürekli bir etkileşim içindedir. Söz konusu süreklilik sınır duvarları yoluyla kesintiye uğratıldığında, bunun insanlar ve doğa açısından kaçınılmaz bir sonuçları olur. Duvarın kendine özgü kararlaştırılamaz yapısı devreye girer. Bir engel olarak tasarlanmış her duvar sadece dışarıdakinin içeri girmesini engellemez, günü geldiğinde içeridekinin de dışarı çıkmasına mani olur. Bu yüzden bir duvarın ne olduğuna onun özü gereği karar veremeyiz; her duvarın anlamı her somut durumda yeniden kararlaştırılmalıdır. Zira duvar aynı zamanda potansiyel kapatılma mekanını, yani hapishaneyi de çevreler. Bu durumu en iyi yakalayan kişinin Yılmaz Güney olduğunu, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nin çocuk koğuşunda 1976’da yaşanan isyanı anlatan Duvar filminde görebiliyoruz. Güney, yaşananları aktarabilmek için başkalarının bakacağı “duvarı” bir levha olarak kullandığında, onun kapatılma mekanına özgü bir metafor olarak anlamından da etkileyici bir şekilde yararlanmıştı. “Ülkemizdir, zaten bizim yuvamızdır; dikilen duvarlar bize karşı değil” deyip geçmemek lazım. Zira günü geliyor ev dediğimiz yer bile “ev hapsi” cezasıyla yuva olmaktan çıkıp hapishaneye dönebiliyor. Bir ülke içindekiler için neden hapishaneye dönmesin ki?