Bir kafede oturuyordum. Önümde bilgisayar. Masanın yanına, 6-7 yaşlarında bir kız çocuğu geldi aniden. Hop diye yanımdaki sandalyeye oturdu. Üstü başı tertemiz, yeşil gözlü, siyah saçlı, pembe tokalı. Parmağında, kalp şeklinde plastik bir yüzük vardı. Oradaki müşterilerden birinin çocuğu olduğunu düşündüm.
Değilmiş... Biraz daha uzaktan gelmiş.
Adı Rima’ymış. Rima, beyaz ceylan demekmiş. Ceylanın ne olduğunu bilmiyorsam, çok güzel bir hayvanmış. İstersem açıp bilgisayarımdan ceylanların ve ceylan çocuklarının resimlerine bakabilirmişim. Kâğıt verirsem, çizebilirmiş de.
Annesi karşı sitede temizlik yapıyormuş. Orada sıkılmış çünkü annesi, yaşlı kadının evini temizliyormuş ve kadın da pek konuşmuyormuş. Evde komik hiçbir şey yokmuş. Oyuncak yokmuş. Kâğıt bile yokmuş.
(Annesinin gittiği “öbür ev” iyiymiş çünkü orada bir abla varmış, resim yapmayı çok biliyormuş. Rima’ya sayılardan hayvan yapmayı öğretmiş. Ona hep kâğıt ve boya veriyormuş. Bütün gün resim yapıyormuş.)
Rima bugün televizyon seyretmek istemiş, yaşlı kadın da izin vermiş ama annesi izin vermemiş. Annesine yardım etmiş; küvetteki kova tam dolunca, annesine söylemiş. (Ses çıkarması yasak olduğu için, bağırarak söylememiş.) Oturmaktan ve bebekle oynamaktan sıkılmış sonra.
Annesi, başka bir yere gitmeyeceğine ve yolu hiç geçmeyeceğine söz verirse, bahçeye çıkabilirsin demiş. Bahçede çok durmuş ama sıkılmış. Yol zaten çok küçükmüş ve hiç de araba yokmuş. Koşarak karşıya geçmiş. İşte buraya gelmiş.
Annesi, “Kimseyle konuşma.” dememiş. Bazen diyormuş, bugün dememiş.
Rima, Suriyeli. Bir (ya da üç) yaşındayken, Suriye’den buraya gelmişler. Suriye’nin nasıl bir yer olduğunu bilmiyorsam, çok güzelmiş. Şimdi orada biraz yangınlar filan varmış.
Türkçeyi (neredeyse) aksansız konuşuyor Rima. Hiç ara vermeden konuşma ve soru sorma yeteneği var. Yüze kadar sayabiliyor. Eğer yardım edersem bine kadar bile sayarmış ama bazı sayıları pek sevmiyormuş ve unutuyormuş.
Havalar soğuyunca 7 yaşına girecekmiş, belki okula başlayacakmış. Babasının “yemekçi”si varmış. Annesi de temizlik yapmayı seviyormuş. Evleri, buradan otobüsle gidilen bir yerdeymiş ama güzelmiş. Annesi de çok güzelmiş. Ben, annesi kadar güzel değilmişim.
Bir abisi ve bir ablası varmış. Onların da hep çok işleri oluyormuş. Ablası çok akıllıymış ama abisi aptalmış. Ablası her şeyi biliyormuş ama abisi bilmiyormuş. Oyun oynamayı bile bilmiyormuş.
Babası akşam eve gelince, koltukta uyuyormuş hemen. Tam üç tane masal biliyormuş babası. İki tanesi gerçek masalmış.
“Acıktın mı?” dedim, “Acıkmadım. Acıksam da anneme söylerim, sana söylemem. Başkasından da hiçbir şey almam, yemem, elimi sürmem.” dedi. Annesinin gittiği “öbür ev”deki abla, ona bebek almış bir tane. Annesi izin vermiş. “Alabilirsin.” demiş, o yüzden almış. Bebeğin böyle çok uzun saçları ve tarağı varmış.
Rima, bebeğini anlatırken, karşı caddeden yüzü kıpkırmızı, gözleri korku dolu annesi geldi koşarak. Rima’ya Arapça bir şeyler söyledi. Rima da ona Arapça cevap verdi. Sonra bana dönüp “Annem bana kızıyor.” dedi gülerek.
Annesi bana baktı, “Özür dilerim. Teşekkür.” dedi ve el sallayarak gittiler.
Rima, vır vır konuşan, meraklı, komik, mutlu bir çocuktu. Sözlükteki “çocuk” tanımına uyuyordu. Başka çocuklardan hiçbir farkı yoktu. Resim yapmayı ve annesini çok seviyordu. Okula gitmek istiyordu.
Büyüyünce başımıza bela, evimize hırsız, memleketimize terörist olacak birine benzemiyordu hiç.
Annesinin de tanıdığım, bildiğim diğer annelerden farkı yoktu. Doğruyu öğretmeye çalışan, koruyan, kaygılanan ve çocuğunu başarıyla fırçalayan bir anneydi.
Başımıza bela, evimize hırsız, memleketimize terörist olmuş birine benzemiyordu hiç.
Oluyor yani böyle şeyler bazen. Siz yine de bu söylediklerimi çok ciddiye almayın.
Olaylara sırça köşkünden bakan, ülke gerçeklerinden habersiz, sığınmacı sorununun büyüklüğünü görmeyen, memleketimizin “bunlar” yüzünden nasıl bölüneceğini bir türlü o kalın kafasına sokamamış, insan sevgisi ve hümanizm zırvalıklarıyla gözleri iyice kör olmuş, havalı görünmek için konuşan, akılsız, zavallı insanlardan biriyim.