Savaş politikaları AKP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra
tekrar iktidara gelebilmek için kurduğu ittifakın zamkıydı. Bu
ittifak çözüm sürecinin bitirilmesi ve savaş politikalarına ağırlık
verilmesi üzerinden şekillendi, güçlendi ve ortada korkunç bir
savaş rantı, kirlilik, suç yumağı bıraktı.
Aradan sadece altı yıl geçtiği ve her şey herkesin gözleri
önünde olup bittiği halde hâlâ çözüm sürecinin kimler tarafından,
neden ve nasıl bitirildiği sorgulanıyor.
Çözüm sürecinin başından itibaren en önemli aktörlerinden ve
tanıklarından biri olan HDP eski milletvekili ve dönemin İmralı
Heyeti üyesi Sırrı Süreyya Önder’le 7 Haziran sonrasını, çözüm
sürecinin sonlanma sebeplerini, taraflar arasındaki gerilim
başlıklarını, çözüm sürecindeki en büyük hatayı, iktidarın savaş
politikalarına muhalefet etmeyen muhalefetin vaat ettiklerini,
HDP’nin buna karşı pozisyonunu ve Peker’in ifşaatlarının anlamını
konuştuk…
Sedat Peker son videosunda diyor ki, “Cezaevinde çıktık
(10 Mart 2014) daha ikinci gün Tarabya'da, bir düğün konvoyu
geçiyor. Arabaların üzerinde PKK bayrakları var. Bir tane de değil.
İstanbul’un içinde, şeref, namus. ‘Oğlum nasıl bir yere geldik'
dedim. Çıktığımda Türkiye böyleydi. (…) ’Bir şey yapmam lazım'
dedim. Hemen hesapladım, Rize'de bir teröre lanet mitingi
düzenlettirdim… Sonra millet de konuşmaya başladı. Sonra millet
psikopata bağladı. (…) İlk meşaleyi yakan adamım ben.” Peker söz
konusu mitingde Kürt hareketini kastederek “oluk oluk kanlarını
akıtacağız” demişti. Tarih 9 Ekim 2015. Yani çözüm sürecinin devam
etmesi talebiyle Ankara’da yapılan mitinge yönelik korkunç Gar
Katliamı’ndan, 107 barış savunucusunun katledilişinden bir gün
önce. Her ne kadar takvim tutmasa da Peker çözüm sürecini bitiren
kişi olduğunu, “ilk meşaleyi yakan adam” olduğunu ima ediyor.
Peker’in hedef aldığı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da
Habertürk’te çözüm sürecinin bitirilişinde önemli bir aktör
olduğunu ima etti. Sahi çözüm süreci tam olarak kim veya kimler
tarafından, nasıl bitirildi?
Peker’in ifşaatları içinde ucundan veya kenarından çatışmalı
sürece yaslanmayan hiçbir şey yok. Barış süreci Türkiye açısından
ilk deneyimdi. Yani kendi içtihadını kendisi oluşturan bir süreçti.
Bundan önce bu açıklıkta, bu resmiyette ve bu kapsamda herhangi bir
süreç yapılmamıştı. Bu anlamıyla tarihseldi ama aynı zamanda bin
bir türlü yeni soruna, tehlikeye ve tehdide gebeydi. Bahsettiğin
isimler barış sürecine karşı görünürdeki sayısız tehditten sadece
birkaç tanesi.
Peki sürecin bitirilmesinin esas sorumlusu
kimdi?
Kendimizi katmadığımız, dışarıdan bakarak yaptığımız bütün
değerlendirmeler gerçekliğin bir kısmını budamayı gerektiriyor.
Dolayısıyla biraz ironik gelebilir ama barış sürecinin
sonlanmasının en büyük sorumluluğunu heyetin bir üyesi olarak
kendim alıyorum. İşin bu kısmını ifade etmeden bu sürecin
bitirilmesi konusunda o günlerde kimlerin ne tür saklı gündemleri
olup olmadığını konuşmaya geçemeyiz.
ÇÖZÜM SÜRECİNİN BİTİRİLMESİNİ SADECE PROVOKASYONLARLA İZAH
EDEMEYİZ
Sizin sorumluluğunuz neydi?
Bugünden bakınca, aslında bütün enerjimizi barış talebini
toplumsallaştırmaya harcamamız gerektiğini anlıyoruz. Bu sürecin
bitirilmesini sadece provokasyonlarla izah edemeyiz, hayır. Eğer
toplumun sahip çıkmasını sağlayabilseydik barış süreci su
sızdırmaz, kurşun geçirmez bir ruha bürümüş olur; başarıya
ulaşırdık. O zaman da çözüm sürecini bitirmek üzere provokasyon
tertipleyenler birer sinek vızıltısı gibi gelip geçerdi.
Peki neden esas enerjinizi barış talebinin
toplumsallaştırılmasına harcamadınız?
Çünkü o süreçte umman büyüklüğündeki sorun alanlarıyla,
inanılmaz yoğunlukta trafikle, gidip gelmeyle uğraşmak zorunda
kalarak, barış talebini toplumsallaştırma misyonumuzu ıskaladık.
Böylesi zor ve hayati bir mevzuyu çok daha sağlam çerçeveye
oturtmalıydık. Barışı sağlam kazığa bağlamak, o talebi
toplumsallaştırmakla mümkündür. Barışın sadece dağlarda yürüyen bir
savaşın sonlanmasından ibaret olmadığını göstermeliydik. Barışın da
savaşın da yediğiniz ekmekten aldığınız maaşa, soluduğunuz havaya
kadar hayatın tümünü belirleyen süreçler olduğunu
anlatabilmeliydik. O zaman insanlar daha rahat mukayese yapabilecek
ve bu süreci bitirmek isteyenlere karşı duracaktı. Savaş kadar
barışın da dili, diplomasisi ve araçları vardır. Savaşların
araçları arasında silahın tuttuğu yer çok küçüktür. Savaş önce
dilde başlar. Bunun için de zihinlerin formatlanması gerekiyor.
Savaşın diplomasisi, silahlara göre çok daha yakıcıdır. O halde
barış için de sadece elçilik yapmaktan, gidip gelmekten öte
diplomasiyi öncelemek gerekiyor.
SAVAŞ SÜRDÜKÇE KENDİ ÖMRÜNÜ UZATIYOR
Yani?
Yani savaş sektörü derken sadece silah ticareti, savaş baronu
derken de sadece silah tüccarları akla gelmemeli. Savaş sektörünün
medyası, politikacıları, akademisyenleri, sivil toplum kuruluşları,
mafyası, çıkar grupları var. Savaşta bu kesimler zenginleşirken
toplum hacir altına alınıyor ve savaşılan her kimse, ona düşmanlık
etmek dışında bir özgürlük alanı bırakılmıyor. 20’inci yüzyılın
Marksist düşünürleri Ettiene Balibar’dan Ranciere’ye Althusser’e
varana değin hiçbiri savaşı salt bir kavram olarak düşünmezler.
Savaş, onlar için sorundur ve sosyalistlerin görevi de sorunu
düşünmek değil, ortadan kaldırmaktır. Karl Marx da savaş sorununu
“Felsefenin Sefaleti”, “Komünist Manifesto” ve “Fransa’da Sınıf
Savaşımları” adlı kitaplarında irdeler ama savaşı bir kavram olarak
ileri sürmez. Hepsinde savaş sorundur ve bu sorun için çözüm
üretilir. “Louis Bonaparte’ın Onsekiz Brumaire” ve “Fransa’da Sınıf
Savaşları”nda savaş, “ulus-devletin tekil bir sınır örgütlenmesi”
olarak tanımlanır ve genel olarak sınır; aşılacak, aşılması gereken
bir engeldir.
Ama biz savaşı bir türlü aşamıyoruz, çünkü savaş
“ulus-devletin tekil bir sınır örgütlenmesi” haline
gelmiş…
Bu savaşın süresiyle de ilişkili. Savaş sürdükçe kendi ömrünü
uzatıyor. Savaş uzadıkça, savaştan geçinen sektörler daha da
yaygınlaşıp bir ahtapot misali hayatın her alanına sirayet ediyor.
Türkiye’de en küçük yerleşim biriminden metropollere kadar hayatın
hemen her alanında bu sektörün hükmü geçiyor. Toplumsal bütün
konumlara vasıfsız insanlar egemen oluyor. Devlet kurumlarından
sivil topluma varana dek her yerde uzantıları oluşmuş bir savaş
ekonomisi karşısında barış, elini uzatacağın mesafeye kadar
yaklaştığında bile, birdenbire böylesi bir ihtimal bir daha asla
belirmeyecekmiş gibi başa dönülebiliyor.
SAVAŞ PARADİGMASINA DÖNMEYE KARAR VEREN İKTİDARIN ENSTRÜMAN
BULMASI KOLAY
Neden?
İki temel nedeni var. Birisine literatürde “barış korkusu”
deniyor. Savaşla kendini var eden tarafların barışa hazırlıksız
olmalarından kaynaklanıyor “barış korkusu.” Bir diğer neden ise,
savaştan nemalanan irili-ufaklı sektörlerin varlığı. Çözüm
sürecinde bunlara karşı demokratik, barışçıl hamleler
geliştirebilen bir dil, içerik ve çaba gerekiyordu ama biz
buralarda yetersiz kaldık. Hatırlayın, toplumdaki iyimser hava
dağılmaya başlayınca, topluma barışı anlatmak için giden Akil
İnsanlar Heyeti üyelerine yönelik sözlü ve fiziki itirazlar arttı.
Bu, barış talebinin toplumsallaşmadığının önemli bir göstergesiydi.
Çünkü barış talebi toplumsallaştırılabilseydi savaş yanlısı söylemi
dillendirenlerin karşısına barış talebini dillendiren kitleler
çıkıp “hayır, bu mesele çözülmeli ve siz bu süreci bozamazsınız”
diyerek dikilebilirdi.
Fakat neticede çözüm sürecini ortadan kaldıran şey
toplumsal tepki değil, iktidarın hesapları değil
miydi?
Dediğim gibi, barış talebini toplumsallaştırabilseydik, hiçbir
iktidar bu süreci bozamazdı. Savaş paradigmasına dönmeye karar
veren iktidarın enstrüman bulması kolay. Hatta sizin bulmanıza bile
gerek yok, süreci yok etmenize yardımcı olacak yapılar size koşa
koşa gelir. Dahası, bazıları size bile gelmeyip inisiyatif
geliştirerek savaş yanlısı adımlar atmaya başlarlar. Öte yandan
değerlendirmelerimiz gerçekçi olmalı. Dünyadaki benzer
deneyimlerden biliyoruz; çatışma sonrası çözüm süreçlerinde
taraflardan biri gereğinden fazla güç biriktirirse, yahut güç
biriktiriyormuş gibi bir algı bile yaratıyorsa, bu da çözüm
süreçlerini bitiren bir unsura dönüşebiliyor.
ÇÖZÜM SÜRECİ SIRASINDA KÜRT İLLERİNDE ÇETELEŞMEYE VARAN
OLUŞUMLAR GÖZLEMLEDİK
Yani çözüm sürecinin sonlanmasında Kürt hareketinin güç
biriktirmesi veya öyle bir görüntü vermesinin de mi etkisi
oldu?
O dönemde Kürt illerinde, yer yer çeteleşmeye varan, merkezi
olmayan birtakım oluşumlar gözlemledik. Bunda Kürt hareketinin bir
muradının olduğundan emin değilim. En azından o günlerdeki
görüşmelerimize dayanarak Kürt hareketinin böyle bir iradesinin
olmadığını söyleyebilirim. Ama birden bire, yer yer lumpen tutumlar
içeren yapılanmalar ve bunların yol kesme, insanları alıkoyma gibi
hareketleri ortaya çıktı.
Çözüm sürecinin sonlarına doğru mu ortaya çıktı bu tür
yapılar?
Evet, ama aslında bölgedeki nispi rahatlamayla birlikte uç
vermeye başlayan bir eğilimden söz ediyorum. Öcalan bunu duyuyordu,
görmüştü. Zaman zaman haberlere de çıkıyordu. En çok itiraz ettiği
meselelerden biri de buydu. “Bunlar bizim tavrımız, tarzımız,
yöntemimiz olamaz” diyordu. Öcalan açısından bir yandan barış
görüşmeleri yapılırken bu tür işler kabul edilemezdi. O yüzden
“bunlar soruşturulmalı” diyordu. Ama her iki taraf da bunun
taşıdığı tehdit ve tehlikeyi yeterince kavrayamadı, üzerine
gitmedi. Belki biz de heyet olarak bu tehlikeyi yeterince
vurgulayamadık. Ama günün sonunda bu yapılar birden bire tüm
sürecin kaidelerine damga vuran noktaya geldiler. Barış sürecinde
tüm meselelerin yerelden merkeze kadar her aşamada geniş bir
biçimde tartışılması gerekirken, çözüm süreci orada yol kesme, öbür
yerde falancanın alıkonması gibi meselelerle anılmaya başlandı.
İMRALI-KANDİL GÖRÜŞMELERİ SONRASI BAKANLAR DÜZEYİNDE YAPTIĞIMIZ
TOPLANTILARDA SÜRECİN ÖZÜNE TEKABÜL EDEN MESELELERİ
KONUŞAMIYORDUK
Sizce bu olayları kim veya kimler yaptı?
Muhtemelen bunlar hiç ortaya çıkmayacak. Meselenin bu boyutunu
olaylar bazında değil de genel bir başlık altında incelemek
gerekirse, buna “güven sorunu” demek daha doğru olur. Yine dünya
deneyimlerinden yola çıkarak baktığımızda, bu süreçlerin öncelikle
bir güven aşamasından geçmesi gerektiğini görürüz. Karşılıklı güven
artırıcı adımlar atılması gerekiyordu. Sonuçta o güne kadar
birbiriyle çatışan taraflar bir şekilde karşılıklı güvene dayanarak
öncelikle konuşmaya başlıyorlar. Fakat bu başlangıç aşamasıyla
sınırlı değil, süreç boyunca desteklenmesi ve tekrar etmesi gereken
adımlardı. Biz heyet olarak her İmralı-Kandil görüşmeleri sonrası
bakanlar düzeyinde toplantılar yapıyorduk. Ne var ki, biz hiçbir
zaman bu tür olayları aşıp gündemin can alıcı, özüne tekabül eden
yönlerini konuşamıyorduk.
Hükümetle ne tür olayları konuşuyordunuz?
Örneğin adli tıp sürecini tamamladığı halde serbest bırakılmayan
hasta tutuklular meselesini gündeme getiriyorduk. Çünkü bu, güven
artırıcı ilk adım olarak değerlendirilmişti. Fakat biz bakanlara
bunları söylediğimizde, önümüze bölgeden gelen asayiş raporlarını
koyuyorlardı. “İyi ama şurada da yol kesilmiş, burada da hendek
kazılmış, şu insan alıkonmuş” diyorlardı. Dolayısıyla hiçbir zaman
taraflar arasında bir güven ilişkisi kurulamadı. Sürekli karşılıklı
kuşku, itham, şikâyet çerçevesinde kaldık. Bu söyleşiyi okuyan
kimsenin bu anlattıklarıma dayanarak sürecin sadece olumsuz
yanlarını görmesini istemem. Aksine, sürecin kendisi bile, tüm
sorunlarına rağmen tarihi önemdedir, olumludur. Fakat tarafların
buluşabileceği, mutabık kalabileceği ortak nokta arasındaki makas
hep çok genişti.
'SÜRECİ ŞU BOZDU, ŞU DA BU MİTİNGİ YAPTI' KISMI AYRINTI, ESAS
MESELE TARAFLAR ARASINDAKİ MAKASIN AÇIKLIĞIYDI
Peki bu makas neden kapatılamadı?
İktidar tarafı bütün enerjisini PKK’nin silahları bırakması
hedefine hapsetmişti. “Bu olsun, ondan sonrası kolay” kolaycılığına
kaçıyordu. Bir anlamda temennilerini program yapıp kuşkularına iman
ediyorlardı. Diğer taraf da sorun alanı olarak gördüğü bir dizi
şeyde somut ve anayasal güvenceli adımlar bekliyordu. Bu makas çok
açıktı ve esas mesele buydu. Yoksa “süreci o bozdu, şu da bu
mitingi yaptı, beriki şöyle bir provokasyon yaptı” kısmı ayrıntı.
Eğer sürecin taşıyıcı kolonları zeminlerde gelişebilseydi, bu tür
ayrıntıların esamesi okunmazdı.
Şimdiye kadar çözüm sürecinin bitirilişini HDP’nin 7
Haziran seçimlerindeki başarısı sonucu AKP’nin tek başına iktidar
olamayışı üzerinden okuduk. Nitekim 7 Haziran öncesinde AKP’liler,
HDP’nin barajı aşması halinde çözüm sürecinin bitirileceğini
açıktan ima eden beyanatlar veriyordu. O halde AKP’nin 7 Haziran’da
tek başına iktidar olamaması çözüm sürecinin tali değil, asli
unsuru olarak görülemez mi?
Elbette HDP’nin seçim başarısı ve AKP’nin yaşadığı ağır
hezimetin çözüm sürecinin kırılma anı olduğunu ilk dile
getirenlerden birisiyim ben. Ama eğer kolonları sağlam zemine
oturtsaydık, barış talebini toplumsallaştırabilseydik, çözüm süreci
AKP’nin hezimetine kurban edilemezdi. O zaman ne AKP ne de gelecek
başka bir iktidar bu süreci tahrip etmeyi göze alabilirdi.
ORTAYA SAÇILAN PİSLİKLERDEN GÖRÜYORUZ Kİ, TAŞINMAYAN TEK KAYGI
BAYRAK VE BEKA MESELESİ
7 Haziran 2015’ten itibaren çözüm sürecinin
bitirilmesinden hemen sonra Fethullahçılarla da ciddi bir savaşa
girişildi ve darbe girişimi sonrası yapılan 7 Ağustos 2016 tarihli
Yenikapı Mitingi’yle birlikte AKP-MHP ve irili ufaklı başka
yapılardan oluşan yeni bir iktidar koalisyonu oluşturuldu. Devlet,
mafya, siyaset ilişkisi açısından bakıldığında çözüm süreci sonrası
oluşturulan iktidar koalisyonu bize ne anlatıyor?
Bunun birkaç boyutu var. Bir kere devletin savaş repertuarı,
barış repertuarından çok daha geniş ve hacimli. Dolayısıyla savaşa
dönme kararı alındığı anda çok kolay harekete geçilebiliyor.
Sonuçta tarihsel olarak bakıldığında yüz yıllık, aktif savaş
açısından bakıldığında kırk yıllık bir hafıza, deneyim ve
teşkilatlanma yedekte duruyor. Devlet bu tarihten hangi plağı
çıkarıp koyarsa bunu dinlemeye ve dinlediği plağa göre hareket
etmeye hazır geniş bir kitle var. Ayrıca meselenin sosyolojik
boyutu haricinde bir de finans-kapital boyutu var. Askeri olarak
test edilmeyen hiçbir siyasal güç, siyasal güç değildir.
Bununla neyi kastediyorsunuz?
Kürt sorunu sadece ulusal değil, aynı zamanda bölgesel bir
mesele. Bölgenin kapsama alanını göz önüne aldığımızda da bu bir
dünya meselesi. AKP iktidarı bölgede, Ortadoğu’da hem siyasi hem
ekonomik olarak aktör olma niyeti ve hevesi içindeydi. Bunun da
bölgedeki ağırlığını ancak askeri alanda hissettirmesiyle mümkün
olduğunu düşünüyordu. Bugün ortaya saçılan pisliklerden görüyoruz
ki, taşınmayan tek kaygı bayrak ve beka meselesi. Onun dışındaki
her türlü kaygı var. Meğer devasa bir ekonomi tetiğe basılmasını,
savaşı bekliyormuş. Savaşla yıkıp inşaatla yapmak ekonomik bir
aktivite mesela. Dolayısıyla Türkiye’de hakim sermaye kazandığı
yeni karakterle savaşçı, savaş sanayiinden beslenen bir ittifaktır.
Hâl böyle olunca savaş histerisi medyasından kanaat önderlerine,
suç örgütlerinden bazı sivil toplum örgütlerine kadar muazzam bir
taban buldu.
Kürt meselesi bir dünya meselesiyse, “dünyanın” bu
sorunda, savaşta payı nedir?
Gelişmiş batı ülkeleri kendi iç çelişki ve çatışmalarını hep
geri bırakılmış ülkelere ihraç ederek kendi halklarının refahını
sağladılar. Türkiye’nin egemen ittifakları ise bütün çelişki ve
çatışmalarını Kürtlere ihraç edegeldi. Irak ve Suriye’deki iç
çatışmalar ve IŞİD barbarlığı bir bölge meselesiydi ve barış süreci
tüm bu bölgesel projeksiyonun içinde en kolay yutulacak lokmaydı.
Bu kolay lokmayı zor lokmaya çevirecek olan eşitlik ve toplumsal
barış talebi olacaktı ama maalesef bunu sağlayamadık.
TAVUĞUN CÜCÜĞÜNÜ GÜZÜN SAYARLAR; SAVAŞIN DEVLETE MALİYETİ GÜNÜN
SONUNDA BELLİ OLACAK
Peki bu sürecin akamete uğratılmasının topluma ve
devlete maliyeti ne oldu?
Topluma olan maliyeti ortada ama devlete bir maliyeti ancak
günün sonunda belli olacak, daha o günün sonuna gelmedik. Bir
Anadolu sözü vardır; tavuğun cücüğünü güzün sayarlar. Toplum ise en
kıymetli şeyini, birliğini yitirdi, canlarını yitirdi. Yitip giden
hiçbir canı tekrar yerine koyacak bir teknoloji veya para miktarı
yok. Keza toplum hiçbir şekilde tekrar yerine konamayacak olan
zamanını yitirdi ve daha uzunca bir müddet de yitireceğe benziyor.
Siz zamanı bir kere yitirdiğinizde, eşitsiz gelişim yasası
aleyhinize on kat daha fazla hızla çalışır. Başkaları alır başını
giderken, siz hâlâ kuyruğunu kovalayan kedi gibi kendi
çaresizliğinizin etrafında dönüp durursunuz. Ama hakim yapılar,
egemen yönetim ittifakı bundan genellikle zarar görmez.
Neden?
Çünkü savaş egemenler açısından bir yönüyle bunalım ve
çözümsüzlükleri aşma biçimidir. Bugün Ortadoğu meselelerine
baktığımızda daha iyi görüyoruz ki, yeni dünyada yönetebilme
kabiliyeti borçlandırma tekelini elinde tutmakla eşanlamlı.
Donanmalar, silahlar artık borçlandırma tekeli kadar etkili değil.
Batı finans sistemindeki fonlar dağlar kadar birikmiş. Ortadoğu
nüfusunun önemli bir kısmı ekonomik olarak sistem-dışı bir noktada
yaşıyor ve savaş buralarda ekonomik nizamı kurmanın aygıtı haline
getirilmiş durumda.
AMERİKA’YA VİETNAM’DA DİZ ÇÖKTÜREN, AMERİKAN HALKININ BARIŞ
TALEBİYDİ
Bu barışın imkânsızlığına mı işaret ediyor?
Hayır, aslında barışın imkânsızlığına değil imkânlarına dikkat
çekmeye çalışıyorum. Bir kere savaş sektörü ya da savaş iradesi ne
kadar ürkütücü görünse de, geniş halk iradesine karşı duramaz,
duramamıştır. Amerika’ya Vietnam’da diz çöktüren, Amerikan halkının
barış talebiydi. Batıyı nispeten sosyal demokrat alanlarda
arkeoloji yapmaya sevk eden de buydu. Savaş sektörünün cesameti
görünüşte büyük olabilir ama halk iradesi barıştan yana tecelli
ettiğinde de karşısında duramayacak kadar zayıftır. Bu da
enerjimizi nereye sarf etmemiz gerektiğine dair yol gösteriyor.
Son günlerde özellikle Sedat Peker’in itiraf ve
açıklamalarının da etkisiyle, savaş üzerinden şekillenmiş mevcut
iktidarın içindeki kişilerin bulaştığı yolsuzluklara,
hukuksuzluklara dair önemli bilgiler ortaya çıkıyor. Bu nedenle
iktidara karşı ciddi bir toplumsal tepki oluştuğu düşünülüyor.
Mevcut iktidara karşı yükselen toplumsal tepkinin aynı zamanda
barış talebinin de taşıyıcısı olabileceğini düşünüyor
musunuz?
İmkânsız. Barış durup dururken gelmez. Şu an savaş
politikalarına yaslanmanın iktidara çıkardığı hiçbir maliyet
yoktur.
İKTİDARIN İFLASI BARIŞ İÇİN BİR İMKÂN YARATABİLİR AMA…
Nasıl yani; savaş politikalarındaki ısrar iktidarı zora
sokmuyor mu?
Nasıl, hangi konuda zora sokuyor? Muhalefet savaşa dönük
meselelerde dişe dokunur, yapısal veya can alıcı noktalardan bir
tek itiraz geliştirip iktidarı zora sokmuş mudur?
Barış geniş toplumsal kesimlerin talebi olmayınca,
muhalefet açısından da getirisi olmayan bir söylem haline mi
geliyor?
Tabii, barış çok zahmetli, ciddi bir iştir. Bozucu alanların bu
kadar çok olduğu ve savaşın bu kadar uzun sürdüğü bir ülkede
binlerce insan buraların nasıl rehabilite edilebileceğine dair kafa
yormak, yol ve yöntem bulmak üzere çalışmak durumunda. Barış,
savaştan çok daha ciddi bir çaba gerektiriyor. “Hadi tokalaşıp
barışalım” deyince barışılmadığını, bunun ince işlenip güven
ilişkisiyle sürdürülebileceğini, muazzam bir emek gerektirdiğini
biliyoruz artık. Ama savaş bir tetiğe basmaya bakar.
TEBEDDÜL-İ ESMA İLE HAKÂİK-İ EŞYA TEBEDDÜL ETMEZ
Yani mevcut iktidarın ekonomiden dış ilişkilere kadar
her alandaki iflasının ve sonlanmasının aynı zamanda savaş
politikalarının iflası ve sonlanması anlamına gelmeyeceğini mi
söylüyorsunuz?
Elbette iktidarın iflası barış için imkân yaratabilir. Fakat
iktidar iflastayken, muhalefet bloku içinden birilerinin
isimlerimizi değiştirmekten bahsettiği bir döneme tanıklık
ediyoruz. Diyor ki, “HDP'lilere Selahattin, Sırrı, Hasip, Fatma,
Emine ismini çok görüyorum.”
İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Yavuz Ağıralioğlu’nun
sözü bu…
Bunu söyleyen kişi sözümona muhafazakâr veya İslamcı
referanslara sahip olduğunu iddia ettiği için bir Mecelle
kaidesinden bahsetmek istiyorum: “Tebeddül-i esma ile hakâik-i eşya
tebeddül etmez”. Yani isimlerin değişmesiyle gerçekler değişmez.
Boş işleri marifet, zırvayı da fikir sanan bir sefillik
karşısındayız. İşte sana muhalefetin bir bölümü! Bir diğer bölümü
iktidarı eleştirirken en temel argüman olarak barış sürecinin
üzerine ayağını basıp “siz İmralı’yla görüşmediniz mi?” diyor.
Mevcut iktidar gidecek de, gelecek olan kör bıçağıyla bekliyor
gibiyken biz neyle umutlanacağız? Birisi isimlerimizi bize layık
görmüyor, ki vaktiyle Todor Jivkov Bulgaristan’daki Türklerin
isimlerini değiştirince, Aziz Nesin çıkıp “Bulgaristan’da Türkler,
Türkiye’de Kürtler” diye bir yazı yazarak riyakârlığa ayna tutmuş,
başına gelmeyen kalmamıştı. Diğeri de bu ülke tarihinin en değerli
sürecinin üstüne basarak söylem üretiyor. Bir başkası en temel
insan hakkını pedagoglara bırakacağını söylüyor. Kürtler muazzam
bir tarihsel deneyim birikimine sahip bir halk. Ulusal-demokratik
kimliklerini gözeten bütün Kürtler inanılmaz bir siyasal tecrübe
sahibidir. Analizlerini de hep bu perspektiften süzerek
yapagelirler. Kırk katır ve kırk satır yerine iki gönül bir hatır
seçeneğini ihya edebilirler.
SUYA-SABUNA DOKUNMADAN İKTİDARIN GİTMESİNİ BEKLEYENLER KİRLİ
KALIYOR
Dolayısıyla?
Bu iktidar için gün akşam oldu. Fakat suya sabuna dokunmadan bu
iktidarın gitmesini bekleyenler kirli kalıyor. HDP’nin dışındaki
muhalefet suya-sabuna dokunmayarak sadece kirliliği muhafaza
ediyor. Ama umutsuz değilim. Türkiye’nin son altı ayına
baktığımızda, muazzam bir derbederlik görüyoruz. Bu derbederliğin
kaynağı üzerine uzun uzadıya kafa yorunca vardığım sonuçlardan biri
şu: HDP dört bir yandan kıstırılınca, Kürt meselesinin silahlı
boyutunun Türkiye’deki ayağı da azalınca hem iktidar hem de
muhalefet siyaset yapamaz hale geldi. Toplumun yöneten kesimleri
dahil herkeste egemen tek duygu var: Kıstırılmışlık. Kürt meselesi
aradan çıkınca muhalefet nasıl muhalefet edeceğini, iktidar da
nasıl muktedir olacağını bilemez duruma düştü. Bir an için tasavvur
edelim: Kürtlerin çatışan kesimleri çıkıp “biz bu işi
kayıtsız-şartsız bıraktık, aha da Allah işinizi-gücünüzü rast
getirsin, çarşınıza göre pazar versin” dese, memleket birbirine
girecek. İktidarın hiçbir kavramsallaştırması, muhalefetin hiçbir
can alıcı etkinliği yok. Gazete Duvar yazarı Önder Algedik ve
birkaç bilim insanının öneri ve çabalarını hariç tutarak
söyleyeyim: Ülke sabah uyanıp da pek çok ülkenin sınırlarından
büyük bir denizinin kanalizasyon çukuruna döndüğünü görüyorsa ve su
motoruyla bu kiri çekmekten daha yaratıcı bir çözüm
dillendirilmemişse, gelinen durumun pejmürdeliği apaçık
görülür.
BU İKTİDAR GİTTİĞİNDE BU MUHALEFET DE GİDECEK
Yani bu iktidar gittiğinde vaziyet değişmeyecek
mi?
Verili şartlarla hayır! Müneccim olmaya gerek yok, bu iktidar
gittiğinde, eğer bu aymazlıkta ısrar ederse bu muhalefet de
gidecek. 2002 yılında AKP geldi ama kıyamete kadar baki kalacağını
düşünen bir çok siyasal yapı da mevt oldu. Bir şey gelişmiyorsa yok
olmaya mahkûmdur. Bu denli pejmürdeliğin ortasında hâlen yüzde
1’lerin hesabını yapan bir muhalefet varken “bunlar gidecek, onlar
gelecek ve her şey çok güzel olacak” demek çok iyimserlik
gerektirir.
Bu işin akıbetini kim belirleyecek peki?
Akıbet HDP’nin elinde. HDP’nin dışındaki muhalefette hâkim olan
şey siyasetsizliktir ve bu, iktidarın en arzu ettiği şeydir. Çünkü
ancak böyle hükmedebiliyor. Bakın, Cumartesi Anneleri mesela, en
baskıcı dönemler dâhil bu ülkenin sembollerinden biridir. Şu anda
Cumartesi Anneleri’nin toplanma, açıklama yapma hakkı gasp edilmiş
durumda. Bu anneler dünyanın en barışçıl itirazlarının sahibiler.
Ama bildiğimiz, tanıdığımız duyarlı birkaç CHP’li milletvekilinin
dışında hiç kimse “ne yapıyorsunuz” demiyor. Eğer muhalefet de bu
barajın altında yıkılıp gitmeyecekse, Cumartesi Anneleri’ne
“Galatasaray Meydanı size açılana kadar grup toplantı salonumuzu
size tahsis ediyoruz, her cumartesi en azından bir kere sizin
taleplerinizin kürsüsü olacağız” demeleri gerekmez miydi?
Demokrasinin gerçek anlamını içselleştirmek bakımından dünyanın en
yoksul, en perişan ülkesiyiz.
MUHALEFETİN MUHALEFET ETMEDİĞİ DEĞİL, DESTEKLEDİĞİ ESAS ŞEY
İKTİDARIN KÜRT POLİTİKASI
Ama “HDP de bunu yapmadı” denecektir…
HDP zaten her cumartesi o annelerin yanında, alanı açma
mücadelesinde. Bakın büyük büyük politik açılımların değil, böylesi
basit adımların bile esamesi okunmuyor. Birisi ismimizi bize çok
görüyor, öteki dara düştüğünde suç dosyası olarak İmralı
görüşmelerini masaya sürüyor. E Kürtler bu muhalefetin nesinden
umutlansın? Bu siyasetsizlik girdabına HDP olarak kapılırsak, aynı
akıbet bizi bile bekleyebilir.
Yani HDP dışı muhalefetin muhalefet etmediği tek
politika iktidarın Kürt politikası, öyle mi?
Muhalefetin muhalefet etmediği değil, desteklediği esas şey
iktidarın Kürt politikası.
SİYASETSİZLİK NESNELEŞTİRİR VE NESNENİN DEVİNİM YARATTIĞI
GÖRÜLMEMİŞTİR
Buna karşı HDP ne yapmalı, ne yapabilir?
Şu anda partide aktif bir görevim yok ama eminim tüm baskı ve
sıkıntılara rağmen HDP’de politika üretme konusunda çalışan
mekanizmalar işliyor. Fakat madem siyasetsizlik dedik, şu anda
aklıma gelen bir öneriyi söyleyeyim. HDP üç maddelik bir manifesto
yayınlayıp dese ki, “1- Bu ülkenin son on yıllık yargılama tarihi
siyasi müdahalelerden ibarettir, dolayısıyla siyasi suç olarak
tanımlanan bütün dosyalar için bir genel af zorunludur. 2- Kürt
meselesinin barışçıl yollardan çözülmesi esastır. 3- Bölge halkının
olurunu almayan hiçbir yol baraj köprü vb. için ekolojik müdahale
yapılamaz. Sadece bunları kamuya açık olarak beyan ve taahhüt
edenleri seçimde muhatap alacağız. Bunu aleni olarak beyan etmeyen
hiç kimse gelip bizimle görüşmesin. Bu üç maddeyi kabul eden kim
olursa olsun gelsin, şartları konuşalım.” Yani “bunları kabul
edenlere oyumuzu veririz” değil, şartları konuşuruz. İşte bu,
siyaseten özne olmaktır. Siyasetsizlik ise sizi nesneleştirir ve
nesnenin bir devinim yarattığı görülmemiştir. Bu veya buna benzer
üç-beş maddelik manifesto yayınlamak, “şunu yapacağız, bunu
edeceğiz” söyleminden çok daha etkili bir siyaset yapma yöntemidir.
Sabah akşam terörle mesafeniz konuşulacağına, bu taleplerin kabul
edilip edilmeyeceği veya nasıl bir çerçeveye oturtulacağı
konuşulur. Siyasetsizliği aşma yöntemlerinden birisi budur.
Peki niye yapılmıyor bu?
Muhtemelen yapılacaktır. HDP’nin bütün il, ilçe ve kurumlarının
yönetimleri, siyasetçileri, eş başkanları dört-beş defa cezaevine
alınmış, HDP’de veya HDP’ye dost bir kurumda çalışmak aşından,
işinden, özgürlüğünden olmayı gerektirmiş durumda. Deneyimli
kadrolarının birçoğu ya hapiste veya sürgünde. Dolayısıyla böylesi
bir vaziyet karşısında HDP’ye bir laf söylemekten haya ederim.
Sizce iktidarın HDP’ye vurduğu darbeler, diğer
muhalefetin de HDP’ye karşı elini güçlendirmiyor mu?
Evet ama bunu aşmanın yolu siyaset üretmektir. Sonuçta HDP’nin
yükselişi de siyaset üretmesiyle mümkün oldu. Yerel seçimler
sırasında cezaevindeydim ama, mesela büyükşehir belediye
adaylarının desteklenmesi konusunda da az önce saydığım üç madde
gibi bir ilkeler manzumesi belirlenebilirdi. Bizim kapasitemiz ve
ilkelerimiz kategorik karşıtlıktan çok daha fazlasını hak
ediyordu.
SİYASETSİZLİKTE ÖZNE OLMA VASFINIZI KAYBEDER, SELDE KÜTÜK OLUP
SUYUN DEBİSİNE, KAYANIN MERHAMETİNE KALIRSINIZ
Yani HDP destek karşılığında şartlar mı sunmalıydı?
Çok radikal şartlardan söz etmiyorum. Örneğin “kentin ana
mekanlarında hiçbir yeşil alan imara açılmayacağını hangi aday
taahhüt ederse, ona desteği görüşebiliriz” denebilmeliydi.
Ekolojik, cinsiyet eşitlikçilik dâhil pek çok ilkelerimizden
birkaçı desteğin ön koşulu olarak sunulabilirdi. Fakat bugün asfalt
belediyeciliğini aşan, “işte size sosyal demokrat belediyecilik”
diyebileceğimiz üç tane örnek yok. Siyaset, ilkelerin tartışıldığı
bir zemine kayarsa siyaset olur.
Aksi halde?
Aksi halde günlük hayhuy içinde özne olma vasfınızı kaybeder,
selde kütük olup suyun debisine, kayanın merhametine
kalırsınız.
Son günlerde Türkiye gündemini belirleyen en önemli
unsurlardan biri, iktidarın yakın zamana kadarki destekçisi olan
Sedat Peker’in videolarını izlediniz mi?
İzlemedim ama içeriklerini okudum.
Peker’in ifşaatları size ne anlatıyor?
Bilinmedik bir şey öğrendik diyenler bir adım öne çıksın.
ALENEN YAPILANLAR, PEKER’İN ANLATTIKLARINDAN DAHA MI AZ
VAHİM?
Ama bunlar aynı zamanda birer itirafnâme…
Alenen yapılanlar Peker’in anlattıklarından daha mı az vahim?
Gün gibi aşikâr olana karşı hiçbir şey yapmayacaksın, sonra bu tür
itiraflara bakıp “vah vah, neler olmuş yahu” diyecek ve bunun
üzerinden siyaset geliştirmeye çalışacaksın! Geçmişte bu ülkede
işkenceciler bile çıkıp “biz işkence yaptık, insan öldürdük”
dediler. Peki bu toplum, bu siyaset işkence yapıldığını, insanların
alenen öldürüldüğünü bilmiyor muydu? Dolayısıyla bizim burada
ihtiyacımız olan şey yeni bilgilerden ziyade, zaten alenen
yapılanlara karşı alacağımız pozisyondur. Elimizde bir imkân var.
Ülke en geç iki sene içinde bir seçime gidecek. Ülkenin en politik
kitlesi HDP’nin yanında yer alıyor. Taleplerimizi açık, aleni ilke
olarak ortaya koyduğumuzda, muhalefetin de demokratik dönüşümüne
katkı sunmuş olacağız. HDP’ye, Kürtlere karşı mevcut dil
bırakılacak. Herkes sözünü tartıp biçtikten sonra sarf edecek.
Yahut sen, sözünü tartıp biçmesi gerektiğini bilenlerle muhatap
olacaksın. HDP kitlesi, elinde kör bıçakla bekleyenin bıçağını asla
yalamaz.
HDP’nin kapatılması için yeni bir iddianame hazırlandı
ve Bahçeli de AYM’ye alenen “ayar” vererek nasıl bir yol izlenmesi
gerektiğini söyledi. HDP’nin kapatılmasının ne tür sonuçları
olur?
Eğer kâğıt üstünde bir partiyseniz, kâğıt üzerindeki
tasarruflardan etkilenirsiniz. Oysa HDP bir gerçekliktir ve
talepleri, iddiaları, varlık sebepleri var. Bunlara dönük zemin
orta yerde dururken, HDP’nin kapatılmasıyla varılacak hiçbir yer
yoktur. HDP fikriyatı böylesi bir kapatmadan hiçbir zarar görmez
ama ülke açısından bir gedik daha açılmış olur. Yarını görmek
isteyenler düne baksınlar. Öte yandan HDP’nin kapatılmasına gerekçe
olarak sunulan unsurlardan bir kısmı İmralı görüşmeleri ve bunun
yarın AKP’nin de kapatılmasına gerekçe yapılabileceğini bizzat
iktidar medyasından bazı kalemler ifade ediyor.