Savaş politikaları AKP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra tekrar iktidara gelebilmek için kurduğu ittifakın zamkıydı. Bu ittifak çözüm sürecinin bitirilmesi ve savaş politikalarına ağırlık verilmesi üzerinden şekillendi, güçlendi ve ortada korkunç bir savaş rantı, kirlilik, suç yumağı bıraktı.
Aradan sadece altı yıl geçtiği ve her şey herkesin gözleri önünde olup bittiği halde hâlâ çözüm sürecinin kimler tarafından, neden ve nasıl bitirildiği sorgulanıyor.
Çözüm sürecinin başından itibaren en önemli aktörlerinden ve tanıklarından biri olan HDP eski milletvekili ve dönemin İmralı Heyeti üyesi Sırrı Süreyya Önder’le 7 Haziran sonrasını, çözüm sürecinin sonlanma sebeplerini, taraflar arasındaki gerilim başlıklarını, çözüm sürecindeki en büyük hatayı, iktidarın savaş politikalarına muhalefet etmeyen muhalefetin vaat ettiklerini, HDP’nin buna karşı pozisyonunu ve Peker’in ifşaatlarının anlamını konuştuk…
Sedat Peker son videosunda diyor ki, “Cezaevinde çıktık (10 Mart 2014) daha ikinci gün Tarabya'da, bir düğün konvoyu geçiyor. Arabaların üzerinde PKK bayrakları var. Bir tane de değil. İstanbul’un içinde, şeref, namus. ‘Oğlum nasıl bir yere geldik' dedim. Çıktığımda Türkiye böyleydi. (…) ’Bir şey yapmam lazım' dedim. Hemen hesapladım, Rize'de bir teröre lanet mitingi düzenlettirdim… Sonra millet de konuşmaya başladı. Sonra millet psikopata bağladı. (…) İlk meşaleyi yakan adamım ben.” Peker söz konusu mitingde Kürt hareketini kastederek “oluk oluk kanlarını akıtacağız” demişti. Tarih 9 Ekim 2015. Yani çözüm sürecinin devam etmesi talebiyle Ankara’da yapılan mitinge yönelik korkunç Gar Katliamı’ndan, 107 barış savunucusunun katledilişinden bir gün önce. Her ne kadar takvim tutmasa da Peker çözüm sürecini bitiren kişi olduğunu, “ilk meşaleyi yakan adam” olduğunu ima ediyor. Peker’in hedef aldığı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da Habertürk’te çözüm sürecinin bitirilişinde önemli bir aktör olduğunu ima etti. Sahi çözüm süreci tam olarak kim veya kimler tarafından, nasıl bitirildi?
Peker’in ifşaatları içinde ucundan veya kenarından çatışmalı sürece yaslanmayan hiçbir şey yok. Barış süreci Türkiye açısından ilk deneyimdi. Yani kendi içtihadını kendisi oluşturan bir süreçti. Bundan önce bu açıklıkta, bu resmiyette ve bu kapsamda herhangi bir süreç yapılmamıştı. Bu anlamıyla tarihseldi ama aynı zamanda bin bir türlü yeni soruna, tehlikeye ve tehdide gebeydi. Bahsettiğin isimler barış sürecine karşı görünürdeki sayısız tehditten sadece birkaç tanesi.
Peki sürecin bitirilmesinin esas sorumlusu kimdi?
Kendimizi katmadığımız, dışarıdan bakarak yaptığımız bütün değerlendirmeler gerçekliğin bir kısmını budamayı gerektiriyor. Dolayısıyla biraz ironik gelebilir ama barış sürecinin sonlanmasının en büyük sorumluluğunu heyetin bir üyesi olarak kendim alıyorum. İşin bu kısmını ifade etmeden bu sürecin bitirilmesi konusunda o günlerde kimlerin ne tür saklı gündemleri olup olmadığını konuşmaya geçemeyiz.
Sizin sorumluluğunuz neydi?
Bugünden bakınca, aslında bütün enerjimizi barış talebini toplumsallaştırmaya harcamamız gerektiğini anlıyoruz. Bu sürecin bitirilmesini sadece provokasyonlarla izah edemeyiz, hayır. Eğer toplumun sahip çıkmasını sağlayabilseydik barış süreci su sızdırmaz, kurşun geçirmez bir ruha bürümüş olur; başarıya ulaşırdık. O zaman da çözüm sürecini bitirmek üzere provokasyon tertipleyenler birer sinek vızıltısı gibi gelip geçerdi.
Peki neden esas enerjinizi barış talebinin toplumsallaştırılmasına harcamadınız?
Çünkü o süreçte umman büyüklüğündeki sorun alanlarıyla, inanılmaz yoğunlukta trafikle, gidip gelmeyle uğraşmak zorunda kalarak, barış talebini toplumsallaştırma misyonumuzu ıskaladık. Böylesi zor ve hayati bir mevzuyu çok daha sağlam çerçeveye oturtmalıydık. Barışı sağlam kazığa bağlamak, o talebi toplumsallaştırmakla mümkündür. Barışın sadece dağlarda yürüyen bir savaşın sonlanmasından ibaret olmadığını göstermeliydik. Barışın da savaşın da yediğiniz ekmekten aldığınız maaşa, soluduğunuz havaya kadar hayatın tümünü belirleyen süreçler olduğunu anlatabilmeliydik. O zaman insanlar daha rahat mukayese yapabilecek ve bu süreci bitirmek isteyenlere karşı duracaktı. Savaş kadar barışın da dili, diplomasisi ve araçları vardır. Savaşların araçları arasında silahın tuttuğu yer çok küçüktür. Savaş önce dilde başlar. Bunun için de zihinlerin formatlanması gerekiyor. Savaşın diplomasisi, silahlara göre çok daha yakıcıdır. O halde barış için de sadece elçilik yapmaktan, gidip gelmekten öte diplomasiyi öncelemek gerekiyor.
Yani?
Yani savaş sektörü derken sadece silah ticareti, savaş baronu derken de sadece silah tüccarları akla gelmemeli. Savaş sektörünün medyası, politikacıları, akademisyenleri, sivil toplum kuruluşları, mafyası, çıkar grupları var. Savaşta bu kesimler zenginleşirken toplum hacir altına alınıyor ve savaşılan her kimse, ona düşmanlık etmek dışında bir özgürlük alanı bırakılmıyor. 20’inci yüzyılın Marksist düşünürleri Ettiene Balibar’dan Ranciere’ye Althusser’e varana değin hiçbiri savaşı salt bir kavram olarak düşünmezler. Savaş, onlar için sorundur ve sosyalistlerin görevi de sorunu düşünmek değil, ortadan kaldırmaktır. Karl Marx da savaş sorununu “Felsefenin Sefaleti”, “Komünist Manifesto” ve “Fransa’da Sınıf Savaşımları” adlı kitaplarında irdeler ama savaşı bir kavram olarak ileri sürmez. Hepsinde savaş sorundur ve bu sorun için çözüm üretilir. “Louis Bonaparte’ın Onsekiz Brumaire” ve “Fransa’da Sınıf Savaşları”nda savaş, “ulus-devletin tekil bir sınır örgütlenmesi” olarak tanımlanır ve genel olarak sınır; aşılacak, aşılması gereken bir engeldir.
Ama biz savaşı bir türlü aşamıyoruz, çünkü savaş “ulus-devletin tekil bir sınır örgütlenmesi” haline gelmiş…
Bu savaşın süresiyle de ilişkili. Savaş sürdükçe kendi ömrünü uzatıyor. Savaş uzadıkça, savaştan geçinen sektörler daha da yaygınlaşıp bir ahtapot misali hayatın her alanına sirayet ediyor. Türkiye’de en küçük yerleşim biriminden metropollere kadar hayatın hemen her alanında bu sektörün hükmü geçiyor. Toplumsal bütün konumlara vasıfsız insanlar egemen oluyor. Devlet kurumlarından sivil topluma varana dek her yerde uzantıları oluşmuş bir savaş ekonomisi karşısında barış, elini uzatacağın mesafeye kadar yaklaştığında bile, birdenbire böylesi bir ihtimal bir daha asla belirmeyecekmiş gibi başa dönülebiliyor.
Neden?
İki temel nedeni var. Birisine literatürde “barış korkusu” deniyor. Savaşla kendini var eden tarafların barışa hazırlıksız olmalarından kaynaklanıyor “barış korkusu.” Bir diğer neden ise, savaştan nemalanan irili-ufaklı sektörlerin varlığı. Çözüm sürecinde bunlara karşı demokratik, barışçıl hamleler geliştirebilen bir dil, içerik ve çaba gerekiyordu ama biz buralarda yetersiz kaldık. Hatırlayın, toplumdaki iyimser hava dağılmaya başlayınca, topluma barışı anlatmak için giden Akil İnsanlar Heyeti üyelerine yönelik sözlü ve fiziki itirazlar arttı. Bu, barış talebinin toplumsallaşmadığının önemli bir göstergesiydi. Çünkü barış talebi toplumsallaştırılabilseydi savaş yanlısı söylemi dillendirenlerin karşısına barış talebini dillendiren kitleler çıkıp “hayır, bu mesele çözülmeli ve siz bu süreci bozamazsınız” diyerek dikilebilirdi.
Fakat neticede çözüm sürecini ortadan kaldıran şey toplumsal tepki değil, iktidarın hesapları değil miydi?
Dediğim gibi, barış talebini toplumsallaştırabilseydik, hiçbir iktidar bu süreci bozamazdı. Savaş paradigmasına dönmeye karar veren iktidarın enstrüman bulması kolay. Hatta sizin bulmanıza bile gerek yok, süreci yok etmenize yardımcı olacak yapılar size koşa koşa gelir. Dahası, bazıları size bile gelmeyip inisiyatif geliştirerek savaş yanlısı adımlar atmaya başlarlar. Öte yandan değerlendirmelerimiz gerçekçi olmalı. Dünyadaki benzer deneyimlerden biliyoruz; çatışma sonrası çözüm süreçlerinde taraflardan biri gereğinden fazla güç biriktirirse, yahut güç biriktiriyormuş gibi bir algı bile yaratıyorsa, bu da çözüm süreçlerini bitiren bir unsura dönüşebiliyor.
Yani çözüm sürecinin sonlanmasında Kürt hareketinin güç biriktirmesi veya öyle bir görüntü vermesinin de mi etkisi oldu?
O dönemde Kürt illerinde, yer yer çeteleşmeye varan, merkezi olmayan birtakım oluşumlar gözlemledik. Bunda Kürt hareketinin bir muradının olduğundan emin değilim. En azından o günlerdeki görüşmelerimize dayanarak Kürt hareketinin böyle bir iradesinin olmadığını söyleyebilirim. Ama birden bire, yer yer lumpen tutumlar içeren yapılanmalar ve bunların yol kesme, insanları alıkoyma gibi hareketleri ortaya çıktı.
Çözüm sürecinin sonlarına doğru mu ortaya çıktı bu tür yapılar?
Evet, ama aslında bölgedeki nispi rahatlamayla birlikte uç vermeye başlayan bir eğilimden söz ediyorum. Öcalan bunu duyuyordu, görmüştü. Zaman zaman haberlere de çıkıyordu. En çok itiraz ettiği meselelerden biri de buydu. “Bunlar bizim tavrımız, tarzımız, yöntemimiz olamaz” diyordu. Öcalan açısından bir yandan barış görüşmeleri yapılırken bu tür işler kabul edilemezdi. O yüzden “bunlar soruşturulmalı” diyordu. Ama her iki taraf da bunun taşıdığı tehdit ve tehlikeyi yeterince kavrayamadı, üzerine gitmedi. Belki biz de heyet olarak bu tehlikeyi yeterince vurgulayamadık. Ama günün sonunda bu yapılar birden bire tüm sürecin kaidelerine damga vuran noktaya geldiler. Barış sürecinde tüm meselelerin yerelden merkeze kadar her aşamada geniş bir biçimde tartışılması gerekirken, çözüm süreci orada yol kesme, öbür yerde falancanın alıkonması gibi meselelerle anılmaya başlandı.
Sizce bu olayları kim veya kimler yaptı?
Muhtemelen bunlar hiç ortaya çıkmayacak. Meselenin bu boyutunu olaylar bazında değil de genel bir başlık altında incelemek gerekirse, buna “güven sorunu” demek daha doğru olur. Yine dünya deneyimlerinden yola çıkarak baktığımızda, bu süreçlerin öncelikle bir güven aşamasından geçmesi gerektiğini görürüz. Karşılıklı güven artırıcı adımlar atılması gerekiyordu. Sonuçta o güne kadar birbiriyle çatışan taraflar bir şekilde karşılıklı güvene dayanarak öncelikle konuşmaya başlıyorlar. Fakat bu başlangıç aşamasıyla sınırlı değil, süreç boyunca desteklenmesi ve tekrar etmesi gereken adımlardı. Biz heyet olarak her İmralı-Kandil görüşmeleri sonrası bakanlar düzeyinde toplantılar yapıyorduk. Ne var ki, biz hiçbir zaman bu tür olayları aşıp gündemin can alıcı, özüne tekabül eden yönlerini konuşamıyorduk.
Hükümetle ne tür olayları konuşuyordunuz?
Örneğin adli tıp sürecini tamamladığı halde serbest bırakılmayan hasta tutuklular meselesini gündeme getiriyorduk. Çünkü bu, güven artırıcı ilk adım olarak değerlendirilmişti. Fakat biz bakanlara bunları söylediğimizde, önümüze bölgeden gelen asayiş raporlarını koyuyorlardı. “İyi ama şurada da yol kesilmiş, burada da hendek kazılmış, şu insan alıkonmuş” diyorlardı. Dolayısıyla hiçbir zaman taraflar arasında bir güven ilişkisi kurulamadı. Sürekli karşılıklı kuşku, itham, şikâyet çerçevesinde kaldık. Bu söyleşiyi okuyan kimsenin bu anlattıklarıma dayanarak sürecin sadece olumsuz yanlarını görmesini istemem. Aksine, sürecin kendisi bile, tüm sorunlarına rağmen tarihi önemdedir, olumludur. Fakat tarafların buluşabileceği, mutabık kalabileceği ortak nokta arasındaki makas hep çok genişti.
Peki bu makas neden kapatılamadı?
İktidar tarafı bütün enerjisini PKK’nin silahları bırakması hedefine hapsetmişti. “Bu olsun, ondan sonrası kolay” kolaycılığına kaçıyordu. Bir anlamda temennilerini program yapıp kuşkularına iman ediyorlardı. Diğer taraf da sorun alanı olarak gördüğü bir dizi şeyde somut ve anayasal güvenceli adımlar bekliyordu. Bu makas çok açıktı ve esas mesele buydu. Yoksa “süreci o bozdu, şu da bu mitingi yaptı, beriki şöyle bir provokasyon yaptı” kısmı ayrıntı. Eğer sürecin taşıyıcı kolonları zeminlerde gelişebilseydi, bu tür ayrıntıların esamesi okunmazdı.
Şimdiye kadar çözüm sürecinin bitirilişini HDP’nin 7 Haziran seçimlerindeki başarısı sonucu AKP’nin tek başına iktidar olamayışı üzerinden okuduk. Nitekim 7 Haziran öncesinde AKP’liler, HDP’nin barajı aşması halinde çözüm sürecinin bitirileceğini açıktan ima eden beyanatlar veriyordu. O halde AKP’nin 7 Haziran’da tek başına iktidar olamaması çözüm sürecinin tali değil, asli unsuru olarak görülemez mi?
Elbette HDP’nin seçim başarısı ve AKP’nin yaşadığı ağır hezimetin çözüm sürecinin kırılma anı olduğunu ilk dile getirenlerden birisiyim ben. Ama eğer kolonları sağlam zemine oturtsaydık, barış talebini toplumsallaştırabilseydik, çözüm süreci AKP’nin hezimetine kurban edilemezdi. O zaman ne AKP ne de gelecek başka bir iktidar bu süreci tahrip etmeyi göze alabilirdi.
7 Haziran 2015’ten itibaren çözüm sürecinin bitirilmesinden hemen sonra Fethullahçılarla da ciddi bir savaşa girişildi ve darbe girişimi sonrası yapılan 7 Ağustos 2016 tarihli Yenikapı Mitingi’yle birlikte AKP-MHP ve irili ufaklı başka yapılardan oluşan yeni bir iktidar koalisyonu oluşturuldu. Devlet, mafya, siyaset ilişkisi açısından bakıldığında çözüm süreci sonrası oluşturulan iktidar koalisyonu bize ne anlatıyor?
Bunun birkaç boyutu var. Bir kere devletin savaş repertuarı, barış repertuarından çok daha geniş ve hacimli. Dolayısıyla savaşa dönme kararı alındığı anda çok kolay harekete geçilebiliyor. Sonuçta tarihsel olarak bakıldığında yüz yıllık, aktif savaş açısından bakıldığında kırk yıllık bir hafıza, deneyim ve teşkilatlanma yedekte duruyor. Devlet bu tarihten hangi plağı çıkarıp koyarsa bunu dinlemeye ve dinlediği plağa göre hareket etmeye hazır geniş bir kitle var. Ayrıca meselenin sosyolojik boyutu haricinde bir de finans-kapital boyutu var. Askeri olarak test edilmeyen hiçbir siyasal güç, siyasal güç değildir.
Bununla neyi kastediyorsunuz?
Kürt sorunu sadece ulusal değil, aynı zamanda bölgesel bir mesele. Bölgenin kapsama alanını göz önüne aldığımızda da bu bir dünya meselesi. AKP iktidarı bölgede, Ortadoğu’da hem siyasi hem ekonomik olarak aktör olma niyeti ve hevesi içindeydi. Bunun da bölgedeki ağırlığını ancak askeri alanda hissettirmesiyle mümkün olduğunu düşünüyordu. Bugün ortaya saçılan pisliklerden görüyoruz ki, taşınmayan tek kaygı bayrak ve beka meselesi. Onun dışındaki her türlü kaygı var. Meğer devasa bir ekonomi tetiğe basılmasını, savaşı bekliyormuş. Savaşla yıkıp inşaatla yapmak ekonomik bir aktivite mesela. Dolayısıyla Türkiye’de hakim sermaye kazandığı yeni karakterle savaşçı, savaş sanayiinden beslenen bir ittifaktır. Hâl böyle olunca savaş histerisi medyasından kanaat önderlerine, suç örgütlerinden bazı sivil toplum örgütlerine kadar muazzam bir taban buldu.
Kürt meselesi bir dünya meselesiyse, “dünyanın” bu sorunda, savaşta payı nedir?
Gelişmiş batı ülkeleri kendi iç çelişki ve çatışmalarını hep geri bırakılmış ülkelere ihraç ederek kendi halklarının refahını sağladılar. Türkiye’nin egemen ittifakları ise bütün çelişki ve çatışmalarını Kürtlere ihraç edegeldi. Irak ve Suriye’deki iç çatışmalar ve IŞİD barbarlığı bir bölge meselesiydi ve barış süreci tüm bu bölgesel projeksiyonun içinde en kolay yutulacak lokmaydı. Bu kolay lokmayı zor lokmaya çevirecek olan eşitlik ve toplumsal barış talebi olacaktı ama maalesef bunu sağlayamadık.
Peki bu sürecin akamete uğratılmasının topluma ve devlete maliyeti ne oldu?
Topluma olan maliyeti ortada ama devlete bir maliyeti ancak günün sonunda belli olacak, daha o günün sonuna gelmedik. Bir Anadolu sözü vardır; tavuğun cücüğünü güzün sayarlar. Toplum ise en kıymetli şeyini, birliğini yitirdi, canlarını yitirdi. Yitip giden hiçbir canı tekrar yerine koyacak bir teknoloji veya para miktarı yok. Keza toplum hiçbir şekilde tekrar yerine konamayacak olan zamanını yitirdi ve daha uzunca bir müddet de yitireceğe benziyor. Siz zamanı bir kere yitirdiğinizde, eşitsiz gelişim yasası aleyhinize on kat daha fazla hızla çalışır. Başkaları alır başını giderken, siz hâlâ kuyruğunu kovalayan kedi gibi kendi çaresizliğinizin etrafında dönüp durursunuz. Ama hakim yapılar, egemen yönetim ittifakı bundan genellikle zarar görmez.
Neden?
Çünkü savaş egemenler açısından bir yönüyle bunalım ve çözümsüzlükleri aşma biçimidir. Bugün Ortadoğu meselelerine baktığımızda daha iyi görüyoruz ki, yeni dünyada yönetebilme kabiliyeti borçlandırma tekelini elinde tutmakla eşanlamlı. Donanmalar, silahlar artık borçlandırma tekeli kadar etkili değil. Batı finans sistemindeki fonlar dağlar kadar birikmiş. Ortadoğu nüfusunun önemli bir kısmı ekonomik olarak sistem-dışı bir noktada yaşıyor ve savaş buralarda ekonomik nizamı kurmanın aygıtı haline getirilmiş durumda.
Bu barışın imkânsızlığına mı işaret ediyor?
Hayır, aslında barışın imkânsızlığına değil imkânlarına dikkat çekmeye çalışıyorum. Bir kere savaş sektörü ya da savaş iradesi ne kadar ürkütücü görünse de, geniş halk iradesine karşı duramaz, duramamıştır. Amerika’ya Vietnam’da diz çöktüren, Amerikan halkının barış talebiydi. Batıyı nispeten sosyal demokrat alanlarda arkeoloji yapmaya sevk eden de buydu. Savaş sektörünün cesameti görünüşte büyük olabilir ama halk iradesi barıştan yana tecelli ettiğinde de karşısında duramayacak kadar zayıftır. Bu da enerjimizi nereye sarf etmemiz gerektiğine dair yol gösteriyor.
Son günlerde özellikle Sedat Peker’in itiraf ve açıklamalarının da etkisiyle, savaş üzerinden şekillenmiş mevcut iktidarın içindeki kişilerin bulaştığı yolsuzluklara, hukuksuzluklara dair önemli bilgiler ortaya çıkıyor. Bu nedenle iktidara karşı ciddi bir toplumsal tepki oluştuğu düşünülüyor. Mevcut iktidara karşı yükselen toplumsal tepkinin aynı zamanda barış talebinin de taşıyıcısı olabileceğini düşünüyor musunuz?
İmkânsız. Barış durup dururken gelmez. Şu an savaş politikalarına yaslanmanın iktidara çıkardığı hiçbir maliyet yoktur.
Nasıl yani; savaş politikalarındaki ısrar iktidarı zora sokmuyor mu?
Nasıl, hangi konuda zora sokuyor? Muhalefet savaşa dönük meselelerde dişe dokunur, yapısal veya can alıcı noktalardan bir tek itiraz geliştirip iktidarı zora sokmuş mudur?
Barış geniş toplumsal kesimlerin talebi olmayınca, muhalefet açısından da getirisi olmayan bir söylem haline mi geliyor?
Tabii, barış çok zahmetli, ciddi bir iştir. Bozucu alanların bu kadar çok olduğu ve savaşın bu kadar uzun sürdüğü bir ülkede binlerce insan buraların nasıl rehabilite edilebileceğine dair kafa yormak, yol ve yöntem bulmak üzere çalışmak durumunda. Barış, savaştan çok daha ciddi bir çaba gerektiriyor. “Hadi tokalaşıp barışalım” deyince barışılmadığını, bunun ince işlenip güven ilişkisiyle sürdürülebileceğini, muazzam bir emek gerektirdiğini biliyoruz artık. Ama savaş bir tetiğe basmaya bakar.
Yani mevcut iktidarın ekonomiden dış ilişkilere kadar her alandaki iflasının ve sonlanmasının aynı zamanda savaş politikalarının iflası ve sonlanması anlamına gelmeyeceğini mi söylüyorsunuz?
Elbette iktidarın iflası barış için imkân yaratabilir. Fakat iktidar iflastayken, muhalefet bloku içinden birilerinin isimlerimizi değiştirmekten bahsettiği bir döneme tanıklık ediyoruz. Diyor ki, “HDP'lilere Selahattin, Sırrı, Hasip, Fatma, Emine ismini çok görüyorum.”
İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Yavuz Ağıralioğlu’nun sözü bu…
Bunu söyleyen kişi sözümona muhafazakâr veya İslamcı referanslara sahip olduğunu iddia ettiği için bir Mecelle kaidesinden bahsetmek istiyorum: “Tebeddül-i esma ile hakâik-i eşya tebeddül etmez”. Yani isimlerin değişmesiyle gerçekler değişmez. Boş işleri marifet, zırvayı da fikir sanan bir sefillik karşısındayız. İşte sana muhalefetin bir bölümü! Bir diğer bölümü iktidarı eleştirirken en temel argüman olarak barış sürecinin üzerine ayağını basıp “siz İmralı’yla görüşmediniz mi?” diyor. Mevcut iktidar gidecek de, gelecek olan kör bıçağıyla bekliyor gibiyken biz neyle umutlanacağız? Birisi isimlerimizi bize layık görmüyor, ki vaktiyle Todor Jivkov Bulgaristan’daki Türklerin isimlerini değiştirince, Aziz Nesin çıkıp “Bulgaristan’da Türkler, Türkiye’de Kürtler” diye bir yazı yazarak riyakârlığa ayna tutmuş, başına gelmeyen kalmamıştı. Diğeri de bu ülke tarihinin en değerli sürecinin üstüne basarak söylem üretiyor. Bir başkası en temel insan hakkını pedagoglara bırakacağını söylüyor. Kürtler muazzam bir tarihsel deneyim birikimine sahip bir halk. Ulusal-demokratik kimliklerini gözeten bütün Kürtler inanılmaz bir siyasal tecrübe sahibidir. Analizlerini de hep bu perspektiften süzerek yapagelirler. Kırk katır ve kırk satır yerine iki gönül bir hatır seçeneğini ihya edebilirler.
Dolayısıyla?
Bu iktidar için gün akşam oldu. Fakat suya sabuna dokunmadan bu iktidarın gitmesini bekleyenler kirli kalıyor. HDP’nin dışındaki muhalefet suya-sabuna dokunmayarak sadece kirliliği muhafaza ediyor. Ama umutsuz değilim. Türkiye’nin son altı ayına baktığımızda, muazzam bir derbederlik görüyoruz. Bu derbederliğin kaynağı üzerine uzun uzadıya kafa yorunca vardığım sonuçlardan biri şu: HDP dört bir yandan kıstırılınca, Kürt meselesinin silahlı boyutunun Türkiye’deki ayağı da azalınca hem iktidar hem de muhalefet siyaset yapamaz hale geldi. Toplumun yöneten kesimleri dahil herkeste egemen tek duygu var: Kıstırılmışlık. Kürt meselesi aradan çıkınca muhalefet nasıl muhalefet edeceğini, iktidar da nasıl muktedir olacağını bilemez duruma düştü. Bir an için tasavvur edelim: Kürtlerin çatışan kesimleri çıkıp “biz bu işi kayıtsız-şartsız bıraktık, aha da Allah işinizi-gücünüzü rast getirsin, çarşınıza göre pazar versin” dese, memleket birbirine girecek. İktidarın hiçbir kavramsallaştırması, muhalefetin hiçbir can alıcı etkinliği yok. Gazete Duvar yazarı Önder Algedik ve birkaç bilim insanının öneri ve çabalarını hariç tutarak söyleyeyim: Ülke sabah uyanıp da pek çok ülkenin sınırlarından büyük bir denizinin kanalizasyon çukuruna döndüğünü görüyorsa ve su motoruyla bu kiri çekmekten daha yaratıcı bir çözüm dillendirilmemişse, gelinen durumun pejmürdeliği apaçık görülür.
Yani bu iktidar gittiğinde vaziyet değişmeyecek mi?
Verili şartlarla hayır! Müneccim olmaya gerek yok, bu iktidar gittiğinde, eğer bu aymazlıkta ısrar ederse bu muhalefet de gidecek. 2002 yılında AKP geldi ama kıyamete kadar baki kalacağını düşünen bir çok siyasal yapı da mevt oldu. Bir şey gelişmiyorsa yok olmaya mahkûmdur. Bu denli pejmürdeliğin ortasında hâlen yüzde 1’lerin hesabını yapan bir muhalefet varken “bunlar gidecek, onlar gelecek ve her şey çok güzel olacak” demek çok iyimserlik gerektirir.
Bu işin akıbetini kim belirleyecek peki?
Akıbet HDP’nin elinde. HDP’nin dışındaki muhalefette hâkim olan şey siyasetsizliktir ve bu, iktidarın en arzu ettiği şeydir. Çünkü ancak böyle hükmedebiliyor. Bakın, Cumartesi Anneleri mesela, en baskıcı dönemler dâhil bu ülkenin sembollerinden biridir. Şu anda Cumartesi Anneleri’nin toplanma, açıklama yapma hakkı gasp edilmiş durumda. Bu anneler dünyanın en barışçıl itirazlarının sahibiler. Ama bildiğimiz, tanıdığımız duyarlı birkaç CHP’li milletvekilinin dışında hiç kimse “ne yapıyorsunuz” demiyor. Eğer muhalefet de bu barajın altında yıkılıp gitmeyecekse, Cumartesi Anneleri’ne “Galatasaray Meydanı size açılana kadar grup toplantı salonumuzu size tahsis ediyoruz, her cumartesi en azından bir kere sizin taleplerinizin kürsüsü olacağız” demeleri gerekmez miydi? Demokrasinin gerçek anlamını içselleştirmek bakımından dünyanın en yoksul, en perişan ülkesiyiz.
Ama “HDP de bunu yapmadı” denecektir…
HDP zaten her cumartesi o annelerin yanında, alanı açma mücadelesinde. Bakın büyük büyük politik açılımların değil, böylesi basit adımların bile esamesi okunmuyor. Birisi ismimizi bize çok görüyor, öteki dara düştüğünde suç dosyası olarak İmralı görüşmelerini masaya sürüyor. E Kürtler bu muhalefetin nesinden umutlansın? Bu siyasetsizlik girdabına HDP olarak kapılırsak, aynı akıbet bizi bile bekleyebilir.
Yani HDP dışı muhalefetin muhalefet etmediği tek politika iktidarın Kürt politikası, öyle mi?
Muhalefetin muhalefet etmediği değil, desteklediği esas şey iktidarın Kürt politikası.
Buna karşı HDP ne yapmalı, ne yapabilir?
Şu anda partide aktif bir görevim yok ama eminim tüm baskı ve sıkıntılara rağmen HDP’de politika üretme konusunda çalışan mekanizmalar işliyor. Fakat madem siyasetsizlik dedik, şu anda aklıma gelen bir öneriyi söyleyeyim. HDP üç maddelik bir manifesto yayınlayıp dese ki, “1- Bu ülkenin son on yıllık yargılama tarihi siyasi müdahalelerden ibarettir, dolayısıyla siyasi suç olarak tanımlanan bütün dosyalar için bir genel af zorunludur. 2- Kürt meselesinin barışçıl yollardan çözülmesi esastır. 3- Bölge halkının olurunu almayan hiçbir yol baraj köprü vb. için ekolojik müdahale yapılamaz. Sadece bunları kamuya açık olarak beyan ve taahhüt edenleri seçimde muhatap alacağız. Bunu aleni olarak beyan etmeyen hiç kimse gelip bizimle görüşmesin. Bu üç maddeyi kabul eden kim olursa olsun gelsin, şartları konuşalım.” Yani “bunları kabul edenlere oyumuzu veririz” değil, şartları konuşuruz. İşte bu, siyaseten özne olmaktır. Siyasetsizlik ise sizi nesneleştirir ve nesnenin bir devinim yarattığı görülmemiştir. Bu veya buna benzer üç-beş maddelik manifesto yayınlamak, “şunu yapacağız, bunu edeceğiz” söyleminden çok daha etkili bir siyaset yapma yöntemidir. Sabah akşam terörle mesafeniz konuşulacağına, bu taleplerin kabul edilip edilmeyeceği veya nasıl bir çerçeveye oturtulacağı konuşulur. Siyasetsizliği aşma yöntemlerinden birisi budur.
Peki niye yapılmıyor bu?
Muhtemelen yapılacaktır. HDP’nin bütün il, ilçe ve kurumlarının yönetimleri, siyasetçileri, eş başkanları dört-beş defa cezaevine alınmış, HDP’de veya HDP’ye dost bir kurumda çalışmak aşından, işinden, özgürlüğünden olmayı gerektirmiş durumda. Deneyimli kadrolarının birçoğu ya hapiste veya sürgünde. Dolayısıyla böylesi bir vaziyet karşısında HDP’ye bir laf söylemekten haya ederim.
Sizce iktidarın HDP’ye vurduğu darbeler, diğer muhalefetin de HDP’ye karşı elini güçlendirmiyor mu?
Evet ama bunu aşmanın yolu siyaset üretmektir. Sonuçta HDP’nin yükselişi de siyaset üretmesiyle mümkün oldu. Yerel seçimler sırasında cezaevindeydim ama, mesela büyükşehir belediye adaylarının desteklenmesi konusunda da az önce saydığım üç madde gibi bir ilkeler manzumesi belirlenebilirdi. Bizim kapasitemiz ve ilkelerimiz kategorik karşıtlıktan çok daha fazlasını hak ediyordu.
Çok radikal şartlardan söz etmiyorum. Örneğin “kentin ana mekanlarında hiçbir yeşil alan imara açılmayacağını hangi aday taahhüt ederse, ona desteği görüşebiliriz” denebilmeliydi. Ekolojik, cinsiyet eşitlikçilik dâhil pek çok ilkelerimizden birkaçı desteğin ön koşulu olarak sunulabilirdi. Fakat bugün asfalt belediyeciliğini aşan, “işte size sosyal demokrat belediyecilik” diyebileceğimiz üç tane örnek yok. Siyaset, ilkelerin tartışıldığı bir zemine kayarsa siyaset olur.
Aksi halde?
Aksi halde günlük hayhuy içinde özne olma vasfınızı kaybeder, selde kütük olup suyun debisine, kayanın merhametine kalırsınız.
Son günlerde Türkiye gündemini belirleyen en önemli unsurlardan biri, iktidarın yakın zamana kadarki destekçisi olan Sedat Peker’in videolarını izlediniz mi?
İzlemedim ama içeriklerini okudum.
Peker’in ifşaatları size ne anlatıyor?
Bilinmedik bir şey öğrendik diyenler bir adım öne çıksın.
Ama bunlar aynı zamanda birer itirafnâme…
Alenen yapılanlar Peker’in anlattıklarından daha mı az vahim? Gün gibi aşikâr olana karşı hiçbir şey yapmayacaksın, sonra bu tür itiraflara bakıp “vah vah, neler olmuş yahu” diyecek ve bunun üzerinden siyaset geliştirmeye çalışacaksın! Geçmişte bu ülkede işkenceciler bile çıkıp “biz işkence yaptık, insan öldürdük” dediler. Peki bu toplum, bu siyaset işkence yapıldığını, insanların alenen öldürüldüğünü bilmiyor muydu? Dolayısıyla bizim burada ihtiyacımız olan şey yeni bilgilerden ziyade, zaten alenen yapılanlara karşı alacağımız pozisyondur. Elimizde bir imkân var. Ülke en geç iki sene içinde bir seçime gidecek. Ülkenin en politik kitlesi HDP’nin yanında yer alıyor. Taleplerimizi açık, aleni ilke olarak ortaya koyduğumuzda, muhalefetin de demokratik dönüşümüne katkı sunmuş olacağız. HDP’ye, Kürtlere karşı mevcut dil bırakılacak. Herkes sözünü tartıp biçtikten sonra sarf edecek. Yahut sen, sözünü tartıp biçmesi gerektiğini bilenlerle muhatap olacaksın. HDP kitlesi, elinde kör bıçakla bekleyenin bıçağını asla yalamaz.
HDP’nin kapatılması için yeni bir iddianame hazırlandı ve Bahçeli de AYM’ye alenen “ayar” vererek nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini söyledi. HDP’nin kapatılmasının ne tür sonuçları olur?
Eğer kâğıt üstünde bir partiyseniz, kâğıt üzerindeki tasarruflardan etkilenirsiniz. Oysa HDP bir gerçekliktir ve talepleri, iddiaları, varlık sebepleri var. Bunlara dönük zemin orta yerde dururken, HDP’nin kapatılmasıyla varılacak hiçbir yer yoktur. HDP fikriyatı böylesi bir kapatmadan hiçbir zarar görmez ama ülke açısından bir gedik daha açılmış olur. Yarını görmek isteyenler düne baksınlar. Öte yandan HDP’nin kapatılmasına gerekçe olarak sunulan unsurlardan bir kısmı İmralı görüşmeleri ve bunun yarın AKP’nin de kapatılmasına gerekçe yapılabileceğini bizzat iktidar medyasından bazı kalemler ifade ediyor.