“Gençlik nedir?
Bir rüya.
Aşk nedir?
O rüyada gördüğün şey…’’
Geçen yılın ses getiren, En İyi Uluslararası Film Oscar’ını kazanan filmi “Körkütük” (Druk) yukarıdaki alıntıyla açılıyor. Sonra bir grup gencin sarhoş bir halde ‘aşırılıklar’ yaptığı bir sahneye geçiyor. Ama filmin temel meselesi, gençlik değil. Belli ki artık genç olmadıklarını hisseden orta yaşlı bir grup adama dair daha çok film.
Danimarka’nın yetiştirdiği en önemli yönetmenlerden Thomas Vinterberg’in Tobias Lindholm ile birlikte senaryosunu kaleme aldığı “Körkütük”, zamanlaması doğru filmlerden biri olarak çokça gündem oldu, üzerine yazıldı çizildi. Dünyanın ‘gelişmekte olan’ ve ‘gelişmiş’ ülkelerinin pandemi nedeniyle kapandığı, insanların daha çok evlerinde vakit geçirip hayatları üzerine kafa yorma ihtiyacı hissettiği bir dönemde ortaya çıkmış olması film için en doğru zaman adeta. Böyle bir atmosferde, bir refah ülkesinden dört orta sınıf adamın bunalımlarıyla empati kurmak daha kolay oluyor açıkçası. Kendi adıma aşağıda sıralayacağım meziyetleri bir yana, filmi ilk izlediğimde “o kadar ilgilenmiyorum ki Danimarkalı orta sınıf adamların varoluşsal problemlerinden” hissine kapıldığımı söylemeliyim. Ama dediğim gibi bu filmin bir sanat eseri olarak niteliğinden daha çok içerik olarak ele aldığı konuya dair bir his.
Belki de asıl mesele, Türkiye ve ondan daha az gelişmiş ülkeler ile gelişmiş Batı ülkeleri arasındaki kültürel mesafenin giderek açılmaya başlamasıyla ilgilidir. Dünyanın daha küresel, kültürel etkileşimin daha akışkan, ülke sınırlarının daha geçişken olduğu dönemlerde filmin ana karakteri Martin ve arkadaşlarının ‘gençlik elden gidiyor’ temalı kaygılarıyla daha fazla empati kurabilirdik. Bu kaygının yalnızca Danimarka’nın orta sınıf adamlarının hezeyanları değil, evrensel bir insanlık hali olduğuna kendimizi inandırabilirdik ama biz az- orta gelişmişler çok daha başka kaygılar, endişeler taşıyoruz gelecekle ilgili şu sıralarda.
Filmi dönelim biz yine de. Doğum günü kutlaması vesilesiyle toplanan dört öğretmen, bir psikiyatristin alkolle ilgili teorisini konuşurlar. Buna göre insanların kanlarında belli bir oranda alkol eksikliği vardır ve bu eksiklik gün boyu küçük miktarlarda tüketilerek giderilirse mutluluk da beraberinde gelir. Bunu denemeye karar veren ana karakterimiz Martin ve arkadaşları ilk başlarda teorinin doğrulunun ispatı gibi olurlar adeta. Bu küçük miktar alkol kendilerini daha rahat hissetmelerine, hızlı ve doğru kararlar vermelerine, iş arkadaşları ve öğrencilerle diyaloglarının gelişmesine ve hatta aile içi problemlerinde mesafe kat etmelerine yarar.
Ana karakterimiz Martin de hem kendisiyle ilgili varoluşsal problemleri hem de eşi Anika ile olan ilişkilerinde ilerleme kaydediyor. Ancak malum alkol şişede durduğu gibi durmuyor ve bir süre sonra kullanılan miktar düzenli olarak artmaya başlıyor. Bu durum dört öğretmen arasındaki ilişkinin dengelerini bozarken, diğer yandan bir süreliğine geçici olarak askıya alınan problemlerin katlanarak yeniden ortaya çıkmasına neden oluyor. Martin’in okuldaki davranışları krizlere neden olurken, evde de işler pek yolunda gitmiyor açıkçası.
Ancak, buradan filmin alkol ya da alkolizm üzerine olduğu sonucu çıkartılmamalı. Yukarıda da söylediğim gibi daha çok filmin girişindeki alıntıdan da anlaşılacağı gibi, “bir rüya olan gençliğin” bittiğinin ayırdına varmış bir grup erkeğin kendilerini mutlu etme, yeniden hayata anlam katma çabalarında kullandıkları basit bir araç olarak düşünülebilir alkol. Dolayısıyla Thomas Vinterberg, film boyunca alkol hakkında hiçbir yargıda bulunmuyor. Karakterlerini de yargılamıyor. Ki bir filmden beklenmesi gereken bu tutum, filmin eksiğine dönüşüyor kanımca. Bu ‘bunalım’ haline daha sert yaklaşmak ve belki bir miktar yargılayıcı olmak belki de yeni bir aşama için zorunludur! Bu haliyle erkeklerden ayrılamayan kamera, onların dünyasını seyirciye açarken kadınlara hiç alan tanımıyor. Martin’in eşi Anika filmin içinde önemli bir yer tutsa da onun dünyasına hiç giremiyoruz. Hikâye Anika’yı işlevli hale getirmeyi beceremiyor ya da buna ihtiyaç duyulmuyor. Diğer kadınlar da benzer bir biçimde temsil ediliyor maalesef. Kanımca Thomas Vinterberg de karakterlerine fazlaca merhametli davranıyor.
Bitirirken 2015 tarihli “Victoria” filmindeki tek plan çalışmasıyla taktirlerimizi kazanan görüntü yönetmeni Sturla Brandth Grøvlen’i anmadan geçmeyelim. Kendisi burada da sarhoşluk ve bilinç arasındaki ilişkiyi dolaysız bir biçimde görselleştirmeyi başarıyor ve filmin en güçlü yanlarından birini ortaya çıkartıyor. Mads Mikkelsen’in özellikle dans sahnesindeki performansıyla akıllara kazındığı film, yönetmenin en iyilerinden biri olmasa da bu yılın vizyonunun öne çıkan yapımlarından
NOT: Bu hafta gösterime giren bir diğer önemli yapım, yılın en önemli belgesellerinden “Collectiv”e dair şubat ayında bir yazı kaleme almıştım. Şuraya bırakıyorum: https://www.gazeteduvar.com.tr/kolektif-yagma-duzeni-makale-1512349