Dinleyicisi olduğum bir bilimsel toplantıda (1), Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Şebnem Korur Fincancı, devlet şiddetinin arttığı dönemlerde toplumdaki şiddet olaylarının da arttığını söylüyordu. Örneğin devletin Kürt sorunu gibi temel bir sorunu askeri yolla çözmeye kalkıştığı bir dönemde, kadına yönelik erkek şiddetinin de arttığını görüyorduk. Ya da her türlü toplumsal muhalefetin güç ve zor kullanılarak bastırıldığı, meydanların Cumartesi Anneleri'ne, sivil toplum örgütlerine, anma toplantılarına vb. kapatıldığı, süresizleştirilen OHAL yasakları ile en temel hak arayışlarının bile engellendiği bir dönemde, sağlık çalışanlarına yönelik şiddet olaylarının, çocuk istismarı olaylarının, hatta hayvanlara yönelik işkence ve zulmün de arttığını gözlemleyebiliyorduk. Weber’den bu yana modern devletin temel özelliklerinden birisi olarak görülen güç ve şiddet kullanma tekeli, şişede durduğu gibi durmuyordu anlayacağınız. Şiddet, devletin kendi varlığını korumak üzere başvuracağı son bir çare olmanın ötesine geçip olağan yönetme aracı olarak işlevselleştirildiğinde, bu durum şiddetin toplumun her alanına yayılan biçimde, her fırsatta başvurulabilecek bir yöntem olarak algılanmasına yol açıyordu.
Ahmet Kural’ın Sıla’ya uyguladığı şiddetin ardından görünüşte özür dilemek adına yaptığı pişkin açıklamanın satır aralarında, şiddeti olağanlaştıran bir gerekçenin varlığını ima etmesi de bundan değil miydi? Elbette, bir kadını çok seven bir erkeğin, ona böylesi bir şiddeti reva görmek için “bir nedeni”nin olması gerekiyordu. Tıpkı hastasına iyi bakılmadığını düşünen hasta yakınının doktora saldırmasının kendince “haklı” bir nedeni olduğunu düşünmesi; evinin önündeki parkta oynayan çocuklara ateş eden yaşlı adamın yine çocukların çok gürültü yapması nedeniyle kendince haklı bir sebebinin olması gibi… Başka bir deyişle, devletin nezdinde şiddet ne denli yaygın, olağan bir araç haline gelirse, insanların gözünde de gerçekte modern devletin varlık nedeniyle çelişecek biçimde, kendi gündelik yaşamlarında başvurabilecekleri olağan bir araç olarak meşrulaştığını görüyoruz.
Üstelik sorun yalnızca şiddetin toplumun nezdinde meşru ve yaygın hale gelmesi değil. Şiddeti bu denli yaygın ve olağan kılan, onun karşıtı olan diyaloğun, yani Aristoteles’in zoon-politikon’u için aynı anlama gelen “konuşma” ve “aklını kullanma” yetisinin günden güne değersizleştirilmesi değil mi? Hem siyaseti hem de toplumsal alanı ve ilişkileri yönlendiren temel prensip, en azından AKP açısından özellikle 2013’teki Gezi direnişinin ardından gelen süreçte, komplo teorileri ve paranoya eşliğinde sürekli kışkırtılan ve akıl dışılığı teşvik eden “korku” ve “tehdit algısı” üzerine kurulu. Bu akıl dışı “korku” ister istemez hem şiddeti tetikliyor, hem de Yeni Türkiye’nin yeni yönetim anlayışına hâkim olan anti-rasyonellik için bir zemin oluşturuyor. Bu “akıl tutulması” hali, politikacılardan bürokratlara, yargıçlara, diplomatlara, rektörlere ve öğretim üyelerine, gazetecilere ve nihayetinde toplumun her alanına usulca bir zehir gibi yayılıyor. Örneğin Cumhurbaşkanı, açılışını yaptığı Türkiye Gençlik Zirvesi’nde öğrenciye “bedavacılığa alışma, burs değil kredi al” diye seslenirken, 70 binden fazla tutuklu öğrencinin bulunduğu bu ülkede mezun olup olamayacaklarını, mezun olsalar da bir iş bulup bulamayacaklarını, şayet öğretmen çıkarlarsa atanıp atanamayacaklarını, doktor olurlarsa güvenlik soruşturmasını geçip geçemeyeceklerini, gazetecilik okulunu bitirirlerse havuzun tekelindeki medyada bir işe girip giremeyeceklerini bilemeyen yoksul öğrencilere henüz bir işe girmeden borca girmelerini salık veriyor. Bu konuşmadan birkaç gün önce, sonradan istifa etmek zorunda bırakılan rektör, Erdoğan’a itaat etmenin farz, itaatsizliğin ise haram olduğunu ilan ediyor. Bu sırada bir başkası, Doçent ınvanlı bir tarihçi, TRT ekranına çıkıp her gece rüyasında Allah’ı gördüğünü söylüyor. Sunucu bu işte bir tuhaflık olabileceğini fark ediyor, “yanlış anlaşılacak” diye uyarıyorsa da, programın diğer konuğu “ne güzel, ne kadar mübarek bir insansınız” diyerek doçenti cesaretlendiriyor. Bütün bunlar olurken, Barış Akademisyenleri Davası’nın hâkimi, yargıladığı öğretim üyesine “bu işler Boğaz’da viski içmekle olmaz” dersi veriyor. Bu arada, dünyanın başka bir ülkesinde, Uganda’nın başkentinde verdiği Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna, büyükelçi Sedef Yavuzalp ve kâtibi Tanrıça Helena ve Zeus kostümleri giyerek geliyorlar. Sonradan bu kostümlü resepsiyonun Cadılar bayramı ile bir ilişkisinin olmadığı, Büyükelçi’nin bu yaratıcı eylemi Türkiye’de “Troya yılı” ilan edilmesi nedeniyle yaptığı anlaşılıyor. Elbette hemen geri çağrılıyor, soruşturma açılıyor filan… Uzun süredir ülkeden uzak kalmaktan olsa gerek, belki de bu davranışıyla ödüllendirilerek bir “birinci dünya” ülkesine atanmayı bekleyen deneyimli Büyükelçi, memlekette hüküm süren “akıl tutulması” halini doğru anlıyor ama adresi yanlış veriyor. Kendine bir Hürrem Sultan kostümü, kâtibine “duşakabinoğulları” kıyafeti seçmiş olsa, böyle bir tepkiyle karşılaşmayacaktı muhtemelen. İşte, bu mantıksızlıklar zinciri en tepeden başlayarak uzayıp giderken, ünlülerimiz gibi sıradan insanlarımız da elbette bu saadet zincirindeki yerini talep etmeyi kendinde bir hak biliyor. Sıla’yı 45 dakika boyunca darp eden Ahmet Kural güya özür dilerken araya hafifletici sebeplerini sıkıştırıveriyor. İmar affını fırsat bilen uyanıklar Peri Bacaları’na şantiye kurup önüne de kimse karışmasın diye belediyenin tabelasını dikebiliyorlar mesela… Sonuçta, şiddetin toplumda bu denli yaygın ve olağan hale gelmesi ile ile toplumun her alanına yayılan bu akıl tutulması arasındaki ilişki böylece sürüp giderken kimse ne bu davranışların, ne de açıklamaların ardında bir mantık, bir tutarlılık, eskiden “devlet terbiyesi görmüşlük” diye adlandırılan bir yol yordam bilme aramıyor. Ta ki rezil kepaze olana kadar…
'Müslüm', Ahmet Kural, erkek şiddeti
Ahmet Kural’ın beden dili ve yazılı şiddeti...
(1) Şebnem hocanın 13 Ekim 2018’de Eğitim-Sen’in Ankara’daki akademik yıl açılışında verdiği “Türkiye’de İnsan Hakları” konulu açılış dersi.