İçişleri Bakanlığı yakınlarda, “bireysel silahlanma”
ile ilgili bir açıklama yapmıştı. Açıklamada verilen bilgiler ve
yapılan yorumlara bakacak olursanız, ortada “endişe
edecek” bir durum bulunmuyordu. Hatta birkaç Batı ülkesiyle
yapılan karşılaştırma sonunda şöyle olumlu bir sonuç da çıkmıştı:
“Batı ülkelerindeki ruhsatlı silahların toplam nüfusa oranına
bakıldığında, Finlandiya yüzde 8, İsveç yüzde 6.7, İspanya yüzde
4.5, Polonya yüzde 4.1 iken ülkemizde ise bu rakam yüzde 4
civarındadır.”
Hemen her resmi açıklama gibi bu açıklamayı da ülkedeki
“silahlanma” konusunda ciddiye almamamız gerekiyordu
herhalde. Bakanlığın açıklamasından şu bölüm de dikkatimi çekmişti:
“Umut Vakfı’nın açıklamasında, Türkiye’de 25 milyon silah
olduğu, bunların yüzde 85’inin ruhsatsız olduğu, cinayet
olaylarında yüzde 70, silahla işlenen olaylarda yüzde 200 artışa
sebep olduğu belirtilmiştir. Bu değerlendirmelerin basına yansıyan
olaylardan derlenmiş olup istatistiki veri olmadığı, yoruma
dayandığı tespit edilmiştir.” Güzel, bu konuda Umut
Vakfı’nın gerçeği tahrif ettiği bilgisine de ulaşmış oluyorduk.
Bu konuda benim kanaatimi soracak olursanız cevabım şöyle
olacaktır: Ülkedeki “silahlanma” konusuna ilişkin tabii ki
–a priori- olarak Umut Vakfı’nın safında yer alıyorum.
Hepinizin iyi bildiği gibi bu vakıf yıllardır bu konuda büyük bir
çaba sarf etmektedir. Vakfın sitesinde yakın tarihte okuduğumuz şu
tespitin (7 Kasım) sadece “yoruma dayandığı” nasıl
“tespit edilmiştir” sormak gerekir: “…biz yıllardır
Umut Vakfı olarak dile getiriyoruz… Pompalı tüfeklerin kolaylıkla
satın alınmasının önemli bir sorun olduğunu belirtiyor ve
internetten bir tıkla, peynir ekmek gibi silah alımının önüne
geçilmesini istiyoruz… Caydırıcı hapis cezası getirilmesini talep
ediyoruz…”
Bakanlığın açıklamasında yer aldığı gibi bu konu madem ki sadece
“yoruma dayalı”ydı, o zaman internetten “bir
tıkla” silah satışını engelleyecek önlemler alınmasına niçin
başlanmıştı? Bu satış tarzı bugüne kadar bakanlığın bilgisi
dahilinde değil miydi; değilse bu nasıl bir işti?
“Dua edelim” de diyorum Bakanlık, ABD’yi örnek
göstererek, “bireysel silahlanma”nın (o ülkede âdetten
olduğu üzere) “demokrasi”nin korunması için gerekli
görmemişti. Bilindiği gibi ABD’de 1791’den bu yana yürürlükte
bulunan “Düzenli bir milis gücü, her bir eyaletin güvenliği
için zorunlu olduğundan, halkın silah bulundurma ve taşıma hakkı
ihlal edilmeyecektir” hükmü, bugünlerde bu ülkeyi 300 milyon
ateşli silahın bulunduğu bir “kovboylar diyarı”na
dönüştürmüştür. ABD nüfusunun üçte birinin evinde bir ya da birden
çok ateşli silah bulunmaktadır. Dolayısıyla tepeden tırnağa
silahlanmış yurttaşlardan oluşan bu ülkeden sıklıkla önümüze gelen
katliam haberleri bizi şaşırtmamalıdır. Bu silahlanma yarışında
ABD’nin eyaletlerden oluşması ve her eyaletin ABD’nin bağımsızlık
savaşından bugüne taşıdığı özerklik anlayışının rolü büyüktür.
Dolayısıyla, özellikle nüfusu yoğun olmayan kırsal bölgelerde silah
bulundurmanın bugüne kadar hemen hiçbir siyasi partinin programında
yer bulabilmesi de mümkün olmamıştır. Kırsal bölgelerde XX'nci
yüzyılın ilk on yıllarında yeterli güvenlik gücünün bulunmaması da
birbirinden uzak, “yani komşusuz” yaşayan Amerikalılarda
bu büyük “silah aşkı”nın oluşmasında önemli bir faktör
olarak gösterilmektedir. Sonuç olarak, “anayasal bir özgürlük”
olarak tanınan silahlanmak giderek yanına silah endüstrisinin
çıkarlarını da katarak içinden çıkılmaz bir soruna dönüşmüştür.
Kongre’nin bu “özgürlük tiyatrosuna” son vermek isteyen
Obama’nın karşısına nasıl dikildiğini hatırlıyorsunuzdur. Obama’nın
bir silahlı saldırı sonucu 20 çocuğun hayatını kaybetmesinin
toplumda yarattığı silahlanma karşıtı dalgaya tercüman olmak için
silah satışının kısıtlanmasına ilişki girişimi, silah endüstrisi
lobilerinin etkisiyle Kongre’de 40’a karşı 60 oyla
reddedilmişti.
Özetle ABD’de bu çerçevede silah endüstrisi lobilerinin etkisini
aşabilmek imkânsız gibidir. Son başkanlık seçimlerinde bir
“sosyal demokrat” olarak tanıtılan Sanders’in “Akılcı
bir yasal düzenleme”den söz ettikten sonra “Bu ülkede pek
çok eyalette insanlar ateşli silahların denetimini duymak
istemiyorlar” diyerek konuyu kapatması örneğinde olduğu
gibi.
İsterseniz bu “silah bulundurma” konusunun anayasal
demokraside ABD ile yaşıt olan Fransa’da nasıl anlaşıldığına da
kısaca göz atalım:
Bu ülkede sivillerin silah taşıması yasaktır. Konuya vakıf bir
avukat, bu hakka ülkede sadece hayatları tehdit edilen hepsi birkaç
düzine şahsın sahip olduğunu söylüyor. Fransa’da atış
poligonlarında atış yapmak için silah satın almak isteyenler,
mutlaka bir atış kulübüne üye olmak, bir sağlık raporu getirmek ve
bu kulüpler tarafından verilen altı ay süren bir eğitimden geçmek
zorundadır. Altı ay sonunda sertifika verip vermemek kulübün
kararına bağlıdır. Alınan sertifika sürecin devamında ilgili
emniyet kurumuna gelir. Bu kurum müstakbel silah satın alandan söz
konusu silahı evinde bulundurmak için özel bir “kasa”
bulundurması ve silahın evde parçalarına ayrılmış olarak tutmak
zorunluluğu getirir. İlgili kurum devamlı talep sahibinin
“karnesi”ni inceler. Talep sahibi acaba hayatında “bir
kere” bile tatsız bir olaya karışmış mı? Arkasından da tabii
ki psikiyatrik muayene…
Yani lafın kısası, ruhsatsız silah (değil taşımak) bulundurmak
imkânsızdır. Dolayısıyla Türkiye’de uygulandığı gibi bir
“rahatlık” medeni bir ülkede asla mümkün değildir. Bakın
isterseniz bu ülkede “silah ruhsatı” alabilmek için yerine
getirilmesi gereken şartlara:
• Vukuatlı nüfus kayıt örneği,
• Nüfus cüzdan fotokopisi (nüfus cüzdanı aslı müracaat esnasında
aranacak, diğer belgelerle birlikte karşılaştırma yapıldıktan sonra
ilgiliye iade edilecektir. Nüfus cüzdanında vatandaşlık numarası
bulunmayanlardan vatandaşlık numarası istenecektir),
• Son bir yıl içinde çekilmiş 4 adet fotoğraf,
• Silah ruhsatı istek formu, (İl Emniyet Müdürlüklerinden temin
edilecek.)
• Arşiv kayıtlarını içeren adli sicil belgesi, (Dilekçede silah
ruhsatı için olduğu belirtilecek.)
• Silah ruhsatı alınmasında sakınca bulunmadığına dair sağlık
raporu
• İkâmetgah belgesi, (1774 Sayılı Kimlik Bildirme Kanunu
hükümleri gereğince arkası mıntıka karakolundan tasdik
ettirilecek.)
Görüyorsunuz, ne kadar kolay…. Bu durumda bu “millet”
silahlanmasın da ne yapsın?
Şu haberden mutlaka haberdarsınızdır:
“Olay, İnönü Mahallesi Alageyik Caddesi ve çevre
sokaklarında meydana geldi. Edinilen bilgiye göre, araçlarıyla
gelen iki grup henüz bilinmeyen bir nedenle silahlı çatışmaya
girdi. Uzun namlulu silahların kullanıldığı çatışmada olayla ilgisi
olmayan ve aracıyla sokak üzerinde ilerleyen 16 yaşındaki Emircan
Açıkgöz isimli genç çatışmanın ortasında kaldı. Boynundan ve
göğsünden aldığı yaralarla ağır yaralanan Emircan Açıkgöz
ambulansla hastaneye kaldırıldı. 16 yaşındaki genç kaldırıldığı
özel hastanede tüm müdahalelere rağmen hayatını kaybetti.”
Uzaklarda değil İstanbul’un göbeğinde bir gencin hayatına mal
olan bir “silahlı çatışma”. Haberden “uzun namlulu
silahlar”ın kullanıldığını da öğreniyoruz. İsterseniz bunun
adı da (ABD’den esinlenerek! Türkiye’ki “anayasal özgürlük
açılımı” olsun… Bir sokak ötede karakolu bulunan bir devlet
iki grubun silahlı çatışmasını önleyemiyor. Önleyemiyor ve iş
sonunda “polis kaç dakika sonra olay yerine geldi” tartışmasına
dönüşüyor.
Şunu ısrarla tekrar edebiliriz: Türkiye insanların can
güvenliğinin kalmadığı bir ülkeye dönüşmüştür. Silah bulundurma ve
taşıma konusunda sergilenen bu son derece sorumsuz tutum,
“silahlı çatışma”yı her fırsatta altını çizerek öne
çıkaran devlet erkânının maalesef dikkatini ve ilgisini hiç mi hiç
çekmemektedir. Hemen herkesin ‘silahlandığı” bir toplumun kimseye
yâr olamayacağı vakit gecikmeden anlaşılmalıdır.
Bu çerçevede “nereden nereye" babında bir anımı
nakletmek isterim: 60 Darbesi'nin ilan ettiği sıkıyönetim herkesin
elinde bulundurduğu silahı yetkili mercilere teslim etmesini
buyurmuş ve herkes de bu emre uymuştur. Mesleği olan öğretmenlik
yanında sürdürdüğü Demokrat Parti yanlısı yerel gazete yazarlığı
nedeniyle mahkemeye düşen -sevgiyle andığım- babam da söz konusu
emre itaat çerçevesinde evimizde anneannemin sandığında bulunan
eski bir Çerkez kamasını yok etmeye karar vermişti. Hatırlıyorum:
Bu Çerkez kaması da ne inatçıymış; vuruyorsun vuruyorsun ama bir
türlü kırılmıyor! Sonunda bu “silah”ı anneannemle birlikte bir
kanala atmamıza karar verilmiş ve böylece bu “suç
aletinden” kurtulmuştuk.
Niçin mi aktarıyorum bu anımı? Ülkeyi pençesine alan KHK düzeni
bu konuda da bir kararname çıkaramaz mı acaba? Unutmayalım: Sivil
halkın “silahlanması” hiçbir devlete, lidere ve tabii ki
topluma hayır getirmemiştir…