Siyah beresiyle yas tutan Seyda'nın ardından...

Seyda, bütün genel kabullerin dışında kalmış bir garip insandı. Ama gariban değildi hiç kuşkusuz. Hep dik durdu hayatta. Hep siyah giymesi de kendince bir protestoydu.

Abone ol

DUVAR - Salı günü, Şeyhmus Diken’i başka bir nedenle telefonla aramıştım. “Yeniköy Mezarlığı’na gidiyoruz” dedi. Tahir Elçi için Dört Ayaklı Minare’nin önünde yapılan anmaya katılmıştım. Anmaya katılan ailesi, siyasetçiler, baro başkanları, sivil toplum örgütü temsilciler saat 14:00’te Yeniköy Mezarlığı’na gidecek, bir anma da orada, Elçi’nin mezarı başında yapılacaktı. Ama bunun için neredeyse daha 3 saat vardı. Bu nedenle, “Erken değil mi?” diye sordum Diken’e.

Mustafa Gazi’yi ya da herkesin çağırdığı ismiyle Seyda’yı kaybettiğimizi o zaman öğrendim. Kendini kötü hisseden Seyda’yı hastaneye götürmüş yakınları, bir süre sonra burada kalp krizi geçirmiş. Sağlıkçılar müdahale etmiş ama kurtaramamışlar onu.

Kısa bir süre önce Lîs Yayınları’nda görmüştüm Seyda’yı. Üzerinde siyah elbiseleri, kafasında siyah beresi ve gözlerinde camları siyah gözlükleri vardı yine. Geçirdiği ağır hastalıktan sonra iyi görünüyordu. “Yeni kitap var mı?” soruma, “Lal’e iki dosya verdim, bakalım ne zaman çıkacak” demişti. O dosyaların kitap olarak yayımlandığını göremedi ne yazık ki.

Mezarlıkta, Seyda’nın son kitabını yayımlayan Lîs Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmeni Lal Laleş ve yazar arkadaşları Şeyhmus Diken, Mîran Janbar, Şeyhmus Sefer, gazeteci Maşallah Dekak, müzisyen Sabahattin Yıldız vardı. Seyda’nın ailesi ile başka dostları da oradaydı. Seyda’ya ne kadar yakın oluklarını bilmediğim birkaç kadın çok ağlıyordu.

‘PIRPIRIM’IN YAZARI

Birkaç kişiydik mezarlıkta. Seyda’yı defnettikten sonra dağıldık. Bu arada, Seyda’yı ilk ne zaman tanıdığımı düşündüm. Yıl 1996 ya da 1997 olmalı. O tarihlerde İstanbul’da Kürtçe-Türkçe yayımlanan haftalık Roj adlı gazetede çalışıyordum. Hatta gazetecilik yapmaya burada başlamıştım. Roj siyasi bir gazeteydi elbette ama bütün gazete çalışanları gibi ben de Seyda’nın Diyarbakır’dan gönderdiği yazıları merakla bekliyordum. Portreler yazıyordu, günlük olayları yorumluyordu ve arada yine mizah dozu yüksek şiirler gönderiyordu. Yazdığı her şeyi Diyarbakır Türkçesiyle kaleme alıyordu. Benim gibi bu Türkçeye vakıf olmayanlar için, bir bakıma anlaşılmaz bir dilde yazıyordu. Yazılarının yayımlandığı kültür sanat sayfasını Nesimi Aday hazırlıyordu ve ilk zamanlar, Seyda’nın uyarılarına rağmen, diline müdahale etmeye çalışmıştı. Ama Seyda’nın yazarken koştuğu bir şartı vardı, “yazılarıma karışmayacaksınız” demişti.

Sanırım Roj gazetesi yayımlandığı süre boyunca Seyda “Pırpırım” adlı köşede yazmaya devam etmişti. Sonra aradan birkaç yıl geçti. Festivallerin OHAL koşullarına direnen Diyarbakır’ı şenlendirdiği yıllardan biri olmalı, belediyenin davetlisi olarak gelmiştim Diyarbakır’a. Nesimi’nin ısrarıyla Seyda’yı bir kahvede bulmuştuk. O zaman ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum şimdi ama aklımda hep ilginç bir adam olarak kalmıştı. Yine yanlış hatırlamıyorsam, Kürtçe şiirin önemli isimlerinden Arjen Arî’yi de ilk kez burada tanımıştım.

SEYDA’NIN KÜRTÇE DERLEMELERİ

Aradan geçen zaman içinde Seyda’nın kitapları yayımlanmaya başladı. “Diyarbakır Türkçesi” hâlâ aranan bir kitaptır. Yine Roj’da yazdığı mizahi yazılarını bir araya getirdiği “Pırpırım” da öyle. Bu arada derleme çalışmaları yaptı. Kürtlerin beddualarını ve kimi yörelerden derlediği kılamları hikayeleriyle birlikte hazırladı. Diyarbakır delileri hakkında yazmak da ancak onun gibi Diyarbakır’a ait her şeye merakla ve sevgiyle yaklaşan birinin yapacağı bir çalışmaydı. Diyarbakır’ın qırıx’larını, kabadayılarını da yazdı. Üstelik bu taraklarda hiç bezi olmamasına rağmen. Bunlar hakkında yazarken, onlarla birlikte vakit geçirdi, onlarla muhabbet etti, nasıl yaşadıklarına tanık oldu.

Kürtçe grameri, pek çok Kürt gibi, Celadet Bedirxan’ın çalışmalarından öğrendi. Daha sonra, Kürtçenin yasaklı olduğu yıllarda, ‘illegal’ olarak kültür merkezlerinde, evlerde, kafelerde eğitim verecek kadar ilerletti. Kendi yöresinin, aşireti Kejanların dilini derledi. Bu çalışması, “Ferheng” adıyla Amed Kürt Enstitüsü yayınları arasından çıktı. Yaptığı derlemelerle Kürt folkloruna hatırı sayılır bir katkı sundu.

BİLDİĞİ GİBİ YAŞADI

Seyda, bir ara Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi bünyesinde faaliyetlerini yürüten Dengbêj Evi’nde çalıştı. Buradan belki çok para alamıyordu ama dengbêjlerle geçirdiği zamana çok değer biçiyordu. Dengbêj dinlerken, kendi sözleriyle, daha çok Kürt hissediyordu kendisini ve bundan büyük keyif alıyordu. Sonra buradan ayrılmak zorunda kaldı. Tek sabit geliri elinden alınmış olsa da bunu kendine dert etmedi, çünkü kendi doğrusunu dile getirmekten vazgeçecek bir insan değildi.

Kimi projelere katkı sunarak hayatını idame etmeye çalıştı. Bu projeler de elbette kültür sanat ağırlıklıydı. Aklındakileri hayata geçirmek için paraya ve bazı ilişkilere ihtiyaç vardı. Parası yoktu ve etrafındaki varlıklı kimselerin de kültüre, sanata harcayacak parası yoktu. Birçok projesini bu nedenle hayata geçiremedi. Parasız ama bildiği gibi yaşamakta ısrar etti. Böyle olmazsa, üretemeyeceğini düşünüyordu ve onun aklında sadece yazmak, derlemek, kitaplaştırmak vardı.

SEYDA’NIN BESTELERİ

Müzikle yakından ilgilenmeyenler Seyda’nın şarkı sözü yazdığını, beste yaptığını bilmez. Hayatı boyunca 200 civarında şarkıda imzası vardır Seyda’nın. Bu şarkılardan bazıları birçok sanatçı tarafından yorumlandı ve büyük beğeniyle dinlendi.

Seyda’nın şarkılarından büyük çoğunluğu klasik Kürtçe formlardadır. Ama “Fiskaya” şarkısının en azından benim için özel bir yeri vardır. Bu blues tarzı bir şarkıdır ve sözleri Diyarbakır Türkçesi’yle kaleme alınmıştır. Seyda’nın daha sonra zamana yenildiğini belirttiği qırıx kültürünü anlatan bir şarkıdır. Şoreş’in seslendirdiği bu şarkıya çekilen siyah beyaz klip de bu kültürün kimi ‘inceliklerini’ yansıtır. Henüz dinlememiş olanlara “Fiskaya” şarkısını dinlemesini öneririm.

SÖYLEŞİ YAPABİLSEYDİK…

Lîs Yayınları’ndan çıkan “Diyarbakır Kabadayıları, Delileri ve Pışo Meheme” adlı kitabı yayımlandığında, kendisiyle bir söyleşi yapmak istemiştim. Nazikçe geri çevirmişti bu teklifimi. “Kitabım hakkında konuşmayı sevmiyorum” demişti ve “Kitapla ilgili yazı yazabilirsen daha çok sevinirim” diye eklemişti.

Söyleşiyi bu nedenle yapamadık ne yazık ki. Kim bilir hangi işlerin araya girmesi nedeniyle yazıyı da yazamadım. Söyleşi yapabilseydik, o güne kadar Seyda ile yaptığımız en uzun konuşmayı gerçekleştirmiş olacaktık. Nasıl çalıştığından kitaplarındaki kimi konuları ve kişileri daha iyi anlama olanağım olacaktı. Şimdi, bunu büyük bir eksiklik olarak hissediyorum.

Mustafa Gazi'nin cenazesine yakınları ve arkadaşları katıldı.

CENAZEDE ÜÇ BEŞ KİŞİ

Seyda’nın cenazesinde, ailesinin dışında, birkaç sanatçı dostu vardı. Benzer durumlarda Yunus Emre’nin şu dizeleri hepimizin aklına geliyordur mutlaka: “Bir garip ölmüş diyeler/Üç günden sonra duyalar/ Soğuk su ile yuyalar/Şöyle garip bencileyin”.

Seyda, bütün genel kabullerin dışında kalmış bir garip insandı. Ama gariban değildi hiç kuşkusuz. Hep dik durdu hayatta. Hep siyah giymesi de kendince bir protestoydu. Bunu, 2011 yılında, Diyarbakır’da yayımlanan Özgür Haber gazetesine verdiği röportajda, şöyle açıklamıştı: “Bu halkın özgürlüğü uğrunda ölen her Kürdü yüreğime gömüyor, siyah giyinerek yasını tutuyorum.”

Kürt folkloruna, müziğine, diline bunca emek vermiş bir insanın son yolculuğuna daha geniş bir katılım olmasını bekliyor insan.