Muazzam boyutlara ulaşabilecek çevre felaketine sebebiyet veren şirketin “emperyalistler”e ait çıkması ne kadar iyi oldu, değil mi? Böylece yeni bir ulusal birlik merasimine girişebildik hep beraber.
Yani hep değil tabiî. Sadece beraber. O da toplumun en fazla yarısı ediyor. Fakat biz ulusal birlik deyince, tek mevzu hariç, zaten nüfusumuzun en fazla yarısını anlıyoruz. Bir tek, iş Kürtlere gelince fazladan bir birlik oluşuyor, ondan da Kürtler iskonto edildiğinden yine tam sayıya ulaşılamıyor. Yani yarımız ulusal birlik lafını etmek için yeter de artar bile. Bizim şartlarımızda.
Bizim şartlarımızda yine normal karşılamamız gereken hadiselerin başında da işçi ölümleri gelir. Gerçi inşaattan düşme sonradan, İnşaat Resulallah döneminde zaman zaman listebaşı olacak kadar yukarılara çıktı, fakat madencilerle tarım işçilerinin yanında ilk üçte yeri artık garantilidir, her sezon liderliğe oynar. Ne yazık ki, bir sezon acayip parlayarak aylarca liderlik koltuğunda oturan tersane işçilerinin ölme performansı kısa sürdü, alt sıralara düştüler. Tarım işçileri, daha çok Kürt olmalarından ötürü bir türlü tribünler ve medyadan gerekli ilgiyi göremiyorlar. Yoksa hernekadar madenciler kadar tek seferde yüzlü sayılara ulaşamıyorlarsa da, doluşturuldukları kamyonet arkalarından, kamyonlardan, uyduruk minibüslerden yollara saçılarak beşerlik onarlık gruplar halinde verdikleri zayiat toplandığında, hayli iddialı performans sergiledikleri tesbit edilebiliyor.
İşçi ölümü der demez ilk akla gelen ve onları her gün karanlıkta, oradan sağ çıkmama ihtimaliyle yüzyüze çalıştırdığımız için her can verdiklerinde ister istemez bünyemizi yalayıp geçen utancı sahtekârca övgülerle, arslansın kaplansın muhabbetleriyle örtmeye çabaladığımız -yöneticilerimizin bunu dahi yapmadığı- madenciler, bu defa sürpriz bir taktikle, yeraltında can vermek yerine, yamaçtan kayan zehirli toprağın altında kalmayı tercih ettiler. (Bunu “toprak kayması” olarak sunma şerefsizliğini yapanları elbette kaydettik.) Bu tabiî ayrıca değerlendirilecektir. Üstelik İliç siyanürlü altın felaketi olayında, yönetenler ve kıçı rahatlar için de ilave puanlar getirecek pek çok unsur bulunuyor. Köyü mahkûm ediyorsun, köylüyü mecbur bırakıyorsun -aslında bilumum madencilikte bu ana damar onca varis izinin arasından kolaylıkla seçilir-, maden işletmecisine bin türlü kıyağı çektiğin gibi, insandı, çevreydi, böyle fuzulî meselelere takılmamalarını sağlıyorsun, şirket de son ana kadar zehirli pisliğini güvenli şekilde kaldırmıyor, akmasın kaymasın çökmesin diye tedbir almıyor, işçiler çatlaklara dikkat çektikçe “olmaz lan bişey!” tavrı takınılıyor… falan… (Vali bile inkâr edemedi, işçilerin çatlakları bildirdiğini.)
Bu tip “kazalara” iş cinayeti veya duruma göre katliamı denmesi, ajitasyon, abartı falan değil, gayet bilimsel tutumdur. Burada da katliam var. Dokuz işçinin hayatını kaybetmesine göz göre göre yolaçmak, bal gibi taammüden cinayettir. Dokuz defa. Üstelik, alınmayan tedbirin kaç kişiyi öldürebileceği düşünüldüğünde, basbayağı akim kalmış toplu katliam girişiminden bile sözedebiliriz.
Girişteki lafımdan anlaşılacağı üzre, meselenin bu tarafından sözetmek değil niyetim. Meselenin bu tarafının nasıl olup da birdenbire ikinci plana itildiğiyle ilgileniyorum.
Mevzu seçimimde isabetli davranıp davranmadığımı şöyle ölçebiliriz hep beraber: Kayan zehirli toprak yığını altında nasıl can verdiklerini tasavvur etmenin bile büyük cesaret işi olduğu işçiler, emekçiler, işçi sınıfı, egemenler, kapitalizm… vs. kavramlarının İliç haberlerinde, bu mevzuda söz söyleyenlerin beyanlarında ne sıklıkla geçtiğini, ne kadar vurgulandığını, kimsenin kimseyi ölüm tehlikesiyle yüzyüze çalışmak zorunda bırakamayacağını, buna meydan veren her türlü rejimin, düzenin insanlık dışı olduğunu, hele her ağzını açtığında insandan, adaletten, şundan bundan dem vuranların öncelikle işin bu tarafını görmeyene göstermek, duymayana işittirmek için uğraşmasının bekleneceğini alıp terazinin bir kefesine koyalım.
Sonra geçelim öbür yana, suçlu şirketin Kanadalı oluşu, “emperyalistler”in “vatanımızda” “sömürge madenciliği” yapması, bu işten bizzat burada çıkar sağlayan yerli-millî kimselerin emperyalizmin işbirlikçisi, hizmetkârı şusu busu oluşu motiflerinin demeçlerde, haberlerde, yorumlarda ne sıklıkla kullanıldığına bakalım. Manzara şudur: Bazı kötü emellere sahip emperyalist güçler, vatanımızın madenlerini sömürmekte, sömürge madenciliği yaparak insanımızı tehlikeyi atmakta, sadece kendi çıkarına bakmakta, bizim buradan bazılarımız da onlara hizmet etmekte.
E, bu böyle değil mi?
Değil. Oradaki kapitalistle buradaki kapitalist veya devlet görevlisi, sorumlusu, artık her kimse, beraberce, hiçbiri vatandı, sömürgeydi falan demeksizin, hep beraber, savunmasız ve mecbur kıldıkları insanların sırtından para kazanıyor, zengin oluyor veya daha da zengin oluyor, güzel yaşıyorlar. Zaten sen işçilerinin canına okuyup -senin için veya onlar için, fark etmez- üç kuruşa, hayatını tehlikeye atarak çalışmak zorunda bırakıyorsun da herif onun için geliyor. Sen bunu o gelsin, bu işleri yapsın, ben de kazanayım diye yapıyorsun. Sana kimse bir şey yapmıyor, sen yapıyorsun. Kanadalı emperyalist boğazına bıçak dayayıp altın madeni açtırmıyor sana. Ona bütün imkânları açıp, kendi yurttaşını, ona edilecek kötülüğü bile bile ateşe atıp yolunu buluyor, zengin oluyorsun. Utanmadan üstüne dua falan da ediyorsun.
Sen kimsin? Şu anki iktidardan bahsediyorsak, toplumun yarısının oy vererek başta olmasını, kalmasını istediği, geniş bir çıkar çemberini döndüren kadro. Peki bu tür olaylar yüzünden bu toplumun yarısı seçtiği bu insanlara desteğini çekiyor mu? Hayır. O halde toplumun en az yarısı olan bitenden sorumlu. Bunu anladık. Güzel. Peki iktidar bu kadroda değilken madenlerde işçiler can vermiyor muydu? Veriyordu. O neydi? O zaman da birileri için sığınak hazır: Özelleştirme yüzünden… E, özelleştirmeden önce madenlerde işçiler ellişer yüzer ölmemiş miydi? O neydi? Şu anki zıvanadan çıkmış sömürü düzeni geçmişte yaşananı temize mi çekiyor?
Bazı işler bazı şekillerde yapılırsa işçiler ölür. Ölebileceklerini bile bile insanları o işlere mecbur etmek kapitalizmin toplumsal örgütlenmesinin özünde yeralır. İllâ ölüm de şart değil; başkalarının hâkir gördüğü, asla yapmayacağı işlere birilerini mecbur etmek de yapısal eşitsizliği korumanın niçin kapitalizm için vazgeçilmez olduğunun izahını barındırır.
Gelin görün ki, kapitalizmin gerçekte iddiadan öteye gidemeyecek olan, hayal mahsûlü anlatıları, bu menfur düzenin kimi kararlı muhaliflerince de dünya görüşü temeli gibi kabul edilir. Meselâ “ilerleme” fikrinin kutsallığı, meselâ ekonominin nesnel bir toplum hayatı zemini, hattâ ilaveten bilim oluşu uydurması…
Bu, madencilik diye bir işin, mesleğin olamayacağı anlamına gelir ki, bunu böyle kabullenebilmek maalesef kimsenin harcı gibi gözükmüyor. Oysa çözümü ne kadar basit bir soruda gizli problemin: Sen iner misin madene?
İliç’teki felaketten sonra bir defa daha gördük ki, düzenin egemenleriyle muhaliflerinin paylaştığı bakış açısı çoğumuzun sandığından çok daha geniş.
Buradaki güncel mevzuma döneyim: Yahu şirketin Kanadalı olduğunu öncelikli temel motif haline getirmekle ne elde edileceği sanılıyor? Yurdumuzu işgal etmiş yabancı -üstelik Batılı, üstelik ABD’nin komşusu, filan- düşmana karşı bir millî mücadele kisvesine büründürüldüğünde, bizim özbeöz yerli-millî egemenlerimize, sömürgenlerimize, zorbalarımıza, işçi-emekçi düşmanlarımıza karşı toplum birden şaha mı kalkacak? “Meğer işçilerimizi öldüren emperyalistlermiş!” Böyle düşünür ve söylersek “yurdumuzu” mu kurtarabileceğiz? Kimden? Türkiye’de büyük çapta sermaye, iş, imkân, devlet bağlantısı veya devlette hatırı sayılır mevki, makam, güç elde etmiş olup da Kanadalı şirketin yaptığını -belki bin beterini-, haydi yapmayan demeyelim, henüz yapmayanlar olabilir, yapmayacak olan birileri mi var? “Şirket Kanadalı”, “patron emperyalist” motifleri üstünde tepindikçe, sadece zehirli yığın altında kalan emekçilerin değil bütün madencilerin, bütün inşaat ve tarım işçilerinin mahvına esas sebep olan düzeni ve özel olarak bizim ülkemizde onun en sağlam temel direği milliyetçiliği pekiştirip amacın tam tersi için çalışıldığını fark etmiyor muyuz? Yoksa sahiden, patronlar emperyalist diye tekrarladıkça, hiçbir işçinin çalışırken ölmesini zerre kadar umursamayan vicdansız, şerefsiz tayfanın tövbe edip mücadele saflarına katılacağını mı sanıyoruz? Kimi memnun etmek veya -olmayacak duaya amin diyerek- “saflara kazanmak” içindir bu zorlama edebiyat?
Her seferinde dönüyoruz onlarca sene öncesine. Hakikaten, işçi-emekçi hakkı diye derdi, işçilerin böyle hunharca ölüme sürülmesine itirazı olan herkes şu ilkel soruya cevap versin bir zahmet: Kanadalı patrona karşı vatan savunması mı yapacağız, millî aidiyete falan bakmaksızın sömürüyle mücadele mi edeceğiz? (İkinci durumda Kanadalı hak savunucuları “vatan savunması”na kalkışmayıp bizi destekleyecektir, emin olabiliriz.)
Türkiye’de hak-adalet-demokrasi hareketinin bir kabri olacaksa, taşına “milliyetçilikten öldü” yazılmalı herhalde.