Sevgili hocam “analoji kötü bir metodolojidir” fikrini öğrettiğinden beri hem kişinin kendi düşünme eylemine ilişkin eğitiminde, fakat özellikle yazma pratiğinde benzeşime dayanmasını yadırgarım. Yine de kendimi eğitemediğim bir benzeşimi düşünmeden akıl yürütmem mümkün olmuyor. Yazı pratiğine yansıtmaktan hâlâ kaçınsam da. Birbirinden çok farklı kriz deneyimlerinde hakim olan tarafların eylemleri arasındaki paralellik. Bu paralellikte benzeşimden fazlasının olduğunu, hatta sistemik bir siyasal ilişkinin olduğunu düşünüyorum. Modern kapitalizmde “aile birliğini kökünden sarsan bir durumda” erkeğin şiddete başvurması; göçmenlere karşı tepkinin neredeyse evrensel biçimde ırkçılığa meyletmesi, sınıf çatışmasının yükseldiği anlarda hakim sınıfın sıkıyönetim tedbirleriyle ezilen sınıfın elindeki demokratik mücadele araçlarını zor ve şiddet yoluyla alması, kapitalizmin ürettiği krizlerin maliyetinin toplumun geniş kesimlerini yoksulluğa itmek ve dar çıkar çevrelerinin varlıklarını sürdürmek biçiminde çözülmeye çalışılması, burjuva siyasal rejimlerde iktidarların siyasal kriz anlarında büyük siyasal mücadelelerle kazanılmış hak ve özgürlükler düzenini askıya alması ve diktatörlük yolunda ilerlemesi örnekleri arasındaki benzerliklerden bahsediyorum. Elbette çoğaltılabilir ama derdim anlaşılmıştır sanıyorum.
Seçim sürecinde “beka” olarak adlandırılan ve Kemal Can’ın güzel ifadesiyle AKP’nin hem öznesi hem de nesnesi olduğu süreç bu sistemik benzeşimler bağlamında değerlendirilebilir. Bu değerlendirmenin hakkını vermek için de anaakım siyaset ve hukuk biliminin ötesine geçmeyen analizlere kapıyı kapatmak gerekir. Kriz anları, krizlerin yarattığı istisna anları, sadece “olan”ın ne olduğu bakımından değil, olanı anlamak için kullanılacak araç ve yöntemler bakımından da krizdir ve kritik niteliği göz ardı edilerek değerlendirilemez. Eğer bu anlama krizi yokmuş gibi davranılırsa onun nesnesi olan krizin, yani “olan”ın bir parçası haline gelinir. Kriz durumundaki egemenin safları bu bilinçli ya da bilinçsiz anlamama haliyle güçlenir. Bu anlamama hali, siyasal ve yargısal özneler bakımından her halde rejimle iltisaklı ve irtibatlıdır.
KRİZİ KUŞATMAK
Kapitalist dünya krizleri üretmektedir, çünkü toplumsal sınıflar arasında uzlaşmaz bir çelişkiye dayanır; cinsiyet, etnisite, ve coğrafya bakımından eşitsizlikleri kalıcı kılmaya rasyonalitesi bakımından mecburdur. Bu nedenle kriz anlarında burjuva siyasal ve hukuksal rejimlerinin vereceği tepkiler bellidir. Siyasal krizler başta fiili olarak sonrasında da anayasal düzenler içinde yer alacak biçimde sıkıyönetim ya da olağanüstü hal formlarında rejimlerin içine işlenir.
Bir anayasa öğretmeni, üniversite dersini anlatırken olağanüstü hal konusuna geldiğinde olağan olarak “Cumhurbaşkanı; savaş, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, seferberlik, ayaklanma, vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma, ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması, anayasal düzeni veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerinin ortaya çıkması, şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması, tabiî afet veya tehlikeli salgın hastalık ya da ağır ekonomik bunalımın ortaya çıkması hallerinde yurdun tamamında veya bir bölgesinde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilan edebilir.” cümlesiyle başlar.
Tabii olağan bir durumda anayasada yer alan bu hükmün bir olağanüstü hal rejimi içinde yapılan rejim değişikliği içinde getirildiğini söylemeye gerek yoktur. Yine olağan durumda bu cümle anayasa dersi gören öğrenci bakımından siyasal rejimlerin varlığını korumak için hukukun sınırlarının tam üzerinde fakat onu aşmadan neler yapabileceğinin çerçevesini göstermesi bakımından önemlidir. Peki olağan durum aşıldığında, somutlaştıralım: Resmi olarak olağanüstü hal varken Ankara Üniversitesi gibi bir kurumda olağanüstü hal üzerine bilimsel bir toplantının yapılmasının rektör İbiş tarafından yasaklanması ne anlama gelir? Somuttan soyuta gidelim, eğer idare olağanüstü hale ilişkin anayasal rejimin ötesinde tedbirler almaya başlarsa ne olur? Bu sorunun yanıtı basit, artık olağanüstü hal ilanı ile anayasal sınırlara gerilemiş siyasal rejim bu sınırları aşmış olur. Yani artık bir anayasa yoktur, anayasal güvenceler ortadan kaldırılmıştır, böylece siyasal iktidarın bekasına tehdit olabilecek her olağan demokratik protesto şiddetle bastırılabilir, olmayan suçlar icat edilebilir, olmayan cezalar ihdas edilebilir ve bunların hiçbiri olağan bir hukukun içinde cereyan etmez. Gücü olan, olmayana her şeyi yapabilir.
ANAYASA MAHKEMESİ VE OHAL
Kerem Altıparmak ve Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldığımız iki yazıda, atipik KHK’ler adını verdiğimiz kararnamelerin anayasanın çizdiği sınırları aştığını, olağanüstü halin anayasal sınırlarının temelinde geçicilik ve eski duruma dönme mantığı olduğunu ve bu nedenle kararnamelerin kalıcı olamayacağını eski duruma dönmek için tedbir niteliğinde olabileceğini belirtmiştik. Bunun sonucu OHAL KHK’lerinin yasalaşmasının olağanüstü hal ve olağan durum arasındaki bütün ayrımları kaldırması ve süresiz bir olağanüstü hal ve anayasasızlık sürecinin kurucu parçaları olmalıdır.
Anayasa Mahkemesi 24 Temmuz 2019’da bu yazının tamamlandığı saatlerde, geçici tedbir niteliğinde olmasına karşın kalıcı kurallar haline dönüşen, yasalaşan kararnamelere yapılan iptal başvurularının bazılarını görüşüyor. Onların şekil bakımından yokluk talebi ile iptal istemini reddetmişti. Henüz OHAL KHK’si halindeyken önüne gelen iptal başvurularında ise içtihadını değiştirerek anayasada böyle bir yetkisinin olmadığını belirtmiş; denetleyemeyeceği kararını vermişti.
Benim çok fazla şüphem yok, içinde bulunduğumuz olağanüstülüğü olağanlaştıracak biçimde bunları, birer yasaymış gibi inceleyecek, muhtemelen olağanüstü durum bakımından önemini yitirmiş kimi maddeleri iptal edecek, böyle görmediklerini iptal etmeyecek. Yani, olağanüstülüğü bilinçli biçimde olağanmış gibi yorumlayarak “olan”ın kendisiyle, onu yaratanla iltisaklı ve irtibatlı hareket edecek. Elbette göreceğiz.