Anadolu Fest, Munzur Festivali, Zeytinli Rock Festivali, Kaz
Dağları Ekoloji Festivali, Meryem Ana Panayırı, Mithat Alam Film
Merkezi’ne operasyon…
Aynur Doğan, Metin&Kemal Kahraman, Niyazi Koyuncu, Apolas
Lermi, Ara Malikian konserleri… Son olarak da Gülşen’in
gözaltına alınması…
İktidarın son birkaç ayda sanat alanına yönelik müdahalelerinin
ilk akla gelenleri…
Bu uygulamaların bugün ne anlama geldiğine dair gayet yerinde ve
doğru tespitleri yapılıyor. Seçim öncesinde ve toplumda huzursuzluk
büyürken en enerjik kesimin yani gençlerin bir araya gelmesinin
önüne geçmekte siyasal yarar olduğu su götürmez. Sahneden ‘milli,
manevi ve ahlaki’ değerlere karşı sembolleri açıp meşrulaştırmak da
pek hayırlı sayılmaz. İyi bir konser, coşkulu bir atmosfer en
basitinden sizi ajite eder. Ki şu sıralar ihtiyacımız olan
şeylerden birisi de ajitasyon ama konumuz bu değil!
Bu yasaklar ‘kültürel iktidar’ iddialarının iflasının ardından
yaşanan siyasal iflasın ‘zorunlu’ sonuçları gibi duruyor bir
yandan. Ama bu kültürel iktidar meselesine girmeden önce AKP
iktidarının kültür endüstrisinin zirve yaptığı döneme de tekabül
ettiğini hatırlatmak gerekiyor. 2001 krizi üzerine Kemal Derviş’in
küresel sermaye ile uyumlu hale getirdiği Türkiye ekonomisi, kültür
endüstrisi açısından da gelişme kaydetti. Dünyaca ünlü gruplar,
sanatçılar turnelerine Türkiye’yi de ekliyor, devasa kültür sanat
etkinlikleri organize ediliyor, İstanbul adeta ‘kültür başkenti’
haline geliyordu. AKP’nin küresel sermayeyle entegre olduğu bu
‘refah’ döneminde kültürel alan da kendisine düşen payı fazlasıyla
alıyordu. Ancak 2013’den sonra ekonomide baş gösteren sıkıntılara
Gezi, 7 Haziran seçimleri ve sonrasında yaşananlar, darbe girişimi
gibi siyasal gelişmeler de eklenince kültür endüstrisi gözle
görülür bir daralma yaşadı. Öte yandan AKP iktidarı ekonomik ve
siyasal alandaki sıkışmışlığını bütün alanlara yayarak aşma, her
alanı zapturapt altına alarak ilerleme stratejisini büyüttükçe
kültür sanat alanı da bundan fazlasıyla nasibini aldı.
Bu noktaya gelişte, AKP’nin ve ona eklemlenmiş
İslamcı/muhafazakar entelektüellerin ‘kültürel iktidar’ iddiasının
dönüşümünün de payı var kuşkusuz. ‘Eski Türkiye’nin akademi, medya
ve kültür alanının önde gelenleri tarafından ciddiye alınmamış,
küçümsenmiş olsa da siyasal İslam geleneğinden gelen entelektüeller
kültürel iktidar konusunda hayli ciddiydiler aslında. Örneğin
İskender Pala, 2009-2010 yılları arasında “Kültürel Meselelerimiz”
başlıklı bir dizi yazıyla bu alanı ‘teorik’ bir zeminde tartışmaya
girişmişti. Pala, özetle Cumhuriyet iktidarları boyunca kültürel
alanın kurucu ideoloji tarafından belirlendiğini, iktidara gelen
sağ-sol bütün partilerin de bunu veri olarak kabul ettiğini
yazıyordu. Bu kabulün ‘milli ve tarihi’ bazı alanları da dışlayıcı
etki yarattığını belirterek AKP’nin yeni bir formül bulması
gerektiğini salık veriyordu.
Pala o dönem için durumu şöyle özetliyordu: “Türkiye
kültürel katmanları olan, çok zengin kültürel tarihe sahip bir
ülkedir. Üzerinde yaşadığımız coğrafya bir kültür klasörü gibidir.
İçinde üst üste tabakalanmış dosyalar barındıran bir klasör... En
üst dosyada Cumhuriyet vardır. O dosyayı kaldırırsanız altından
Osmanlı çıkar. Sonraki dosya Selçuklu'dur, onun altında Bizans
dosyası, onun altında Roma, daha altta Frigya, daha da altta Lidya
yer alır. Böyle böyle bu kültürel zenginlik Babil'e kadar uzanır.
Eğer iyi kullanılabilirse bu zengin katmanların kültürel mirası
sayesinde dünya devletleri arasında önemli bir konuma gelebilir,
Avrupa Birliği kartımızı renklendirebiliriz. Bu atılımı yıllar yılı
kültüre hükmeden sol gelenekten bakanlar çıkarları uğruna
ıskalamıştır. Muhafazakâr kesimler ise hem hükümete, hem de
kültürel bir vizyona sahip olmanın ne anlama geldiğini yeni yeni
içselleştirebilmektedirler. Sermaye ve siyasetin yeni sahipleri,
sanata yakın olmanın metafiziğe ve hakikate yakın olmak demeye
geldiğini, bunun da fikir sorumluluğu istediğini biliyorlar
artık.” (1)
Yani İskender Pala, meselenin siyaset ve sermayeye kimin
hükmettiğiyle ilgili olduğunu düşünüyordu ve küresel çapta bir
sanat üretmek için bunları yeterli görüyordu. AKP iktidarının
Cemaatle birlikte en güçlü dönemini yaşadığı, Cemaatin etkisiyle
kültürel alanda da dünya çapında işler üretileceğine dair rüyalar
gördüğü bir zaman aralığında kaleme alınmıştı bu değerlendirmeler.
Pala’nın çizdiği perspektifin son durağı Osmanlı, sembolü de mozaik
değil, mermer bugünlerde!
Pala’dan kısa süre önce de muhafazakâr kesimin sinema üzerine
kalem oynatan önemli isimlerinden Yusuf Kaplan, AKP ideolojisinin
gerekli altyapı ve kültürel birikimi tamamladığını ve artık sinema
alanında atağa kalkmak için hazır olduğunu yazıyordu. Kaplan, Bilim
Sanat Felsefe Akademisi’nin (BSF) sanat yönetmeni sıfatıyla 2007
tarihinde verdiği bir söyleşide amaçlarını şu sözlerle açıklıyordu:
“Bu toplumun temel İslâmî dinamiklerinden yola çıkıp, bütün
dünyanın batıda üretilenlerinin diğer birikiminin geniş
perspektifini kullanarak bu dünyaya bir şeyler söyleyebilecek
sinemacılar yetiştirmek. Biz bu konuda model oluşturacağız.”
(2)
Tabii ki böyle filmler çekilmedi, böyle bir model hiç ortaya
çıkmadı. 2012 yılına geldiğimizde Kültür Bakanlığı ‘aile
filmleri’ni öne çıkaracaklarını ilan etti, Gezi’den sonra da
bakanlık desteklerini tamamen ideolojik bir alan haline getirdi.
Barış imzacısı ve ‘Gezici’ sinemacılar cezalandırılıp yıllarca
destek alamadılar. İktidar meftunları burayı da bir rant alanı
olarak gördükleri için akıbetinin ne olduğunu bilmediğimiz onlarca
projeye akıtıldı destekler.
Yusuf Kaplan’ın bugün hezeyanlarla dolu yazılarına
değinmeyeceğim ama ilginçtir, solcuların bu işi beceremediğini,
muhafazakarların yepyeni bir alan açacağını iddia eden İskender
Pala 2017’ye gelindiğinde iddialarını kaybetmiş gibiydi. 2 Şubat
tarihinde Hürriyet’e verdiği röportajda “Dünya sanatına, 2.
Mahmut’un yenileşme hareketinden bu yana 200 yıldır bizden bir
katkı yok” (3) diyordu.
Pala’nın bakışının, çizdiği hattın siyasal alandaki ifadesi
bizzat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 6 Kasım
2017’de dile getirildi: “Ağızlarını her açtıklarında
muasırlıktan, Batılılıktan, Avrupalılıktan, modernlikten,
çağdaşlıktan söz edenlere soralım bakalım, dünya çapında hangi
eserleri ortaya koyabilmişler? Örneğin, dünya çapında bir opera,
pop sanatçısı, bir aktör, bir gitarist yetiştirebilmişler
mi?”(4)
Erdoğan, Pala’nın çizdiği hattı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e çekiyor
ve kültür sanat alanında yeni durumun iktidar olmak değil, inkar
etmek olduğunu vurguluyordu bir bakıma. Muhafazakar/ İslamcı
aydınların sermaye ve iktidar sahibi olunca kültür sanat
ürünlerinin patlayacağı, dünya çapında yazarlar, sinemacılar
çıkaracaklarına dair en baştan yanlış olan tezlerinin iflasının
ilanıydı aynı zamanda bu ifadeler. Yeni politik hat ‘iktidar’
olunamayan kültürel alanın inkarı olarak şekillenecekti. İnkardan
imhaya geçiş için ise fazla beklememize gerek kalmadı. Bunun ilanı
da 5 Temmuz 2018 tarihinde Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı
Fahrettin Altun’un twitiyle gerçekleşti: “Siyasi hegemonyanız
bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek...” 5
OHAL uygulamalarını ve tek adam rejiminin olanaklarını arkasına
alan iktidar yalnızca konserleri değil, kitapları da yasakladı.
Ekonomik krizi, kurun yükselişini bu alanda içerik üreten kurumları
sarsacak fırsat olarak gördü. Siyasal alandaki şiddeti kültürel
alanı kontrol altına almak için kullandı. Kendi düzenledikleri
bienaller, film festivalleri, kitap fuarları siyasal bir aparat
olarak işlevli olsalar da kültürel anlamda beklenen etkiyi
yaratmadığı için bir kenara bırakıldı ya da eski önemlerini
yitirdiler. ‘Muhalif’ belediyelerin düzenlediği kültür sanat
etkinlikleri, ‘liberal büyük sermaye’nin himayesindeki festivaller
dahi ‘Saray’ın kırmızı çizgilerine dikkat etmek, o alanlara
girmemek için azami dikkat sarf etmeye başladı.
İktidarı ve sermayeyi elinde tutmak dar anlamda sanat üretimini
artırmaya, dünya çapında işler üretmeye yetmemişti. Bu alandaki
egemenlik hala ‘öteki mahalle’de olsa da, iktidar ve sermaye sahibi
olmanın avantajları bu ürünlerin görünürlüğünü, insanlarla buluşma
seçeneklerini siyasi baskı ve piyasanın görünmez eliyle azaltmaya
yetti açıkçası.
Öte yandan bu yasaklamaların Kürt illerinde yıllardır devam eden
eylem/etkinlik yasaklarından azade olduğu düşünülebilir mi? Üç
Kürdün bir araya gelmemesi için onlarca merkezde yıllardır her
türlü etkinlik yasaklanıyor.
Kültürel alan iktidar için artık siyasal alandır! İktidar bu
alanın siyasal mücadeleye zemin oluşturma ihtimalinden çok
korkuyor, evet. Peki ama bu ihtimalden korkan sadece iktidar mı? Bu
iklim biraz da ‘kırmızı çizgileri olan’ muhalif belediyelerden, “ne
sağcıyım ne solcu futbolcuyum futbolcu” diyen zanaatkardan, kültür
endüstrisin içinde kalabilmek için ödün üstüne ödün veren büyük
‘sanatçıdan’ ve tabii ki “siz bir şey yapmayın, iktidara gelince
hepsini halledeceğiz” diye mücadeleyi baskılayan muhalefetten de
beslenmiyor mu?
Tam yazıyı bitirirken, Gülşen’in gözaltına alındığı haberiyle
CHP’nin “İmam Hatipleri biz kurduk. Maksadını aşan bir espri”
şeklindeki açıklaması düştü haber sitelerine. Soruşturmanın değil
de esprinin maksadının peşine düşen bu siniklik, sanatı/sanatçıları
değil iktidarı cesaretlendiriyor kuşkusuz!
(1) Pala’nın bu yazısını kişisel arşivime alışımın üzerinden
yıllar geçti. Yazıyı linkiyle birlikte almıştım ama artık link yok.
Bu iddialarla birlikte yazı da tarihe karışmış demek ki!
(2) http://www.mehmetnuriparmaksiz.com/3516/yusuf-kaplan-%E2%80%9Csinemada-model-olusturacagiz%E2%80%9D
(3) https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/keyif/dunya-sanatina-200-yildir-bizden-bir-katki-yok-40354787
(4) https://www.ntv.com.tr/turkiye/sozunu-aldim-2019un-ilk-ceyreginde-bitecek,NTLmzF0V3EGU5DmeIg7_bA
(5) https://twitter.com/fahrettinaltun/status/1014916512598167555