Ülkenin içine sıkıştığı dar beka söylemi sona ermedikçe çağdaş, evrensel, topluma yeni ufuklar verecek semboller üretemeyeceğiz. Ya da önce-sonra ilişkisi ters yüz edilip, doğrudan semboller üstünden yeni arayışlara girilebilir. Çünkü sorun basitçe estetik beğeniden daha derin, yaşamdan ne beklediğimiz ile ilgili. Güzel bir yaşam nasıl olur sorusunu, bu iradeyi göstermek önemli; ne de olsa güzel olanı istemek, politiktir!
Günümüz Türkiye’sinde her tür çarpıtılmış sembol, temsil ve bunların hepsini toplayan ya da asıl üreten ideolojik biçimler havada uçuşuyor. Bu ideolojik biçimler iki kaynaktan besleniyor; biri, Osmanlı ve Anadolu Selçuklu göndermeli tarih, diğeri ise milli ve yerli denilerek her bölgenin öne çıkan meşhur simgeleri. Belki bunlara bir de kitsch dinozorlar, yunus balığı şeklinde telefon kulübeleri gibi tuhaflıklar eklenebilir.
Bu süreçte geleneğin norm ve sembolleri yeniden dolaşıma sokuldu. Filmler, televizyon dizileri, heykeller, yapılara- köprülere verilen isimler, Osmanlı-Anadolu Selçuklu dönemlerine gönderme yapan mimari biçimler, icat edilen anma günleri ve daha pek çok şey bu kültürel ortamda ortaya çıktı ve toplumsal dönüşümü besliyor.
Bu konuda ne kadar başarılı oldukları ise şüpheli; hem dışarıya (dünyaya) hem içeriye yönelik bir cihan devleti olduğumuz söylemi çatırdıyor. Osmanlı'nın emperyalist doğasına öykünen dış politika artık kimseyi ikna etmiyor, buna eşlik eden semboller de. Oysa bir sembolün evrenselleşmesi, dünyaca tanınması, bir ülke ya da kent ile özdeşleşmesi, zaman ve mekândan bağımsız klasikleşmesi kolay değildir, hemen olmaz, zaman alır.
İşte 20'nci yüzyılın başı, ortası ve sonundan üç başarılı sembol yapı.
Eyfel kulesi sadece Paris’in değil Fransa’nın dünyaca tanınan sembolü olmayı başarmıştır. 1889 yılında, Fransız Devrimi’nin yüzüncü yılını anmak için organize edilen dünya fuarının giriş kapısı olarak inşa edildi. Bu yüksek demir yığınının sadece 20 yıl yerinde kalması sonra sökülmesi düşünülmüştü. Zamanında büyük itirazlara da neden oldu. Ama sonra dünya çapında ilgi üzerine kentin bir parçası olarak kaldı. Bugün yılda 6 milyon kişi Eyfel Kulesi’ni ziyaret ediyor.
Avustralya denilince Sidney Opera Binası ilk akla gelen sembollerden. Mimar Joern Utzon tarafından 1957’de tasarlandığında yine büyük itirazlara neden olmuştu. Mimarı biçimini kuş kanatlarından, bulutlardan, midyelerden aldığını söylese de, başlangıçta üst üste binmiş kaplumbağalara benzetilerek alay edildi. Ama şu an tüm ülke sahiplenmiş durumda.
Londra’da, Thames Nehri kıyısında, yeni milenyumu kutlamak amacıyla 1999 yılında inşa edilen 135 metre yüksekliğindeki dönme dolap, “London Eye” kentin sayısız sembollerinden en yenisi. Bu yapı da ilk başta büyük itirazlara neden oldu, kentin tarihi dokusuna hiç uymadığı söylendi. Ama kenti 360 derece görebileceğiniz Londra’nın yeni gözünü her yıl 3 milyon kişi ziyaret ediyor.
Türkiye’ye baktığımızda ise ne Cumhuriyet ne de yeni rejim benzer bir başarıyı gerçekleştiremedi, modern dünyaya yeni bir sembol veremedi. Cumhuriyet’in kendisi bir tasarımken, tasarım alanında bunu gerçekleştirememesi ayrı bir inceleme konusu. İleride yazmak üzere şimdilik bu konuyu burada bırakıyorum.
AKP’NİN SEMBOL ARAYIŞI
AKP iktidara geldiği andan itibaren kendi ideolojisini dünyaya tanıtacak sembol(ler) arayışına girdi. Muhafazakâr yapısına, toplumu dönüştürme iddiasına uygun olarak referansı geçmiş oldu, tüm göndermeler Osmanlı'ya, yerli ve milli olduğu düşünülen değerlere yapıldı.
Örneğin Boğaz’ın en görünür yerlerinden birine inşa edilen devasa Çamlıca Camisi’ni düşünün. Boğaz’dan geçenlere “Burası bir İslam devletidir” demekten öteye geçemedi. 34 metre kubbe açıklığı ile İstanbul’un plakasına, 107,1 metre minare yüksekliği ile Malazgirt Savaşı’na yapılan göndermeleri bizlere yeni bir şey söylemekten çok uzak. İstanbul Havalimanı'ndan kente turistleri taşıyan otobüslerde, mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri olarak tavsiye edilse de, orijinali varken kim klasik cami geleneğinin tüm oranları bozulmuş bu 2019 model camiyi ziyaret eder ki?
Geleneğin camilerinden, biçimlerinden bir sembol çıkmayacağı aşikâr; hiçbiri çağdaş dünyaya yeni bir şey vermiyor. Peki, havaalanı, köprü gibi çağdaş yapılar, onlar bize ne söylüyorlar?
1915 Çanakkale Köprüsü’ne bakalım. 2023 metre ana açıklığı ile “dünyanın en uzun açıklıklı asma köprüsü” unvanını alacak olan köprü, 333 metrelik kuleleri ile de “dünyanın en yüksek asma köprüsü” olacak. 2023 metrelik ana açıklık tesadüf değil. Artık duymaktan bıktığımız ve tarihi yaklaştıkça inandırıcılığını yitiren Türkiye’nin 2023 hedeflerine referans veriyor. Ama ne bu tarih ne de en büyük olması sembol olmasına yeterli değil.
Peki, dünyanın en büyük, sadece bir havaalanı değil, aynı zamanda bir zafer anıtı olduğu söylenen İstanbul Havalimanı'na ne oldu? En büyük (dünyaya ve içeri söylenen) ve zafer anıtı (içeri söylenen) özelliklerini bir yana bırakalım. Daha önce bu konuda yazmıştım, büyük olma niceliği, fonksiyonel olma niteliği sağlamıyor. Evet, tıpkı bir anıt gibi kullanışsız bir yapı olarak elimizde kaldı.
AKP iktidarı siyaseten sıkıştıkça sembolleri de sadece içeriye konuşmaya başladı, dünyaya hükmedecek (!) bir sembol arayışından vazgeçti. Her şeyin milli ve yerli olanı makbul artık; tabii sembolik düzlemde de bunun tuhaf karşılıkları oluyor.
Geçenlerde deniz üzerine dolgu yapılan ve yakınında Trabzon Havaalanı varken gerekliliği tartışılan Artvin-Rize Havaalanı, trafik hava kulesi ile gündeme geldi. Düz mantık, çağdaş bir havaalanı yapılıyor, Rize’nin de çayı meşhur, çay da yerli ve milli içeceğimiz, o zaman tabii ki kule de çay bardağı şeklinde olacak. Bakalım teknik gerekliliklerle inşa edildiğinde ne kadar çay bardağına benzeyecek?
Yerli ve milli tuzağından kurtulmadıkça bu kolaycı taşra sembolizmi ile daha çok uğraşırız. Taşra estetiği derken lütfen bir küçümseme aramayın, taşra kelimesini “bir ülkede başkent veya diğer önemli şehirler dışında kalan yerler, dışarlık” ya da Osmanlı'da ki “saray dışı” anlamı ile kullanıyorum. Böylelikle çağdaş bir yapı, sembolizmi ile kendisini baştan içeriye kapatmış oluyor.
Hoş, İstanbul Havalimanı’nın lale şeklindeki trafik kontrol kulesi ile koca ülke taşra oldu. Ama bu, Osmanlı’dan 15'inci yüzyılda Avrupa ve oradan Hollanda’ya taşınan laleyi tekrar ülkenin bir sembolü haline getirmeye yetmiyor. Bugün Hollanda denilince lale ilk akla gelen sembollerden. Ülke laleden yılda 1,5 milyar euro gelir elde ediyor. Uçakla Amsterdam Schiphol Havaalanı’na inerken rengârenk düzenli lale tarlaları peyzaja hâkim. Ama havaalanının kulesini lale şeklinde yapmak kimsenin aklına gelmemiş, ihtiyaç duyulmamış. Bugün bizler ise laleyi otoban aralarındaki yeşilliklere sıkışmış olarak görüyor, egzoz dumanına boğulmuş hallerine acıyoruz.
SEMBOLİK DÜZEYDEKİ BAŞARISIZLIK
AKP iktidarı boyunca, siyasal İslam’ın toplumun tamamını kucaklama söyleminin yanılsama olduğu defalarca görüldü. Rövanşist, gittikçe otoriterleşen, kendi hegemonyasını kurmaya çalışan yeni bir rejim ile karşı karşıyayız. Ancak siyasal İslam’ın modern hegemonyadan kopuşu sadece kültürel düzeyde; neoliberal politikaları sürdürmesi ve toplumsal eşitsizliği daha da derinleştirmesi ile mutlak bir sürekliliğe sahip. Ayrıca kültürel değişimin ve sembollerinin mevcut ekonomi-politiği sürdürmenin kılıfı olduğu da rahatlıkla söylenebilir.
Bugün iktidarın dünyaya ve daha önemlisi ülkeye söyleyecek yeni bir şeyi kalmadı. Bunun sıkıntısı içinde. Demokratik, laik, hukukun üstünlüğüne dayanan çağdaş her değer yeni rejim tarafından yeniden yorumlandı, ortaya yarı otokratik bir devlet çıktı. İktidar siyaseten sıkıştıkça siyasal ortama da hiç bitmeyen bir savaş hâkim; her şey beka savaşına indirgendi.
Savaşın sembolleri olabilir, insan güç, zafer duyguları ile kendini yücelmiş ve farklı bir konumda hissedebilir ama savaşın estetiği olmaz. Beka savaşında güzel olana yer yoktur. Türkiye’nin hiç bitmeyen savaş kurgusu, toplumu, düşünceyi, kültürü ve sanatı baskılayan otoriter ortamı yeni-çağdaş semboller üretilmesinin önündeki en büyük engel. Düşüncede metafor zenginliğinin yerini düz anlamın kuru mantığı almış durumda.
Bu duruma iki türlü bakılabilir. Ülkenin içine sıkıştığı dar beka söylemi sona ermedikçe çağdaş, evrensel, topluma yeni ufuklar verecek semboller üretemeyeceğiz. Ya da bu önce sonra ilişkisi ters yüz edilip, doğrudan semboller üstünden yeni arayışlara girilebilir. Çünkü sorun basitçe estetik beğeniden daha derin, yaşamdan ne beklediğimiz ile ilgili. Güzel bir yaşam nasıl olur sorusunu, bu iradeyi göstermek önemli; ne de olsa güzel olanı istemek, politiktir!