Meclis'te taşra politikacılarının en büyük özelliği hödük oluşlarıydı. Gayet basit, gayet hırslı, gayet kabaydılar... Bizim taşra politikacıları...inadına ruhsuz ve barbardırlar. Ve içten içe de sermaye düzeninin baş savunucusu oldukları halde iyi yetişmiş şehirlilere düşmandırlar... burjuva aristokrattan, küçük burjuva gerçek burjuvadan bin kat daha beterdir. Fakat en beteri küçük taşra burjuvasıdır. Her türlü kaypaklık, salaklık, gaddarlık, görgüsüzlük ve kompleks bu sınıfın özünde katmerlendikçe katmerlenmiştir. Uydurma demokrasinin gövde iskeleti ise, hiçbir ufku, hiçbir yaratıcı yeteneği olmayan bu kısır, hasta ve oportünist sınıfa dayanıyordu...” (Ben Milletvekili İken, Çetin Altan, 1971, kof, İstanbul, “Hışırlığın Nedeni” başlığı altında.)
Ercan Kesal'ın yazdığı, yönettiği ve oynadığı “Nasipse Adayız”, Kesal'ın diğer işleri gibi çok güzelmiş. Seyredince, Çetin Altan'ın milletvekilliği anılarını anlattığı kitabını bir kez daha karıştırdım. Yukarıdaki alıntı oradan. Her çalışmasında sakin üslubuyla, hikâyelerinin derinliği ve anlatımının sadeliği ile etkiliyor seyredenini ve okuyanını, Kesal. Nasipse Adayız da böyle bir çalışma. Hiç hesapta yokken, gece vakti bilgisayarın başına oturmama neden oldu!
Nasıl zorlu bir iş şu siyaset, ne büyük mesai gerektiriyor ve nasıl da zaman kaybı gibi görünüyor, diğer yandan! Ancak bir kenarından bulaşanlar bir daha kopamadığına göre belli ki cazip, bağımlılık yaratan bir tarafı da var, olmalı. Bunca insan kendisine eziyetten zevk almayacağına göre... Film, Türkiye'de siyasetin nasıl yapıldığını, yerel siyaset-mahalle dolayımıyla son derece berrak bir memleket fonunda anlatıyor. Her şey tanıdık, her şey sıkıcı, her ilişki aklı başında insanların kaçmak isteyeceği türden. Sonlarına doğru bir el boğazınızı sıkıyor sanki.
Ercan Kesal bir doktoru canlandırıyor; doktor Kemal Güner. Orta halli idealist olanlarından değil, hali vakti yerinde bir özel hastane sahibi. Bulunduğu ilçenin belediye başkanı 'aday adaylarından' ve adaylık için kurduğu ekibiyle kampanya çalışması yapıyor. Partisi hakkında açıklık yoksa da, sosyal demokratların adaylığına oynadığını anlamak güç değil.
Kampanya ekibi amatör, ancak profesyonel taklidi yapan amatörler; façalar ve jargon düzgün, yaratıcılık ise asgari düzeyde. Diyaloglar doğal, semt ve insanlar fazlasıyla âşina. Doktor, yapmasını gerekenleri tahmin ediyor, azimli, ancak muhatap olduğu ahaliyle bir çırpıda uyum sağlayamayacak ölçüde eğitimli ve mesafeli. Bu yüzden yanında 'işi bilen' birilerini istihdam etmiş, onun adına konuşup eşrafla ilişki kuruyorlar. Filmi anlatıp tadınızı kaçırmak istemiyorum; hâlihazırdaki siyaset yol ve üslubunun tahammül edilmez ve tüketici olduğunu, ülke ve halk üzerine dile getirilen tüm klişelerin nasıl da ülke ve halk ile hiç ilgisi olmadığını bir kez daha hatırlamanıza yardım ediyor Kesal'ın kahramanları. Filmde tebessüm ettiren sahneler de var ve vasatın hâkimiyeti o diyaloglarda iyice belirgin hale gelmiş.
Çor zor bir uğraş hakikaten taban siyaseti. O meşhur tabanın tüm niteliklerinden çok da haberdar değilsiniz aslında. Velev ki anladığınızı düşünüyorsunuz, kitlenin sizi ne ölçüde ciddiye aldığı, meçhul. Kahvede oturmuş kâğıt oynayan bir yurttaş, o kahveye gelip konuşma yapan, vaatler sunan bir aday adayıyla neden ilgilensin? Kabul edelim, ilgilenmez! Aday, ne söylediğini hiç umursamayan birilerine konuşuyordur aslında. Doktor Kemal düğün salonunda propaganda konuşması yaparken masalarda 'ana yemek' telaşının başlaması, çok güzel anlatmış ilgisizliği. Neden merak duysun insanlar, ne için, aday adayının hangi sözüne... Merkezdeki partilere mensup bir siyasetçi, ilginç, dikkat çekici, sıradışı bir şey söyleyebilir mi bu ülkede, var mı sizce böyle bir ihtimal, kaç kez tanık olundu?
Zaman zaman internette, orta halli, ¼ nispetinde şöhret sahibi, çoğu eski vekil olan siyasi kişiliklerin 'esnafla' fotoğraflarını görüyorum. “Konuştuk, dert dinledik, esnaf çok dertli,” nevi bir şeyler söylüyorlar. Muhtemelen o esnafın hiç umurunda değil maruz kaldıkları zorakî sohbetler. İşler zaten kötü, kirayı ödeyemiyorsunuz, ülkeden umudu kesmişsiniz, siniriniz bozuk ve tek derdi milletvekili olmak için genel merkezin gözüne girmek olan birileri gelip sizi dinlermiş, dertleşirmiş gibi yapıyor, fotoğraf çektirip gidiyor. Olabilecek en anlamsız ve işyeri sahibi açısından sonuçsuz ilişki biçimi.
Türkiye'nin kurulu düzeni ve ilgili mevzuat çerçevesinde siyaset, parti çatıları altında siyaset yapmak isteyen heveslilerin, büyük ölçüde o partilerin önde gelenleriyle kurdukları ilişkinin niteliğine bağlı. Genel merkezle, genel merkezin ve prestijli il örgütlerinin yakın çevresiyle, tabii genel başkanla. Genel başkanların peşinden, meclis koridorlarında onlara yetişmek için adımlarını hızlandıran ve aradaki mesafeyi korumaya çalışan erkek grupları... Grup toplantılarında alkış ve tezahürat... Sosyal medya hesaplarında lüzumsuz ve son derece abartılı, insanı mahcup eden iltifatlar... Nasipse Adayız'daki “Bir Numara” ve onun çevresiyle ilişkisi müthiş. Kesal, öyle güzel betimlemiş ki ortalama siyasetçinin siyasi ve insani olana dönük ilgisizliğini, işleyişin yozluğunu, sohbetin yapaylığını.
Film, sahne sahne konuşulmayı hak ediyor. Yerel bağlar ve sıradan insanın çıkarcılığı, onlara sunulan küçük rüşvetler, siyasetçinin tarikatlar ile asgari de olsa bağ kurmak zorunda hissetmesi, dernek ve vakıflarla ilişkiler, küçük dünyaların özenip örnek aldığı (Macron gibi) önemli siyasi karakterler ile kurulan ilişki. Bir de, gazete üzerinde yenen kebap ve parmakları yağlı erkekler, bana kalırsa memleket ahvalini anlatan en manidar sembollerdendi.
Son birkaç günde olup bitenler, ABD Başkanı'nın 'soykırım' açıklaması üzerine yapılan yorumlar ve Türkiye muhalif siyasetçisinin bir kez daha giriştiği milliyetçilik yarışı, on yıllardır dile getirilen tüm bezdirici klişelerin usanmadan yinelenmesi ve hiçbirinin bunu yadırgamaması, kendi hallerinden hoşnutlukları, muhalefetin bir anda 'İttihatçı' savunusuna başlayıp MHP hizasına koşması... Sanırım tüm bu yorucu konuları, filmin sahneleriyle, Kesal'ın özenle işlenmiş karakterleriyle özdeşleştirdim seyrederken. Başta Ercan Kesal, emeği geçen herkes sağolsun.
Sonunda da yaklaşık olarak şöyle bir hisle kapattım televizyonu: Büyük sürprizler olmazsa, ömrümün kalanını nasıl bir yerde süreceğimi ve tamamlayacağımı biliyorum bilmesine de, umuyorum çocuğum ben yaşlara geldiğinde, yeryüzünün herhangi bir yerinde, hâlihazırdaki siyaset esnafının hatıralarının dahi unutulduğu, daha iyi, daha anlamlı, daha özgür ve mutlu bir yaşam sürüyor olur.