Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi?

Daha önce Ahmet Türk’e veya Kemal Kılıçdaroğlu’na değişik şekillerde saldırı yapılmıştı. Ancak bu saldırılarda belli bir ideolojik yaklaşıma, belli bir ideolojik görüş açısına, örneğin milliyetçiliğe veya muhafazakarlığa özgü bir bağnazlık temel bir güdü olarak öne çıkıyordu. Bugün yaşanan etkileşimin sonucu bu bakımdan da belirsiz, muğlak bir karışım olmanın ötesine geçememektedir. Mesela sokak saldırılarının üstlenilme biçimi dahi siyasetten çok suç alemine özgü pratikleri andırmaktadır.

Ahmet Murat Aytaç aaytac@gazeteduvar.com.tr

Geçtiğimiz günlerde vuku bulan sokak saldırılarıyla siyasi gündemimize bir tartışma başlığı daha eklenmiş oldu. Gelecek Partisi yöneticilerinden Selçuk Özdağ’ın evinin önünde uğradığı saldırının ardından parti siyasetinin sokak şiddetiyle iç içe girmesini konu edinen yeni bir tartışma açığa çıktı. Ancak Özdağ’ın eleştirilerini haberleştiren iki gazetecinin de hedef alınması tartışmanın kapsamını fazlasıyla genişletti ve bu yüzden saldırılar daha büyük bir yankı uyandırdı. Organize olduğu artık ayan beyan ortaya çıkmış olan bu saldırıların yöneldiği hedefler üzerinden olduğu kadar MHP’yle olan bağı üzerinden de bir tartışma açılması beklenen bir gelişmeydi. Fakat bu tartışmaya MHP’li siyasetçilerin verdiği tepki saldırıları eleştiren gazetecileri ve siyasetçileri de tehdit etmek biçiminde oldu. Bütün bu gelişmelerde şiddetin en temel yasasının işler halde olduğunu görüyoruz: Şiddeti savunan birinin daha fazla şiddet uygulamak dışında bir seçeneği yoktur. Bu yüzden şiddet bir kez başladı mı mutlaka tırmanır ve genel eğilimi hep artış yönünde olur. Türkiye’de de böyle oldu ve MHP’lilerin saldırı sonrasındaki tutumları bu yasanın gerekleriyle uyum içinde gelişti. Üstelik böyle davranmanın onlar açısından tek kazanımı kendilerini şiddet eleştirilerinden muaf tutmak olmadı; hem saldırılar aracılığıyla iletmek istedikleri mesajı yaydılar hem de sanki hiç böyle bir şey yaşanmamış gibi yapabilmenin imkanına kavuştular.

Sözünü ettiğim mesajın içeriğini çözümlemek bir süredir Türkiye siyasetinde yaşanan değişimlerin varabileceği yeri görmek açısından büyük önem taşıyor. Saldırıların ardından başlayan genel tartışma da esasen bu eylemlerle nasıl bir mesaj iletilmek istendiği ve kimler üzerinde nasıl bir etki yaratılmak istendiği sorunlarına odaklandı. Ancak başlayan tartışma ilk bakışta göze çarpan çıplak gerçekleri ve görünüşü betimlemenin ötesine geçemedi. Konu üzerine yazan bazı yorumcuların yapılan eylemleri MHP’liler ile onların “davadan dönmüş” kabul ettikleri kişiler arasındaki bir hesaplaşma olarak gördüğü dikkati çekmektedir. Sopa ve silah kullanarak, yani meydan dayağı ve linçin vazgeçilmez ikilisi aracılığıyla “hain” olarak damgalanmış birine ders verilmek istenmiştir. Dahası muhalif partilere ve basına iktidar ortaklarını eleştiren, geçmişteki tutarsızlıklarını hatırlatanların başına ne geleceği gösterilmiş ve böylelikle insanların susturulması hedeflenmiştir. Buradan bakınca böylesi eylemler siyasetçilerin önündeki parti veya siyaset değiştirmek gibi seçenekleri kısıtlayan veya muhalif siyaseti kuşatan cendereyi daha da sıkıştıran bir stratejinin parçası gibi duruyor. Yani saldırılara bir anlam kazandıran ve onları tutarlı kılan gaye siyaset yapılacak alanı daraltma stratejisi olarak belirleniyor.

Elbette bu türden her saldırıda bir gözdağı gayesi yahut sindirme amaçlı bir mesaj vardır. Bu yüzden bugünlerde saldırıya uğrayan kişilerin veya tehdit edilen gazetecilerin korkmadığını, konuşmaya devam edeceğini ısrarla vurgulaması anlaşılır bir şey. Fakat bu tip olaylar şiddeti uygulayan ve şiddete maruz kalan arasında iki taraflı bir iletişim olmanın ötesinde bir anlam taşır. Aslında böylesi saldırı eylemleri daha derinde yatan meselelerin açıkça ele alınamamasından, onlarla yüzleşilememesinden ötürü meydana gelirler. Başka bir deyişle saldırıların bize doğrudan söylediklerine kıyasla ideolojik, politik ve hukuki gerekçelerle söylemeyip bastırdıkları, karanlıkta bıraktıkları şeyler çok daha büyük bir önem taşır. Bu açıdan, parti siyaseti ile sokak şiddeti arasındaki etkileşimi, siyasetin zemininde meydana gelmiş çatlaklardan sızan derin sorunların bir belirtisi olarak okumak en uygun yol gibi gözükmektedir. Böyle bakınca ilk olarak, etkilerini siyasetin daralması biçiminde hissettiğimiz şeyin aslında siyasetin farklı bir alanla etkileşime girmesinden kaynaklandığını gözlemleyebiliyoruz. Bu gözlem temelinde ilerleyince, ikinci olarak, siyasal alanda değişen dengelerin şiddet karşısında verilen tepkilerde nasıl farklılıklar yarattığını anlama imkanına kavuşuyoruz.

Bugün Türkiye’de “meşru” kabul edilen siyasi faaliyetin çerçevesine bakınca gözümüze batan en çarpıcı gerçek, suç dünyası ile siyaset dünyası arasındaki etkileşimin giderek artmasıdır. Toplumsal hayat her biri farklı zeminlerde gelişen, ama bir şekilde yolları kesişen veya üst üste binen çok sayıda alanın bileşiminden oluşur. Kendine özgü kural setleri, aktörleri ve pratikleriyle özerk bir zemin oluşturan din, sanat, ekonomi, hukuk veya suç alemi gibi birçok alan sayabiliriz. Bugün siyaseti etkisi altına almaya başlayan sokak şiddeti bu alanlar arasından esas itibarıyla suç dünyasına özgüdür. Sokak şiddeti tümüyle örgütlü veya çeteleşmiş gruplar tarafından yürütülmese de suç dünyasındaki güç hiyerarşilerine paralel olarak işleyen zımni ve esnek bir “örgütlülük” mantığının denetimine tabidir. Bu açıdan bakınca sokak şiddetinin temelde bir “mafya” tarzı olduğuna dikkat etmek gerekir. Bugün bazı belirgin özellikleriyle siyaset dünyasına sirayet eden şeyin işte bu tarz olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin sokak ortasında meydan dayağı atmak, topuktan vurmak, “delikanlılık” söylemiyle meydan okumak, “racon kesmek” hep bu alana özgü zihin yapısının özellikleridir.

Suç alemi ile olan etkileşimi, ünlü mafya liderlerinin siyasete müdahil olma biçimlerinden her düzeyde görev yapan siyasetçilerin davranış ve söylemlerine kadar her alanda gözlemleyebiliyoruz. Burada dikkat çekmek istediğim önemli bir husus hukuk ile siyaset arasındaki etkileşimin zayıflamasına simetrik olarak suç dünyası ile siyaset arasındaki etkileşimin artmasıdır. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında deneyimlediğimiz yeni rejim, kuruluş esası ve varlık sebebi itibarıyla kendine özgü bir hukuki rasyonalite yaratamamıştır. Zira güçler ayrılığının olmadığı bir yerde anayasanın ve elbette hukukun var olduğundan söz edilemez. Zaman geçtikçe suç dünyasına özgü “karizmatik liderler” siyasetçinin destekçisi, rol modeli veya dostu olarak buradaki boşluktan içeri girebilmektedir. Etkileşim sadece sesi çok çıkan gazetecileri susturmak için ısmarlanan saldırılardan ibaret değil. Zaman zaman suç liderlerinin de siyasete kendi anlayışları ve çıkarları doğrultusunda müdahil olduğunu, hatta etki yaratabildiğini görüyoruz.

Elbette siyasi tarihimizde bu tür saldırılar ilk defa olmuyor. Mesela daha önce Ahmet Türk’e veya Kemal Kılıçdaroğlu’na değişik şekillerde saldırı yapılmıştı. Ancak bu saldırılarda belli bir ideolojik yaklaşıma, belli bir ideolojik görüş açısına, örneğin milliyetçiliğe veya muhafazakarlığa özgü bir bağnazlık temel bir güdü olarak öne çıkıyordu. Bugün yaşanan etkileşimin sonucu bu bakımdan da belirsiz, muğlak bir karışım olmanın ötesine geçememektedir. Mesela sokak saldırılarının üstlenilme biçimi dahi siyasetten çok suç alemine özgü pratikleri andırmaktadır. İktidar bir yandan “terör” kavramıyla meşru ve seçilmiş muhalefeti kriminalize ederek siyaset dışına itmeye çalışırken, diğer yandan suç dünyasını yerli ve milli olma, devlet için fedakarlık yapma gibi ölçütler üzerinden “nezihleştiriyor”. Bu tarzlar arasındaki etkileşimin esas zeminini de “suç” karşısında izlenen mahiyeti itibarıyla ikircikli, geçirgen bir stratejiyle siyaseti dönüştürmek oluşturuyor. Suç, sözcüğün geniş anlamıyla her zaman politik bir mesele olmuştur. Ama bugün yaşanan, parti siyasetinin tanımlandığı dar alanın bu suç dünyası mantığının etkisi altına girmesidir. Umarım Cumhur ve Millet ittifaklarının dışında adı konmamış, görünmeyen bir ittifak olarak bu gücün etkisinin daha da artmasına tanıklık etmek durumunda kalmayız.

Tüm yazılarını göster