Geçtiğimiz günlerde vuku bulan sokak saldırılarıyla siyasi
gündemimize bir tartışma başlığı daha eklenmiş oldu. Gelecek
Partisi yöneticilerinden Selçuk Özdağ’ın evinin önünde uğradığı
saldırının ardından parti siyasetinin sokak şiddetiyle iç içe
girmesini konu edinen yeni bir tartışma açığa çıktı. Ancak Özdağ’ın
eleştirilerini haberleştiren iki gazetecinin de hedef alınması
tartışmanın kapsamını fazlasıyla genişletti ve bu yüzden saldırılar
daha büyük bir yankı uyandırdı. Organize olduğu artık ayan beyan
ortaya çıkmış olan bu saldırıların yöneldiği hedefler üzerinden
olduğu kadar MHP’yle olan bağı üzerinden de bir tartışma açılması
beklenen bir gelişmeydi. Fakat bu tartışmaya MHP’li siyasetçilerin
verdiği tepki saldırıları eleştiren gazetecileri ve siyasetçileri
de tehdit etmek biçiminde oldu. Bütün bu gelişmelerde şiddetin en
temel yasasının işler halde olduğunu görüyoruz: Şiddeti savunan
birinin daha fazla şiddet uygulamak dışında bir seçeneği yoktur. Bu
yüzden şiddet bir kez başladı mı mutlaka tırmanır ve genel eğilimi
hep artış yönünde olur. Türkiye’de de böyle oldu ve MHP’lilerin
saldırı sonrasındaki tutumları bu yasanın gerekleriyle uyum içinde
gelişti. Üstelik böyle davranmanın onlar açısından tek kazanımı
kendilerini şiddet eleştirilerinden muaf tutmak olmadı; hem
saldırılar aracılığıyla iletmek istedikleri mesajı yaydılar hem de
sanki hiç böyle bir şey yaşanmamış gibi yapabilmenin imkanına
kavuştular.
Sözünü ettiğim mesajın içeriğini çözümlemek bir süredir Türkiye
siyasetinde yaşanan değişimlerin varabileceği yeri görmek açısından
büyük önem taşıyor. Saldırıların ardından başlayan genel tartışma
da esasen bu eylemlerle nasıl bir mesaj iletilmek istendiği ve
kimler üzerinde nasıl bir etki yaratılmak istendiği sorunlarına
odaklandı. Ancak başlayan tartışma ilk bakışta göze çarpan çıplak
gerçekleri ve görünüşü betimlemenin ötesine geçemedi. Konu üzerine
yazan bazı yorumcuların yapılan eylemleri MHP’liler ile onların
“davadan dönmüş” kabul ettikleri kişiler arasındaki bir hesaplaşma
olarak gördüğü dikkati çekmektedir. Sopa ve silah kullanarak, yani
meydan dayağı ve linçin vazgeçilmez ikilisi aracılığıyla “hain”
olarak damgalanmış birine ders verilmek istenmiştir. Dahası muhalif
partilere ve basına iktidar ortaklarını eleştiren, geçmişteki
tutarsızlıklarını hatırlatanların başına ne geleceği gösterilmiş ve
böylelikle insanların susturulması hedeflenmiştir. Buradan bakınca
böylesi eylemler siyasetçilerin önündeki parti veya siyaset
değiştirmek gibi seçenekleri kısıtlayan veya muhalif siyaseti
kuşatan cendereyi daha da sıkıştıran bir stratejinin parçası gibi
duruyor. Yani saldırılara bir anlam kazandıran ve onları tutarlı
kılan gaye siyaset yapılacak alanı daraltma stratejisi olarak
belirleniyor.
Elbette bu türden her saldırıda bir gözdağı gayesi yahut
sindirme amaçlı bir mesaj vardır. Bu yüzden bugünlerde saldırıya
uğrayan kişilerin veya tehdit edilen gazetecilerin korkmadığını,
konuşmaya devam edeceğini ısrarla vurgulaması anlaşılır bir şey.
Fakat bu tip olaylar şiddeti uygulayan ve şiddete maruz kalan
arasında iki taraflı bir iletişim olmanın ötesinde bir anlam taşır.
Aslında böylesi saldırı eylemleri daha derinde yatan meselelerin
açıkça ele alınamamasından, onlarla yüzleşilememesinden ötürü
meydana gelirler. Başka bir deyişle saldırıların bize doğrudan
söylediklerine kıyasla ideolojik, politik ve hukuki gerekçelerle
söylemeyip bastırdıkları, karanlıkta bıraktıkları şeyler çok daha
büyük bir önem taşır. Bu açıdan, parti siyaseti ile sokak şiddeti
arasındaki etkileşimi, siyasetin zemininde meydana gelmiş
çatlaklardan sızan derin sorunların bir belirtisi olarak okumak en
uygun yol gibi gözükmektedir. Böyle bakınca ilk olarak, etkilerini
siyasetin daralması biçiminde hissettiğimiz şeyin aslında siyasetin
farklı bir alanla etkileşime girmesinden kaynaklandığını
gözlemleyebiliyoruz. Bu gözlem temelinde ilerleyince, ikinci
olarak, siyasal alanda değişen dengelerin şiddet karşısında verilen
tepkilerde nasıl farklılıklar yarattığını anlama imkanına
kavuşuyoruz.
Bugün Türkiye’de “meşru” kabul edilen siyasi faaliyetin
çerçevesine bakınca gözümüze batan en çarpıcı gerçek, suç dünyası
ile siyaset dünyası arasındaki etkileşimin giderek artmasıdır.
Toplumsal hayat her biri farklı zeminlerde gelişen, ama bir şekilde
yolları kesişen veya üst üste binen çok sayıda alanın bileşiminden
oluşur. Kendine özgü kural setleri, aktörleri ve pratikleriyle
özerk bir zemin oluşturan din, sanat, ekonomi, hukuk veya suç alemi
gibi birçok alan sayabiliriz. Bugün siyaseti etkisi altına almaya
başlayan sokak şiddeti bu alanlar arasından esas itibarıyla suç
dünyasına özgüdür. Sokak şiddeti tümüyle örgütlü veya çeteleşmiş
gruplar tarafından yürütülmese de suç dünyasındaki güç
hiyerarşilerine paralel olarak işleyen zımni ve esnek bir
“örgütlülük” mantığının denetimine tabidir. Bu açıdan bakınca sokak
şiddetinin temelde bir “mafya” tarzı olduğuna dikkat etmek gerekir.
Bugün bazı belirgin özellikleriyle siyaset dünyasına sirayet eden
şeyin işte bu tarz olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin sokak ortasında
meydan dayağı atmak, topuktan vurmak, “delikanlılık” söylemiyle
meydan okumak, “racon kesmek” hep bu alana özgü zihin yapısının
özellikleridir.
Suç alemi ile olan etkileşimi, ünlü mafya liderlerinin siyasete
müdahil olma biçimlerinden her düzeyde görev yapan siyasetçilerin
davranış ve söylemlerine kadar her alanda gözlemleyebiliyoruz.
Burada dikkat çekmek istediğim önemli bir husus hukuk ile siyaset
arasındaki etkileşimin zayıflamasına simetrik olarak suç dünyası
ile siyaset arasındaki etkileşimin artmasıdır. Cumhurbaşkanlığı
hükümet sistemi adı altında deneyimlediğimiz yeni rejim, kuruluş
esası ve varlık sebebi itibarıyla kendine özgü bir hukuki
rasyonalite yaratamamıştır. Zira güçler ayrılığının olmadığı bir
yerde anayasanın ve elbette hukukun var olduğundan söz edilemez.
Zaman geçtikçe suç dünyasına özgü “karizmatik liderler”
siyasetçinin destekçisi, rol modeli veya dostu olarak buradaki
boşluktan içeri girebilmektedir. Etkileşim sadece sesi çok çıkan
gazetecileri susturmak için ısmarlanan saldırılardan ibaret değil.
Zaman zaman suç liderlerinin de siyasete kendi anlayışları ve
çıkarları doğrultusunda müdahil olduğunu, hatta etki
yaratabildiğini görüyoruz.
Elbette siyasi tarihimizde bu tür saldırılar ilk defa olmuyor.
Mesela daha önce Ahmet Türk’e veya Kemal Kılıçdaroğlu’na değişik
şekillerde saldırı yapılmıştı. Ancak bu saldırılarda belli bir
ideolojik yaklaşıma, belli bir ideolojik görüş açısına, örneğin
milliyetçiliğe veya muhafazakarlığa özgü bir bağnazlık temel bir
güdü olarak öne çıkıyordu. Bugün yaşanan etkileşimin sonucu bu
bakımdan da belirsiz, muğlak bir karışım olmanın ötesine
geçememektedir. Mesela sokak saldırılarının üstlenilme biçimi dahi
siyasetten çok suç alemine özgü pratikleri andırmaktadır. İktidar
bir yandan “terör” kavramıyla meşru ve seçilmiş muhalefeti
kriminalize ederek siyaset dışına itmeye çalışırken, diğer yandan
suç dünyasını yerli ve milli olma, devlet için fedakarlık yapma
gibi ölçütler üzerinden “nezihleştiriyor”. Bu tarzlar arasındaki
etkileşimin esas zeminini de “suç” karşısında izlenen mahiyeti
itibarıyla ikircikli, geçirgen bir stratejiyle siyaseti dönüştürmek
oluşturuyor. Suç, sözcüğün geniş anlamıyla her zaman politik bir
mesele olmuştur. Ama bugün yaşanan, parti siyasetinin tanımlandığı
dar alanın bu suç dünyası mantığının etkisi altına girmesidir.
Umarım Cumhur ve Millet ittifaklarının dışında adı konmamış,
görünmeyen bir ittifak olarak bu gücün etkisinin daha da artmasına
tanıklık etmek durumunda kalmayız.