Siyaset yapma aparatı olarak devlet

AKP, devletin kurumlarını politik amaçları için kullanma yeteneği olan bir parti. Pratiğe bakıldığı zaman bu, 'parti devleti' ya da 'devletleşen parti' pratiklerini de içinde barındıran bir durum.

Abone ol

Sedat Bozkurt*

Türkiye’de gündelik kullanılan kavramların taşıdığı anlamların herkese göre aynı olmadığını artık kesin olarak kabul edelim. Ya da kavramları ifade ederken aynı niyetle mi cümleleri kuruyoruz, tartışmalı. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre ülkede yargı bugüne kadar olmadığı kadar bağımsız, medya hiç olmadığı kadar özgür. Bunu, Türkiye adına uluslararası zeminlerde dile getiren pek çok devlet görevlisi de var. Oysa, bağımsız olup olmadığını tartışabileceğimizi bırakın, yargı olarak tanımlayabileceğimiz bir kurum var mı? Oransal olarak yüzde 95’e yakını iktidarın mülkiyetinde ya da kontrolünde olan bir medyanın özgürlüğünü bırakın, buraların bir medya kurumları, habercilik yapılan kurumlar olarak nitelendirilmesi mümkün mü? Sonuçta uluslararası kriterler ve işleyişleriyle tarif edilmesi gereken iki kurumdan söz ediyoruz medya ve yargı. Sizin tarifiniz ile olmuyor. Türkiye hukukun üstünlüğü endeksinde 139 ülke arasında 117’nci sırada. Basın özgürlüğünde ise Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün ölçümüne göre 180 ülke arasında 153’üncü sırada. Türkiye’nin, basın özgürlüğü sıralamasında son birkaç yılda 4 sıra ilerlemesinin nedeni, üstünde bulunan ülkelerin Türkiye’nin gerisine düşmesi nedeniyledir. Yani bizde bir ilerleme yok. Bu tablo gerçekten, içerik itibariyle dramatiktir. Ama bunu kendi ölçülerine göre başarı sayan bir yönetim var bugün ülkede. Kavramların anlamında anlaşamayınca durum içinden çıkılmaz bir hal de alıyor böylece.

Devlet ve kurumları politik bir aparat haline gelir mi? Gelir. Dünyada bunu somut örneklerle anlatabileceğiniz pek çok ülke vardır. Pek çok ülke vardır ama hiçbiri demokratik bir yönetime sahip değildir. Devletin kurumlarını bir sopa haline getirip, itiraz eden ya da sorgulayanları güç de kullanarak aynı hizaya getiriyorsanız bunun adı faşizmdir. Kuramsal olarak dillendirilmiş pek çok uygulama ile de somutlamış bir çıkarımdır bu.

İçişleri Bakanlığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne terör örgütü üyelerini işe aldığı gerekçesiyle soruşturma başlattı. Haber böyle başlasaydı bu kadar uzun girişi olan bir yazı okumayacaktınız. Çünkü haber böyle başlamıyor. Önce İçişleri Bakanı Soylu TBMM’de bu iddiayı dile getirdi. Ardından Cumhurbaşkanı bu iddiayı tekrarladı. Ve sonra bir pazar günü sosyal medya üzerinden İçişleri Bakanlığı bir soruşturma başlattığını açıkladı.  Mesele de tam burada başladı. Sıradan bir insan bir duyum ya da şüphe olarak bu iddiayı gündeme getirir, hatta bu haber olarak yer alır, sonra devletin kurumları ve görevlileri bu iddiayı araştırır. Sosyal medya hesaplarında “Devlet görevlisi” yazdığına göre Cumhurbaşkanı ile İçişleri bakanları da bu iddiayı dile getirme değil araştırma makamındalar. İstanbul iktidar için ağır travması olan kaybedilmiş bir seçimdir. Meselenin özeti de bu aslında. Bu nedenle politik olarak İstanbul’a ilişkin söylenecek hiçbir şey etkili olamaz. O nedenle politik olarak dile getirilen iddialar havada kalınca hemen aparatlaştırılmış ve politik kullanıma uygun hale getirilmiş devlet kurumları devreye giriyor. Bu çok yakın zamanda yaşadığımız çok sıcak ve somut örnek. Buna Merkez Bankası'nı da bankacılık alanı zorlanan kamu bankalarını da ekleyebiliriz. Gerekmesi halinde politik tezlerini etkili kılmak için askeri de dış ilişkilerde kullanılmak üzere yargıyı da bu tanım içine sokabiliriz. Amaç hep politik ve içerideki seçmen kitlesini konsolide etmek. Son olarak CHP’nin Mersin mitinginde AKP il başkanının yapması gereken “katılım azdı” açıklamasını dillendiren vali de bunun bir başka örneği. Devletleşen parti ya da parti devleti tanımlarına tarihsel olarak tanıklık yaptık. Tek parti dönemi, sistemin gereği olarak parti devletiydi. DP’nin, iktidarının ilk yarısından sonra devletleşen partiye evrilmesine tanıklık yapıldı. Bu dönemlerde de iktidar kendisine kim muhalif ise onları sindirmek, korkutmak için elindeki kurumları sonuna kadar kullandı. Ama hiç birisi bugünkü kadar bu kurumları aparatlaştırarak politik olarak kullanışlı hale getirmedi. Daha sıkıntılısı, kişisel iktidarını sürdürebilmek için devlet ve onun kurumları bu kadar kullanılmadı, içi boşaltılmadı.

Turgut Özal, hakkında rüşvet iddiaları olan bir bakanını kendisi Yüce Divan’a gönderdi. Demirel, hayali ihracat iddiasıyla yargılanan yeğeniyle ilgili davalara bilgi almak için bile müdahale etmedi. Oysa bu dönem, hakkında muhtelif iddialar olan eski bir bakan, eşinin “konuşursam neler olur” açıklaması sonrasında diplomat olarak görevlendirildi. Bir dönem iktidar partisine mensup olanlar şimdilerde Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay üyeleri, rektör ya da çok üst düzey bürokratlar. Bunu kıyaslayabileceğimiz eski örnekler maalesef yok. Maalesef sözün gelişi. Kurumların ne kadar kullanışlı hale geldiğinin örnekleri bunlar.

Eskinin, devlet üzerinden politika yapmanın en ileri örnekleri seçim öncesindeki vaatlerde mevcuttu. En bilinen 1991 seçimleri öncesi Demirel’in tütün üreticilerine verdiği “onlar ne verirse ben 5 lira (o zaman bin) fazlasını vereceğim” vaadidir. Erken emeklilik dahil Demirel’in devlet aygıtıyla yapacağı vaatler ona seçimi kazandırmıştır.

Bakan Soylu, İstanbul soruşturmasını anlatırken işe alınan KHK’lılardan da söz etti. Bu da zaman zaman yaslanılan politik geçmiş itibariyle Millî Görüş siyaseti açısından bir çelişkidir. Çünkü, Millî Görüş’ün kapatılan 3’üncü partisi Refah Partisi’nin kapatılma gerekçelerinden birisi, Yüksek Askerî Şûra kararları ile ordu ile ilişkisi kesilenlere partinin kazandığı belediyelerde iş verilmesiydi.

Birkaç örnek ve kıyaslamadan anlaşılacağı gibi AKP, devletin kurumlarını politik amaçları için kullanma yeteneği olan bir parti. Devlet yönetme pratiğine bakıldığı zaman bu “parti devleti” ya da “devletleşen parti” pratiklerini de içinde barındıran daha geniş alanı kapsayan bir durum.

*Gazeteci