Yazar (kitap da, Evrensel’de köşe de yazar) Ayşen Şahin gözaltına alınmış. İfadesine avukat (ve köşeyazarı) Tuba Torun girmiş. Her ikisini de tanıyorum. Her ikisini de sayar ve severim. Benim gibi kenarda duran tuzukurular için bu olayın anlamı “çember daralıyor” mu demek? Filmlerdeki gibi camınızı kırıp, gecenin karanlığında uykunuzu bölerek yatak odanıza düşen o taşa sarılı buruşuk kağıtta “ayağını denk al, sıra yakında sende ve hepinizde” mi yazıyor? Bir zamanlar Erdoğan’ın dediği gibi “elimin tersiyle iterim o mesajı” mı demeli? Yahut Cartel gibi “konuş da söyle de susma da sen de / problemin çözümü bizde ve bende” mi? Yoksa Hrant Dink gibi “güvercin tedirginliği” duyarak mı yaşayacağız bundan böyle? Kendi, tamam ve özgür olmalarına, istediği gibi mutluluğun peşinden gitmesine izin verilmeyen yurttaşlar olarak.
Hem, şu “kenarda duran” yoksa “marjinal” mi demek? Ülkü Doğanay’ın burada yazdığı gibi asıl “marjinal” olan çoğunluk mu? Öyleyse, bu sürekli daralan cendereden nasıl çıkılır? Tünelin sonunda ışık var mı, göründü mü? Bana sorarsanız, bu gidişe göre, her şey öyle kolay kolay güzel olmayacak. Güzel olmayı, kötüye giden eğrinin iyiye doğru hafifçe dönmesi olarak gayet alçakgönüllü ölçülerde tanımlasak dahi, her şeyin güzel olmasının başlaması için dahi epey uzun bir süre geçecek. Olacağı da kendiliğinden güvence altında değil. O süreyi kısaltmaya katkı sunup, sunamayacağımız da belirsiz. Bugün Boğaziçi’nde direnen öğrenciler benim gibi yarım yüzyılı geçtiklerinde belki. O zaman da önlerinde kaldırmak için boşu boşuna zaman yitirecekleri muhteşem bir enkaz duruyor olacak.
Buna karşılık, seçtiği profil fotolarına bakarsanız ana akımın muhalefetin başkanlık yarışı umudu İBB Başkanı İmamoğlu’nun her daim güleç bir çehresi var. Sosyal medyada laikliği korumaktan da söz ediyor, HızRay’ın ihalesinin yapılacağını da müjdeliyor, Boğaziçi’li öğrencileri Saraçhane’de kabul ettiğinden de. Öğrencileri kampüslerinden çıkmamaya da çağırıyor. Tersten okunursa sokağı hepimize kapatıyor, öğrencilerle aramıza bir telörgü çekiyor. “Sokak” deyince dilimizde olumsuz çağrışım yapar, “sokaklara düşmek”, “sokak çocuğu” vb. Oysa siyasal bakımdan sokak, “agora” da demek herhalde. Agora demekse demokrasi (meydanı) demek. Demos “yurttaş”, kratos “iktidar” (kısaca). Yurttaşlık, ancak demokrasi varsa mümkün. “Az demokrasi vereyim, çoğunluk çok yurttaş olsun” -yaman çelişki doğrusu.
Seçim sandığından önce, anayasa referandumu sandığı gelecekse önümüze, ki öyle görünüyor, İmamoğlu’nun sahne almasından önce sahne yeniden düzenlenecek demektir. Dolayısıyla top yeniden CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun ayağına geri geliyor. O da Murat Yetkin’in bu konudaki ısrarlı sorularına (nihayet) “ben dillendirilen anayasa değişikliği taleplerinin demokrasiyi güçlendirmek yerine otoriterliği güçlendirme yönünde olacağından endişe ediyorum” diye yanıt veriyor. Çözümleme yapmaya kalkışırsak, önce Kılıçdaroğlu “gündemimde ve halkın gündeminde bu yok ama haydi YetkinReport gibi bir mecranın okuyucularında vardır bu tür bir kuşku, usulen yanıt vermiş olayım” diyor. Sonra, “dillendirilen”, “güçlendirme yönünde”, “endişe ediyorum” gibi muğlak ifadeleri özenle seçerek yoğurdu üfleyerek yiyor.
Kendimi “tuzukuru” sanmamın nedenleri nelerdir? Ailemin kökenleri, yirmi yıllık hariciye memuriyetim, görece maddi rahatlığım vb. unsurları sayabilirim. Ancak bir de “solcu” olmayışım var. Düşünelim: 2021 yılında, Soğuk Savaş’ın bitmesinin üzerinden otuz küsur yıl geçmişken, MİT ve Emniyet’te “sol örgütler” dosyaları, bunlarla devletten maaş alarak uğraşan daireler var mıdır? Varsa, o çuvalın içine TBMM’de temsil edilen üçüncü partiden tutun, yasalara göre kurulu derneklere, medya mecralarına dek neler ve kimler tıkılıdır? “Sarı kulakçık” usulü vardı eski hariciye sicilinde, bir anlamda “koridor sicilinin” bürokratçası. Duble pantolon paçasındaki kıvırma payı gibi. Hakkınızdaki değerlendirmeyi etkileyen bilgi var ama yok da yani dosyanızda. Demirel’in şu mahut “devlet gerektiğinde rutin dışına çıkar da…” sözündeki gibi. Örnekse, Ayşen Şahin’in insan gibi davet edilip gündüz gözüyle ifadesinin alınması yerine gece, evinden, çocuklarının yanından alınıp götürülmesinde solculuğunun payı var mıdır? Vardır, yoktur; pekiyi Kılıçdaroğlu’nun otoriterleşme yönündeki endişeleri bir nebze artmış mıdır?
Başka deyişle CHP’nin, onun öne sürdüğü başkanlık adaylarının ve “demokrasi ittifakı” ortaklarının da, “devleti ‘rutin’ içine çekme, her zaman ve her koşulda o ‘rutin’ içinde tutma” gibi bir önerisi, önceliği var mıdır? Rutin içinde kalan devlet demek “hukuk devleti” demek. Kim olduğunu bilmeden arabasına koyduğunuz not yüzünden yurttaşı karakola çektirebileceği için değil kim, hangi kurum olursa olsun, “rutin” dışına çıktığında onun yakasına er geç yapışacağı bilindiği için korkulan, çekinilen savcılar, kafasında kırk tilki dolaşmadan karar veren yargıçlar, onlara eşit saygınlıkta, konumda iş gören avukatlar demek. Dönelim öyleyse Ayşen Şahin ve Tuba Torun deneyimine. İki kendi kendini var etmiş kadın ve karşılarında bir devlet. İki kadın yan yana durmuş, kendilerini devlete karşı savunmuş, ben de oturduğum yerden ahkâm kesiyorum. Oysa “devlet” denilen, yurttaşa hizmetle yükümlü bir aygıttan ibaret: Yurttaş neden, hangi rejimde kendini sürekli devlete karşı savunur, savunmak zorunda kalır?
Denecek ki, Meclis'teki sayılara göre ne referandum, ne anayasa değişikliği mümkün. Öyle bal gibi de mümkün ki (“…ki aşkım” diyecektim neredeyse: “Eyvah, ya devlet beni LGBTI-Q birey sanırsa?!”) aklınız durur. “İki bayram arasında düğün olmaz” hesabı, yeni anayasa yapılırken eskisinin de, yasaların da hükmü olmadığı söylenir geçilir. Ondan sonra alışılageldik biçimde, (Kemal Can’ın da değindiği üzere) 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasını farklı yönlerden anıştıran bir sürecin ardından, tekme-tokat o sandıktan “evet” de çıkarılır. Korkarım pek üzerinde duran olmadı ama Metin Yeğin yine burada, özetle “al (sözde) yerel yönetimi, ver ‘devletin dini İslâm’dır’ ibaresini, mevzu huzur içinde çözülsün”. “Yemezler” diyorsunuz, öyle mi? Adalet Bakanı Gül “1921 Anayasası’nın ruhuyla yeni bir toplumsal sözleşmeyi (sic.) milletimizin iradesiyle yeni anayasayla taçlanacağına olan inancımız tamdır" demedi mi? Ya CHP, “canım milletin neredeyse tamamı Müslüman değil mi, bize ‘siz Müslüman değil misiniz’ diye sorarlar ‘hayır’ dersek” demez mi? “Affedersiniz, oku bakayım (1923'te cumhuriyeti ilân edebilmek için eklenen) ikinci maddeyi. Üstelik 1921’de ortam da tam “iki bayram arası” işte, haydi buyurun cenaze namazına.
Bence durumu çok güzel betimleyen bir tüvit vardı geçenlerde, tekrar bulamadım kusuruma bakmayın, mealen “AKP/Erdoğan yeni anayasa yapıyor” demiş, altına şu tanıdık Kahramanmaraş dondurmacısı bahtsız turiste karşı videolarından birini koymuştu o kullanıcı. Hani külahı uzatır, çeker, binbir türlü hokkabazlıkla müşteriyi sonunda canından bezdirir, dondurma istediğine pişman eder. Kılıçdaroğlu’nun “dillendirmeden duyduğu endişe” canlandı mı gözünüzde? Bu yıl 90 yaşında olan Gorbaçov, (Werner Herzog’un 2018 tarihli “Meeting Gorbachev” belgeselinde) siyasetten dışlanması gereken karanlık odakların ve (benim çevirimle) kifayetsiz (iktidar) muhterisleri(ni)n yeniden siyasete egemen olduklarını vurguluyor, soruya cevaben mezartaşında (bir dostununkinde olduğu gibi) “denedik” yazabileceğini belirtiyor. Bilge Gorbaçov belgeselin sonunda Lermontov’un şu şiirini de ezbere okuyor. (Lermontov ise sadece 27 yaşında ölmüş, şiirleri kalmış yadigâr.) Acaba Gorbaçov’un siyaset deneyimi, Kılıçdaroğlu’na ne ifade eder, ilgisini çeker mi?
Kenan Behzat Sharpe, “Bir Başkadır” dizisindeki en güçlü anların siyasetle hiç ilgisi olmayıp, rüzgârda kuruyan bir çarşaf, İstanbul’un günbatımı siluetinde kule vinçleri gibi sahneler olduğundan söz ediyordu. Bu imgelerin modern Türkiye gerçeğini açıklamak bakımından tonla sosyolojik analizden daha açıklayıcı olduklarını, zira henüz gerekli dile sahip olmadığımız gündelik gerçeklere işaret ettiklerini belirtiyordu. Ancak bunların seslendirilmesinin gerekli olduğunu ekleyerek, “siyasetin ancak aynı zamanda hem ortama dair (“ambient”) hem yoğun biçimde kişisel bir şey olduğu teslim edildiğinde, onu dönüştürmeyi düşünmeye başlayabileceğimizi” vurguluyordu.
Hegemonyaya karşı muhatap ve taraf olmaya, yüzüncü yaşına basacak cumhuriyetimizi dönüştürmeye, toplumsal potansiyeli açığa çıkarabilmek için tarihimizle ve kimliğimizle bir bütün halinde yüzleşmeye cüret etmek zorundayız. O bütünün içinde kurtuluş ve kuruluşu doğru anlamak, laikliği savunmak kadar, Ermeni Soykırımı’ndan Varlık Vergisi’ne, 6-7 Eylül pogromundan Kürt Sorunu’na ne varsa yüzleşme de olmak durumunda. İnsanın ruhu yok, beyni var belki. Bunun için giderek akıl sağlığında ilaç tedavisi öne çıkıyor; beyin araştırmaları, elektrik akımıyla müdahaleler öne çıkıyor. Ulusların ise ruhu ve dolayısıyla ruh sağlığı var sanırım. Nobel ödüllü fizikçi Feynman başkalarının ne düşündüğünü gözardı etmenin (“disregard”) bilimde ilerleyebilmek açısından önemini belirtiyor. Yine Nobel ödüllü 91 yaşındaki Kandel ise doğup, on yaşına dek çocukluğunun geçtiği Viyana’da, özellikle 1890-1920 arasındaki otuz yılda her alanda yaşanan yaratıcılık patlamasını sonradan açıklamaya çabalarken eğitimine tarihle başlayıp, oradan psikiyatr olmak için tıp tahsiline geçmiş, sonunda nörobiyolog olup, insan beyninin sırlarını çözmeyi hedeflemiş. (Feynman’ın da Kandel’in de soykırım kurbanı ve çağımızın bilimi ve kültürü onlarsız olamayacak Orta Avrupa Yahudilerinden oldukları gözardı edilmemeli.)
Diyeceğim, “ben formülü buldum, anladım, işi çözdüm, yolu da biliyorum, sen ahmaksın, kavrayamadın, konu şu” diye pes perdeden bağırarak ortaya atlamadan önce biraz tevazu da gerek bizlere. Düşünmek, öğrenmek, dönüşmek ve dönüştürmek zahmetli işler, kestirme yolu da yok. Ne “mutfakta yangın var” sıradanlığı, ne “her şey sınıfsal” bilgiçliği yeterli. Düştüğü yerden kalkabilmek de önemli, gerçekleri görüp söylemek de bozgunculuk, karamsarlık olarak yaftalanmamalı. Azmi Karaveli’nin yazdığı gibi, “gerçekçi ol, bir kez de imkansızı iste be arkadaş’ talebi, ‘haklısın ama bu seçim çok önemli, Türkiye’nin gerçekleri malum’ statükoculuğuna” takılmamalı. Ne Fransa gibi kepaze olunan bir II.Dünya Savaşı üzerine, önce Çinhindi’nde sonra Cezayir’de onlarca yıl süren çatışmalar yaşamışız, ne İspanya gibi kanlı bir iç savaş ve sonsuz gibi gözüken bir diktatörlük dönemi. Cunta yönetimlerimiz de tüm insanlık suçlarına rağmen Latin Amerika’daki şiddet düzeyine erişmemiş. Buna karşılık duvarı elleriyle yıkıp, karşı tarafa koşan Doğu Almanlar gibi bir tarihsel ferahlama anı da yaşamamışız.
Sözü uzattım ama amacım kitap, film tanıtmak, bilgiçlik taslamak, okura hoşça vakit geçirtmek değil. Burada konumuz münhasıran Ayşen Şahin, Tuba Torun da değil. Geçen gün duruşması olan Ceren Sözeri’den, Kadıköy’de dolaşırken gözaltına alınan Özge Elvan’a; sürgündeki simalardan, Barış Akademisyenleri’ne; Keldani rahip Diril’den Demirtaş-Kavala’ya türlü türlü isimleri alt alta eklesek buradan Ankara’ya yol olur. Düşünceyi tahrike, sorgulatmaya çabalıyorum. Ve, ne ülke ne yurttaş olarak biricik olduğumuzu anlatmaya. Nitekim Irvin Cemil Schick soruyor: “İyi de, AKP'ciler, elinizde kalan Türkiye posası ne işinize yarayacak? Cehaletinizden, ilkelliğinizden, kifayetsizliğinizden, vasatlığınızdan başka geriye hiçbir şeyin kalmadığı, kendinize benzettiğiniz bir Türkiye ile ne yapacaksınız?” Ne yapacak, o pencereleri sonbaharda sıkı sıkı kapatılıp, ilkbahara dek bir daha hiç açılmayan havasız, ışıksız evlerdeki bildik ekşi koku gibi boğucu havayı soluyup, oturacak, mutmain olacak. İhsan Oktay Anar da “vücuda giren soğuk” ve “ülkeye (dışarıdan) giren (fikir) cereyanlar(ı)” benzetmesinde aynı şeyi anlatmıyor muydu?