İngiltere’de, Hyde Park diye bir yer olduğunu, buradaki Speakers’ Corner’ın ise bir çeşit siyaset meydanı sayıldığını, dileyenin orada görüşlerini umuma hitaben dillendirebileceğini ortaokuldayken öğrenip çok şaşırmıştım.
70’lerin çatışmalı ortamına doğmuş ve 80’lerin kayda değer kısmını karanlığa gömen askeri cunta döneminde büyümüş çoğu çocuk gibi, kamusal alana temas etmem gerektiğinde, statükocu ailem tarafından sokak gösterileri ve çatışmaları biçiminde tezahür eden “olaylar”dan uzak durmam, siyasi tartışmalara burnumu sokmamam tembihlenirdi. Kimi arkadaşlarıma, Alevi, Kürt veya Ermeni olduklarını açık edebildikleri 90’lı yılların ikinci yarısında buna ek olarak etnik kimliklerini de gizlemelerinin tembih edildiğini öğrenmiştim. Kürt arkadaşları adları da “ele vermiyordu.” Çünkü, 90’lara gelene kadar Kürtçe isimleri nüfus müdürlüklerine kabul ettirmek de mümkün değildi.
POLİTİK AKIL
Siyaseti gündelik hayattan kopuk, kavramlarla, terimlerle örülü bir üst dili olan, ya elitlerin ya da yozlaşmış siyasetçilerin işi gibi gören bir yaklaşım hakim kültürümüze. Siyasete aklımızın ermeyeceğini, hafsalamızın almayacağını düşünüyoruz çoğunlukla. Çünkü siyasetin kudretli, ayrıcalıklı birtakım insanların, gizemli ilişkileriyle güçlenmiş grupların harcı olduğunu peşinen kabul etmişiz. Bir de erkeklerin tekelinde görüyoruz. Rasyonelliğe dayandığı ve kamusal alana ait olduğu kabulüyle yola çıktığımız için. Peki buna rağmen futbol maçı yorumlar gibi cüretkarca ve her fırsatta siyasetten konuşmamız nasıl açıklanabilir?
Öte yandan da politikaya/siyasete bulaşmamanın, apolitik bir tavır takınmanın bizi güvende tutan ve yozlaşmaktan koruyan bir emniyet supabı olduğunu düşünürken, aslında basbayağı politik bir duruş sergiliyoruz. “Kurtuluş yok tek başına” sloganında billurlaşan dayanışmacı ve kısmen de örgütlü siyaseti kriminalize eden veya uzağında tutan bir “gemisini kurtaran kaptan” tavrı bu.
Dilimize yerleşmiş politik davranmak/politik olmak fiilinin gönderme yaptığı, asıl niyetini belli etmemek, taktiklerle, çıkarına uygun davranmak da sıklıkla başvurulan bir tavır. Yani, bir yandan çirkef olarak görülen politikaya bulaşmak istenmiyor, diğer yandan da politik davranarak gemiyi hasarsız yürütmek isteniyor. Bu çelişkiyi de bize maruz kaldığımız yönetim biçimi, siyasi kültür dayatıyor.
Seçimlere ramak kala popüler kültür, popülizm ve medya konularında akademik çalışmalar yapan İletişim Yayınları editörü ve Toplum ve Bilim dergisi yayın sekreteri Aybars Yanık’la toplum olarak siyasete aklımız eriyor mu, sorusuna yanıt aradık.
Siyasete bulaşmama iradesinin yüceltildiği bir kültürde hep siyasete temas ediyoruz sanki değil mi?
Evet. AKP’nin genç milletvekili adayları apolitik olmakla övünüyorlar. “İHA, SİHA yapalım, ülke kalkınsın, bizim derdimiz bu” diyorlar. Ve bunu politika dışı bir şey olarak görüyorlar mesela.
O zaman politik olan nedir ki? Siyasetle politika ayrımı yani.
Asıl politika bence James Scott’un alt politika dediği zeminlerde yürüyor. Büyük harfli politikayla, küçük harfli politika, yani “siyaset” ile politika ayrımı. Siyaset, kurumsal yapılarda cereyan eden siyasi gelişmeler, yani gündem. Rüşvet, kaseti çıkmak, TÜİK rakamları, enflasyon, meclis “çatısı” altındaki tartışmalar… Bir şekilde, hele şu devirde bir insanın duymamasının mümkün olmadığı şeyler. Bir de daha alttan alta işleyen, yani kahvehanede konuşulan, bir yanıyla gündemle de bağlantılı ama daha farklı bir bağlamda bambaşka bir şekilde ifade edilebilecekken kahvede biraz daha argo olarak konuşulabilen politika var… Öyle pek ilkesel değil, somut kazanımlar üzerine kurulu. Alt politika biraz bu alanlara ve gündelik olana referans yapar. Amiyane tabirle yeraltına referans yapar gündelik politika. Bazı düşünürlere göre de politikanın asıl alanı burasıdır; politik dinamiklerin kurulması anlamında demek istiyorum.
Bu oy verme davranışını da belirleyen bir şey. Yanıldığımız nokta tam tersini düşünmemiz. Haber okuyacak, televizyonda haber dinleyecek ve siyasi fikri şekillenecek. Bir yandan çok ideal. Yurttaşlık etiği açısından anlamlı. Bir bilinç edinecek ve ona göre hareket edecek. Diğeri daha vülgarize, daha gündelik ama daha belirleyici bence. Sanki siyasetin dinamikleri burada fokurduyor. Sosyal medya ister istemez bu alanları görünür kıldı. Kahvehanede konuşmayan adam sosyal medyada “şerefsizler” diye tweet atmaya başladı. Sosyal hayatta tepki vermediği gelişmelere tepki vermeye başladı. Youtube’da mesela bir müzik videosunun altına bakın, konu nereden nerelere gelmiş diyorsunuz. Veya çok okunan haber sitelerinde üçüncü sayfa haberi denilen haberlerin altındaki yorumlara bakın, kahvehaneyi ayağınıza getirir! Küçük politika bu kadar görünür olmadan önce büyük politikanın bu kadar konusu değildi. Şimdi büyük P ile politika o alanı dikkate almadan iş göremiyor. Z Kuşağı filan deniyor ama asıl mesele sosyal medyadan “ekmek” çıkarmak. Mustafa Sarıgül’ü düşünelim mesela, başarılı/başarısız olur ayrı konu ama siyaseten varlığı tamamen TikTok’a bağlı durumda. Orada birilerine kızıyor, vülgarize politik stilleri kullanıyor, “enflasyonu ben mi yükselttim lan” diye kendisine soru soran gençlere çıkışıyor; bir yandan çok teatral ama sosyal medyanın kendisi teatral bir mantık üzerine kurulu zaten.
Siyasetin erkek işi olduğu söylenegelir. AKP ile birlikte kahvehane buluşmalarının yanına, kadınları ikna etmek üzere ev buluşmaları eklendi. Dindar kadınların özel alana sıkışmışlığı, türban meselesi kadınların icazetinin ve desteğinin alınmasını ve onlara özel icraatlar vaat edilmesini her dönemkinden fazla zorunlu hale getirdi.
Evet. AKP’den önce kadın kolları partilerin formalitesi gibiydi genelde. Gençlik kolları da öyleydi. AKP gençleri siyasete katıyoruz iddiasını ortaya attı. Ama parti politikalarına burnunu sokmasına izin vererek değil, AKP’nin yanında mevzilenmek anlamında bir siyasete katma bu. Bir pazarlık gibi. Siz oy vererek sadakatinizi göstereceksiniz, biz de size sosyal hayatta daha fazla görünürlük vereceğiz, belirli sınırlar dahilinde elbette. Kadınlar söz konusu olduğunda da AKP evlere girip, kadınları muhatap alarak epey oy kazandı. AKP türban meselesini kadın meselesiyle eklemleyerek siyasete katabildiği ölçüde destek görebildi.
Belediyeler de kadınları homososyal da olsa hayata karıştırdı. Geziler, esnek çalışma imkânları vb. ile dışarı çıkabilmenin meşru yollarını açtı. Alt politika alanında bu taktikleri, stratejileri görebiliyorsunuz. Belki oy vermiyor, ama o gezilere, turlara katılıyor, orada öğreniyor, belki sonra sempati duyuyor yerel bir figüre. Sosyal yaşamında belirli kazanımlar elde edebilmek için bir al-ver taktiğine girişiyor.
Evlere, iş yerlerine, dinî örgütlenmelere dahil olarak o politik örgüyü çok sıkı dokuduğunu söyleyebiliriz AKP’nin.
Büyük harfli Politika tartıştığımızda diyoruz ki mesela, hâlâ Erdoğan’a veya X gruba nasıl destek veriyorlar? Bunun açıklamasını büyük harfli politikalarla arıyorsunuz ama arka planda az önce bahsettiğimiz gibi bir dinamik var. Bunu göremiyorsunuz. O büyük p ile siyaset; küçük p politik olan, siyasal olan. Asıl hikâye bence küçük p’li politika alanında dönüyor. Kendisini vicdanen veya ahlâken ya da etik olarak yaralayan bir yerel gelişmeden dolayı duyduğu sadakatten vazgeçmiyor insanlar çünkü sadakati senin için önemli olan değişkenlere bağlı değil. Daha gündelik ve öyle her zaman çok da görünür olmayan kriterlere, değerlere, normlara ve gündelik dinamiklere bağlı.
Bu körlük siyasi partileri de çok etkiliyor. Siyaset ille de akılla yahut çıkarla yürütülecek bir iş gibi görüldüğünden, duyguların siyasi kararlarda belirleyici olması bizi çok şaşırtıyor. Baba figürü arayışı, arzu nesnesi karizmatik lider profili, Sarıgül örneğindeki gibi sosyal medya fenomeni olan veya Kanada Başbakanı Justin Trudeau gibi romantik tavırlarıyla kalpleri fetheden birçok lider var bugün. Üstelik bunların tümü de erkek. Sanılanın aksine kadın liderler akılcı yönetim anlayışları ve kapsayıcı söylemleriyle siyasi başarı kazanıyorlar. Tabii yeri geldiğinde duygularını ifade etmekten çekinmeyerek.
AKP’nin iktidarda kalabilmesini açıklamak için psikanaliz çok revaçta. Baba figürü, abi figürü, padişah figürü vb. Bunlar öyle çok açıklayıcı değiller bana kalırsa. Politika ile ilgili az önce bahsettiğimiz taraflara kör kaldığınız zaman böyle açıklamalara savruluyorsunuz.
İnsanlara güç vermek, ihya etmek, hayatında küçük de olsa değişiklikler yapmak mühim. Dolmuşta giderken, hastanede, Et Balık Kurumu önünde sıra beklerken yapılan sohbetler, olumlu tecrübe ve izlenimler, kulaklara çalınanlar mikro düzeyde siyasetin pratik edildiği alanlar. Ve de çok etkili oy verme davranışında. Tıpkı pazarlama tekniği olarak kullanılan fısıltı gazetesinin büyük reklam kampanyalarından daha etkili olması gibi.
Biraz da siyaset korkusu meselesine değinelim mi?
Daha okul çağında öğretmenlere soru soramamaktan başlayarak sosyal dışlanma, aşağılanma, şiddet görme, cezalandırılma ile sonuçlanabilecek tepkilerle karşılaşabiliyorsun. Siyasetin bizatihi yasaklanmasının ötesinde ve daha etkili tecrübeler bunlar. “Siyasete aklımız ermez” yaklaşımını sindirmemizde o kadar etkili ki. Öğrenilmiş ve doğallaşmış bir şey. Çok da çelişkili. Bir yandan da aşırı bir politize olma hali ortaya çıkabiliyor zaman zaman; Gülşen’in imam hatiplilere hakaret iddiasıyla ceza almasına gösterilen olumlu/olumsuz tepkiler örneğin. Diğer taraftan daha kapsayıcı meselelerde “biz anlamayız, bizim aklımız ermez” yaklaşımını görüyorsunuz. Siyaseti elit işi gibi gören bir mekanizma var. Sosyal medyanın bu kadar yaygınlaştığı bir çağda politize olmamak ne kadar mümkün? İster istemez bir tweete tıklayıp bir haber portalına girdiğinde bile politize oluyorsun. Ama bir yandan da kendini öyle davranmıyormuş gibi göstermek istiyorsun.
Bazen sosyal medya yanlış enformasyonun yayılmasıyla tahrip edici de olabiliyor. İnfial yaratabiliyor. Hatta insanlar biraz da infial yaratıcı içerik görmek istiyorlar. Depremde tecrübe ettiğimiz gibi.
Peki, siyasetten uzak durmak, aklımız ermez demenin ardında yatan, biraz da siyasetin matematiğine hakim olmamak mı? Yönetim şemasını, hiyerarşiyi, karar alma ve denetleme mekanizmalarının işleyişini vb. bilmemek mi? Mesela, parti meclisi ne demek, belediye meclisinde gruplar nasıl oluşuyor, kim seçimle, kim atamayla gelir? Bütçeyi kim onaylıyor? Meclisin veto hakkı var mı? Üstelik mekanizma sürekli de değişiyor. Siyasi yorum veya eleştiri yapmak kayda değer bir teknik bilgi gerektiriyor. Neye itiraz edebiliriz, haklarımız nelerdir? Geçmişten bugüne telkin edilen “hak yok vazife vardır” ilkesi sebebiyle neredeyse bir “haklarını bilen, talep eden, iradesini kullanan vatandaş yetiştirme” seferberliğine ihtiyaç duyuyoruz. Sürekli bir sebepten başımızın derde gireceğini düşünüyoruz. “Şahit yazarlar” esprisi var ya. Devlet kapısına, hele de mahkeme kapısına, karakola yolumuz düşer diye ödümüz kopuyor. Halbuki oralar da sistemin durakları ve oralara sadece sigaya çekilmek için gitmiyorsun. Hak talep etmek için, haksızlıkları ortadan kaldırmak için de gidersin. Mesela gözaltına alınan biri ille de suç işlemiş değildir. Ayrıca suçun tanımı da bağlama ve hâkim paradigmaya göre değişir. Bir şey talep edersem, eleştirirsem, birine destek verirsem başım derde girecek fikri de çok baskılıyor insanları.
Büyük harfli politikada seçimden seçime oy kullanan, tercihini beyan eden bir yurttaş tipi ortaya çıkıyor. Makbul vatandaş. Referandum gibi. Soruyu da onlar soruyor. Soruları sınav gibi önümüze koyuyorlar. Yanıtlar da sınırlı. Bütün hikâyeyi bundan ibaret gibi gören bir politika anlayışı. Anketçilerin, siyasi stratejistlerin, seçim toto oynamaya bayılan kanaat önderlerinin arzu ettiği bir siyaset kipi bu.
Öte taraftan Mansur Yavaş ihaleleri canlı yayınlamaya başladı mesela. Meclis TV de epeydir bizi temsil edenlerin bizim adımıza neler konuşup neleri tartıştıklarını görmemizi sağladı. Bütçe görüşmeleri hararetlidir mesela, hâlâ o kadar hevesle takip ediliyor mu emin değilim gerçi. Bunlar büyük harfli politikanın yabancılaştırıcı etkisini, mesafeli tavrını biraz kırar.
Şeffaflık yaygın olsa insanlar siyaset konuşmaktan kaçınmayacaklar.
Şeffaflık sadece bizim denetleyici rolde olmamızla olacak bir şey değil çünkü denetimden her zaman kaçmak mümkün. Büyük P yurttaşın güçlenmesini istemiyor. Çünkü yurttaş güçlenirse büyük P’nin, yani siyasetin gündemini belirleyecek. Şeffaflık gündemi sen belirleyebilirsen mümkün. Sistematik olarak “Senin aklın ermez” fikrini empoze etmek toplumun bu fikre alışmasını sağlar, sağladı da…
Sivil toplum güçlendikçe hak talepleri daha yüksek sesle dillendirilmeye, daha önce hak kategorisine girmeyen talepler ortaya çıkmaya ve bunlar için savunuculuk yapılmaya başlandı. Yerel siyaseti sivil halkla buluşturmak mesela son dönemde çok yaygınlaştı. Yerel eşitlik eylem planları mesela çok önemli.
Şeffaflık, sistemin nasıl işlediğine dair enformasyon, haklar konusunu bilmek. Kanun böyle diyor, duvarını aşabilmek için donanımlı olmak lazım. Hak dediğimiz şeyin bize bahşedilen bir şey değil, insan olmaktan, birey ve vatandaş olmaktan kaynaklı bir kazanım olduğunu yeni yeni idrak ediyoruz. Bizi yönetenler haklarımızı teslim edip korumakla yükümlüler. Bu alanın gelişmesi kimlikler siyasetinin yükselmesi, 12 Eylül sonrası ihlallerin artması ve dünya konjonktürünün değişmesiyle de ilgili.
Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin bu alanın ve savunuculuk faaliyetlerinin güçlenmesinde etkisi oldu. Farklı kesimlerin mağduriyetlerinin nelerden kaynaklandığı ve bunlara karşı nasıl mücadele verebileceklerine dair yol gösterdi, en azından formel olarak. Ama daha tuhaf bir biçimde, Sedat Peker’in videolarında sık yinelenen “patron sizsiniz” uyarısı gibi farkındalık yaratıcı yaklaşımlar bir vatandaşlık bilincine gönderme yaptı ve popülerleşti. Dillere pelesenk oldu. Fox TV’de akşam haberlerini sunan Selçuk Tepeli, büyük toplum kesimlerinin aleyhine bir haberi sunduğunda, örneğin pazarda enflasyonun etkilerine dair bir haberden sonra veya bir mahkemenin vicdanları yaralayan bir kararını haberleştirdikten sonra “patron sizsiniz”, “hadi bakalım” türünde yorumlar yapıyor.
Hak arayışı için başvurduğun bir örgüt sebebiyle de kriminalize edilebiliyorsun. Yasak değil ama damgalayıcı bir şey.
Örgütlülük çok önemli bu durumda. Hakları bireysel düzlemden çıkarttığınız zaman yurttaş hakkı oluyor zaten. Onun için örgütlülük gerekir, ama bizde “örgüt” sözcüğünün bile ana akım siyasette nasıl tınladığını düşünelim… Politikanın sınırlarını “siyaset” çiziyor ve politikadan bu anlaşılsın isteniyor. Çünkü öbür türlüsü yurttaşı güçlendirip iktidara bağımlılıktan kurtaracak. Yurttaş seni yönetecek. Gerçekten patron olacak yurttaş. İktidar veya muhalefet fark etmeksizin ana akım siyasi aktörlerde/yapılarda bunu canıgönülden isteyen, destekleyen var mı?
Bu haftanın kitabı: Ermeni Ninem, Farid Boudjellal, Aras.