Uzunca bir süredir son derece işlevsiz hale gelen TBMM, salı günleri yapılan grup toplantılarıyla hâlâ gündem oluşturabiliyor. İç siyasetin gidişatı ve yönü konusunda biraz fikir edinebiliyoruz. Mesela bu hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'u yaptığı açıklamalar yüzünden hadsizlikle suçladı ve "gereğinin" yapılacağını söyledi. İki gündür insanlar, emekli Genelkurmay Başkanı'nın Afrin Harekatı'nı siyasete alet etmeme uyarısının "gereği" ne olabilir diye düşünüp duruyor. Bahçeli de, "siyaset beka mücadelesini konuşmayacak da neyi konuşacaktır?" dedi ve "bize göre TSK'nın başında halihazırda değerli bir komutan vardır ve fiilen de olsa ikincisine gerek yoktur" sözleriyle Başbuğ'a susmasını öğütledi. Konunun bu denli yükseltilmesinde, Başbuğ'un Cumhurbaşkanlığı adaylığı ihtimalinin etkili olduğu yolunda söylentiler var. Başbuğ, bu çıkışlara alt perdeden bir karşılık vererek gerilimi yatıştırmayı tercih etmiş görünüyor. Ama hem Erdoğan'ın konuşmalarında dile getirdiği diğer sözler, hem de ortağı Bahçeli'nin hamaset ve saldırı dozuna bakınca; CHP, medya, "uzmanların" da hedefe yerleştirildiği görülünce, zaten meselenin sadece "bir kişiyle" ilgili olmadığı anlaşılıyor.
Erdoğan ve Bahçeli'nin "siyasete alet etme" eleştirilerine ittifak halinde, çok yüksek perdeden aynı cevapları veriyor olması, bu gerekçeyle aynı hedeflere aynı sertlikte saldırıyor olması, tam olarak aynı endişeleri taşıdıkları, aynı biçimde motive oldukları anlamına gelmiyor. Aynı şeyi söyleseler de, gerekçeleri birbirinden biraz farklı. Erdoğan ve AKP için "siyasete alet etme" negatif bir etkinin, Bahçeli için ise pozitif bir etkinin ifadesi. Başka türlü söylersek; Erdoğan "siyasete alet etme" suçlamalarının verebileceği zarara odaklanmışken, Bahçeli aynı meselenin siyasileşmesinin getirileriyle ilgili. Konsensus Araştırma Genel Müdürü Murat Sarı'nın geçtiğimiz günlerde yaptığı "Afrin gündemi AKP'ye oy getirmiyor, MHP'yi yükseltiyor" değerlendirmesi de bu açıdan okunabilir. Erdoğan'ın "siyasete alet etme" eleştirisine karşı çıkması, suçlamayı reddetmesi ile Bahçeli'nin "ya ne olacaktı" türünden bir karşılık vermesi arasındaki fark da bu yüzden.
Afrin gündeminin siyaset üzerindeki etkisinin oy davranışlarıyla sınırlı olmadığı çok açık. Kamuoyunda yaratılan "harekata destek" dalgasının otomatik olarak iktidara destek haline dönüşmeyeceğini herkes biliyor. Bu durum, 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı siyasi dalganın sandığa taşınmasında da açıkça görülmüştü. "Yenikapı" hamlesine yüzde 70'lerin üzerinde bir destek sağlanmasına rağmen, sekiz ay sonra yapılan referandumda iktidar bloğunun yüzde 50'yi aşamadığı görüldü. Afrin gündeminin benzer bir tablo üretmesi çok mümkün. Buna karşılık, bu gündeminin "oylarına oy katmaya" yaramasa da, mevcut durumu korumak ve karşısındakilerin "donukluğunu" sürdürmek için iktidara sağladıkları az değil. Fakat, kendi tabanını, muhalefetin ise tavanını kilitlemek için çok kullanılan bu yöntemde, ideolojik tıkanma ve "metal yorgunluğu" emareleri artık daha fazla görülüyor. Ama daha önemlisi, her yöntem gibi yarattığı fayda, ürettiği mecburiyetleri de kabullenmeyi gerektiriyor.
Siyasi kimliğini milliyetçi olarak tanımlayanların yarıdan fazlası bugün AKP seçmeni. İktidarı savunma stratejisini de milliyetçilik üzerine kuran AKP; hem tavanda, hem tabanda milliyetçilik "baskısı" altında ve bu dönüşü zor (son çıkış geride kaldı sanki) bir "mecburiyet" ilişkisine doğru ilerliyor. Elbette, bu durumun sağladığı çok önemli avantajlar olduğu gibi, yarattığı ciddi ideolojik-politik riskler de var. Özellikle iktidar bloğunda Bahçeli'nin üstlendiği rol dolayısıyla, giderek dozu artırılan "yüksek hedef" zorlaması, milliyetçiliğe biraz daha mesafeli tabanda, açık ortaklık taleplerinin yoğunlaşması da teşkilatlarda giderek daha fazla rahatsızlık yaratıyor. Diğer taraftan, iktidar bloğunun iç dengesinde MHP'nin söylem belirleyiciliğine paralel olarak oy dağılımında da değişimler yaşanıyor. Bahçeli'nin iktidar bloğuna geçmesi ve "tam destek" açıklamasından sonra çok erken yapılan, MHP'nin AKP içinde eriyeceği iddiasının aksi bir gelişme yaşanıyor. Ayrıca, iktidara "milliyetçilik" üzerinden muhalefet yapmanın sonuç vermeyeceği de daha açık biçimde görülüyor. Milliyetçilik tutkalı, bir zamanlar AKP'ye destek verdiği gerekçesiyle herkesi dövmelere doyamayan ulusalcıları da iktidara (veya onun çıkarlarına) yapıştırmaya yarıyor. Geriye, "yan gelip yatan Suriyelileri cepheye sürün" şeklinde bir lümpen muhalefet dili kalıyor.
Başta Afrin meselesi olmak üzere, önemli kriz alanlarının "hedefler" ve "sonuçlar" üzerinden siyasileştirilmesi, MHP'ye avantajlı bir konum sağlıyor: "Hedeflere" ulaşılması durumunda bunu zorlayan, "sonuçların" istendiği gibi olmaması durumunda "asıl sorumlu" olmayan taraf olmak gibi korunaklı bir pozisyon bu. MHP, bu konforlu pozisyonun nimetlerinden fazlasıyla yararlanmak için ve iktidar bloğundaki rolünün gereği olarak gündemi sürekli "yükselten" bir fonksiyon üstleniyor. AKP ve Erdoğan ise, krizli meseleleri "gerekçeler" ve düşmanlar üzerinden siyasileştirerek ve "sonuçları" söylem düzeyinde tutarak bir denge üretmeye çalışıyor. İktidar bloğunun "iş bölümü" uyarınca; bir taraf "siyasete alet etmeye" tepki göstererek, diğer taraf "alet etmeyi savunarak", bir taraf tartışmalı "gerekçeler" işaret ederek, diğer taraf zorlu "hedefler" göstererek "verimli" bir denge yaratıyor. Aynı "düşmanlara" karşı ortak bir dil görüntüsü vermeleri böyle mümkün oluyor. Bu dengeyi etkileyebilecek muhalefet müdahalesinin olmaması da önemli şansları.
Bahçeli'nin ve Erdoğan'ın CHP'ye dönük saldırganlığı konusunda da, çok benzer bir dil kullanmalarına rağmen farklı nedenler ve motivasyonlar olduğu söylenebilir. AKP ve Erdoğan açısından durum bilindiği şekilde: Kendi tabanını kilitlemek ve siyasi hattı belirginleştirmek için defalarca tekrarlandığı üzere kolay hedef CHP'yi "muhalefeti" tanımlayan ana aktör haline getirmek ve ne yaparsa yapsın onu her türlü "negatif" unsurla birlikte anmak. Artık AKP seçmeninin bile biraz sıkılmaya başladığı ama hala işleyen bir pratik. Yani, AKP'nin CHP'ye karşı tutumu daha çok kendi tabanına dönük. MHP'nin durumu ise biraz daha farklı: İktidar bloğu içindeki MHP'nin rolü, konsolidasyondaki milliyetçilik tutkalının yanında, karşı bloğun "ayarlarını" bozmayı da içeriyor. MHP'nin bazen AKP'yi de aşan bir dozda saldırgan bir dille CHP'ye yüklenmesi -aynı zamanda adını anmadan dolaylı olarak İYİ Parti'ye de uzandığı için- muhalefetin "milliyetçi" argümanlarının etkinliğini engelliyor, hatta son zamanlarda hafif bir geri kazanma işareti de aldıkları söylenebilir. MHP'nin CHP'ye dönük söylemini sertleştirmesinin bir başka "özel" nedeni ise, Bahçeli'nin kendi seçmenini Erdoğan'ın başkanlığı fikrine hâlâ yaklaştıramamış olması; "Şer"i büyüterek (genişleterek) tabanını "ehveni şer"e razı etmeyi deniyor.
İşin özeti; ne Afrin gündeminin siyasete alet edilmesiyle, ne de herkesin kendi seçmenini "ehveni şer"e razı etmeye çalışmasıyla ilgili tartışmaların kolay bitmeyeceği. Keşke bütün krizli meseleler "alet edilme" yerine doğrudan siyasetin gündemi haline gelse ve keşke gündem "en az kötü" darlığına sıkışmayan öneriler üretebilir hale gelse.