Muhalefetin varlık nedeni iktidar olmaktır. İktidar, yapabilme
gücüdür. Bu gücü yaratmanın en az koşulu, iktidardan farklı, karşıt
programlara sahip olmaktır. Başlangıçta bir azınlığın savunduğu
düşünce ve programlar kitleler tarafından kavrandığında maddi güç
haline gelebilmekte, partilerin ekonomik toplumsal programları
arasındaki farkın silikleştiği koşullarda ise siyaset gerçek
seçeneğin olmadığı kısır bir döngüye dönüşmektedir.
Siyasetin, siyasal partilerin, seçim ve parlamentoların yirminci
yüzyıldaki işlev ve ağırlığını yitirmekte olduğu sınırda kapitalizm
koşullarında siyasetin tanımı ve içeriği de değişmektedir. Bu,
başlı başına ele alınmayı hak eden bir konudur. Burada saptamakla
yetiniyorum.
14-28 Mayıs ve 31 Mart seçimlerini bu saptamalar ışığında
değerlendirmek gerekir.
14-28 Mayıs seçimlerinin ayırt edici özelliği, siyasetin, önemli
ölçüde Erdoğan’dan kurtulma hedefine, seçim mühendisliği
senaryolarına kilitlenmiş olmasıydı. Seçenek olarak görünen Millet
İttifakı toplumsal muhalefet birikim ve enerjisinin gerisinde
kalırken, sol, sosyalist partiler, devrimci demokrat Kürt hareketi
de bu kilitlenmeyi kıracak etkili bir varlık gösterememişti.
Mayıs seçimleriyle, 12 Eylül 1980’den bu yana yaşamakta
olduğumuz siyasetsizleşme eğilimi yeni bir ivme kazanmış, AKP’nin
son 21 yılda düzen içi muhalefeti ikincil konularda da kendisine
benzetmesiyle birlikte bu eğilim kalıcılaşmıştır. Mayıs seçiminin
sonuçlarından bir başkası, Kürt hareketinin "Türkiye siyaseti"
çizgisinin Millet İttifakı’nın ilkesiz ve kaypak tutumu nedeniyle
kırılmış olmasıdır.
31 Mart seçimlerine, siyasal ufuksuzluğa umutsuzluğun, zihinsel
dağınıklığın eklendiği bir ortamda giriyoruz.
SEÇİM GÜNDEMİ?
Bu ülkede 3 Ocak’ta bir “anayasa darbesi“ yapıldı. Toplumsal
muhalefetin neredeyse tamamı darbeye “darbe” demekte birleşti. Bu
doğru teşhisin gereğini yapan ise çıkmadı. Siyasal partiler, her
şey olağan seyrinde yürüyormuş, darbe kendi kendine buharlaşmış
gibi yaparak “seçim gündemine”, döndüler.
Peki seçim gündemi? Burada da siyasal bir yoğunlaşmadan söz
edemiyoruz. Yerel seçim gündeminde, kent hizmetlerinin
nasıl örgütleneceği, iklim krizine karşı ne
yapılacağı, faili belli 6 Şubat yıkımının nasıl
onarılacağı, başta İstanbul olası depremlere karşı hangi
acil önlemlerin alınacağı, milyonlarca insanın barınma
sorununun nasıl çözüleceği vb. başlıklar hak ettiği yeri bulamadı;
bulamıyor. 31 Mart seçimine, düşüncelerin, programların değil,
hangi partiden kimlerin aday olacağının kıran kırana kavgalara,
istifalara, şantajlara, aynı partideki rakip adayı öldürtmek için
taksitli ödemeyle kiralık katil tutmalara vb. yol açtığı
traji-komik bir ortamda gidiyoruz.
Gündemi genel ya da yerel siyasetin değil, rant paylaşım
savaşlarının belirlediği bir seçim bu. Koltuk adaylıkları
üzerine yürüyen savaşın başka bir açıklaması yok.
Rant, hiçbir doğrudan emek katkısı olmadan, topraktan, kent
arsasından elde edilen gelir artışıdır. Sınırdaki kapitalizmin kâr
oranındaki düşüşe karşı başvurduğu düzeneklerden biridir. Bu
sorunun, kent arsa ve konutlarına toplum tarafından tasarruf
edilmesinden başka kalıcı çözümü yoktur. Kapitalizm altında kent
yağması ve rant, ancak ve belli ölçülerde kent emekçilerinin,
sosyalistlerin mücadeleleriyle sınırlandırılabilir. Bu mücadelenin
araçlarından biri, belediye yönetimlerinde yaparak
göstermek, öteki, yerel meclislerde yer
alarak yaptırtmamaktır. “Sosyalist
belediyeciliği” böyle anlıyor, devletin, dolayısıyla sınıf
egemenliğinin merkezi niteliğini göz ardı eden, “belediye
sosyalizmi” yaklaşımından ise uzak durmak gerektiğini düşünüyorum.
İmar planlarının yurttaş denetimine açıklığı ve saydamlığı; arsa ve
konut üretiminin, kiralamalarının belediyelerin, kentli yurttaş
topluluklarıyla birlikte oluşturdukları komiteler aracılığıyla
yönetilmesi, kent hizmetlerini doğrudan belediyelerin üstlenmesi,
ikinci arsa ve konutlardan bunları elde tutmayı caydıracak oranda
yüksek vergi alınması vb. önlemler sorunu kökten çözmese de emekçi
yurttaşlar lehine yumuşatacak mücadele hedefleri olarak
sayılabilir.
SOL YOL
Sol sosyalist partilerimizin, yerel yönetim, kent yaşamı,
kentlerin yeniden üretimi, barınma gibi başlıklarda ve iklim krizi,
deprem, sel, göçük gibi, çoğu artık insan ve düzen kaynaklı
felaketlere karşı dirençli kentler için çalışmalar, çalıştaylar
yapmaları, mücadele ve eylem programları üretmeleri bu yolda
atılmış son derece değerli adımlardır. Pratik siyaset açısından
daha önemlisi, sol ve sosyalist partilerimiz 6 Şubat depreminde
yalnız siyasal anlayış ve programlarıyla değil, halka karşılıksız
hizmet götürmeleriyle, acil yardım, eşgüdüm ve dayanışma
örgütlemeleriyle de büyük bir sınavdan yüzlerinin akıyla, deprem
bölgelerinde ve ülke genelinde güven ve sempati kazanarak çıkmış
olmalarıdır.
Bu birikimin hakkını vermek gerekirdi. Ne ölçüde verildiğini
seçim sonuçları gösterecek. Şimdiden görünen, bu olanağın yeterince
değerlendirilemediğidir. Ne “komünist başkan”ın toplumsal değerinin
hakkı verilebilmiş; ne de sosyalist adayları seçtirmek için güç
birliği ve seferberlik yaratılabilmiştir. Herkes programdan,
ilkelerden söz ettiği halde, hangi partiden kimin aday olacağına
ilişkin rekabet savaşları sürece egemen olmuştur. Hatay’da adayını
değiştirmesi için CHP’yi zorlamak üzere Gökhan Zan’ın aday
gösterilmesi, bu kişinin bir sosyalist partiye ne ölçüde yakışacağı
bir yana, açıklanan gerekçesiyle de doğru olmamıştır. CHP’ye ayar
vermek sosyalistlerin işi değildir. Bu girişimin “halk desteğine
dayanarak mevcut paradigmaları değişime ve dönüşüme zorlamak”
olarak sunulması ise karşı tarafınkini değil, tersine sosyalist
paradigmaları dönüşüme zorlayacak özrü kabahatinden büyük bir
yanılgı olmuştur.
NE YAPMALI?
Büyük emekçi nüfus için beslenmenin, barınmanın, sağlıklı
koşullarda yaşamanın, çocuk yetiştirmenin Çin işkencesine
dönüştüğü, temel yurttaş hak ve özgürlüklerinin fiilen kullanılamaz
olduğu, milyonlarda çaresizlikle birlikte öfkenin de biriktiği,
toplumsal çürüme/çözülme koşullarında düzen karşıtı köktenci
siyasete olan gereksinme de büyümektedir. Devrimci siyaset ancak bu
gerçeği gören, gereğini yapmak üzere hazırlananların eseri
olabilir.
Daha somuta, yerel seçim güncelliğine gelince.
Rejimin en güçlü göründüğü bir zamanda eski yöntemlerle
yönetemez durumda olması ve yerel seçimin doğasından kaynaklanan
kimi yeni öğeler yukarıdaki soruya yanıt olacak kimi ipuçları
veriyor.
Birincisi, 31 Mart’ta CHP’nin oyları bölmemek, Erdoğan’a
kazandırmamak söylemleriyle sol eğilimli seçmen üzerinde yarattığı
psikolojik çemberi kırma olanağı doğmuştur. Baraj yokluğunda,
herkesin oyunu gönlünün istediği adaylara vereceği bir seçim
Türkiye siyasetine yeni bir dinamizm getirebilir.
İkincisi, neredeyse tüm partilerin bu kez ittifaklar içinde
değil bağımsız olarak girmesi, bu seçime özellikle belediye ve il
genel meclisi oyları bakımından siyasal bir anket
karakteri kazandırıyor. Seçim sonuçlarının sosyolojik ve siyasal
değerlendirmeler için işlevli bir veri tabanı oluşturacağını
düşünebiliriz.
Sonuç olarak, 31 Mart’ta tüm yurttaşların, Mayıs 2023’den farklı
olarak “kaybettirmeme” basıncı olmadan istedikleri parti ve
adaylara oy vermeleri doğru ve kanımca önümüzdeki dönem
mücadeleleri açısından ufuk açıcı olacak, belli yurttaş kesimlerini
“çantada keklik” gören CHP sultasının kırılmasına da yardım
edecektir.
Türkiye genelinde böyle “serbest” oy kullanma tercihinin
özetlemeye çalıştığım nedenlerle isabetli olacağını düşünüyor,
“İstanbul dışında” diye eklemek istiyorum. İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanlığı oylamasında kanımca, “stratejik” oy
kullanılmalıdır. İstanbul, nüfusuyla, tarihiyle, coğrafi konumuyla,
ekonomik-finansal iç-dış ilişkileriyle devlet büyüklüğünde bir mega
kenttir. İstanbul oylamasının, totaliter faşizan tek adam rejiminin
ve Türkiye siyasetinin geleceği açısından kritik bir önem taşıdığı
tartışılmayacak kadar açıktır.
İstanbul’u yeniden almak, Erdoğan için güçlü bir yaşam
öpücüğünden fazlası olacaktır. Kâhin olmaya gerek yok; İliç
sabıkalısı Murat Kurum’un kukla belediye başkanlığında bu kadim
kentte, tarih ve rant yağmacılığı yeni bir ivme kazanacak, kent
yaşamına tarikatlar eliyle İslamcı müdahaleler tırmandırılacak,
başta kadınların kazanılmış hakları olmak üzere yurttaş haklarının
geri alınması girişimleri yoğunlaşacak, olası bir depremde
İstanbul’da omuz üstünde baş, taş üstünde taş kalmayacaktır. Dahası
Erdoğan, son günlerde dilinden düşürmediği “yeni anayasa”
tasarımını öne süreceği siyasal iklime ulaşmış olacaktır.
İmamoğlu’nun seçilmesiyle her şey çok güzel olmayacak, ama
proletaryanın başkentini sermaye, devlet ve din bezirganları
üçlüsüne vermemek önümüzdeki dönem mücadeleleri için gerekli
toplumsal özgüven ve enerjiyi çoğaltacaktır.
Sizce denemeye değmez mi?