Kabul edelim ki maçın ilk yarısında Bellini atölyesi hamlesiyle
sürpriz biçimde öne geçen Ekrem İmamoğlu, Ayasofya'nın özgül
ağırlığı altında ikinci yarı fark yedi. Cumartesi sabahı
Kadıköy’de, alt komşumuz balkonda "Ayasofya zaten camiydi" diyordu,
gittiğim kafede yan masada oturan ve kentsel dönüşüm için bir araya
geldiğini tahmin ettiğim insanlar "İşte şimdi tam bağımsız olduk"
diyerek toprak sahibi kadını iknaya çalışıyorlardı. İktidar en
güzel uyguladığı yönteme bir kez daha işlerlik kazandırdı.
Kendisine muhalif olan insanları dahi Müze olsa iyiydi ama orası
bizim egemenlik hakkımız” dedirtti. O “amalar”, yıllardır
mevcudiyetlerinin asli can suyunu oluşturuyor zaten.
Üzerinde kolay muhalefet kurgusu oluşturulması zor politikalar
her zaman karşı mahalleden yancı, alıcı buluyor. Hatta gelecek
haftalarda sosyal medya yasa tasarısı gündeme geldiğinde “Ama
sosyal medyada çok küfür ve hakaret oluyor cidden yaaa” diyecek
binlerce kişinin varlığını tahmin etmek için kahin olmaya gerek
yok. Çünkü evet sosyal medyada küfürler var, çünkü evet sigara
sağlığa zararlı, çünkü evet Beyoğlu’nda masalar geçişi
engelliyordu, çünkü evet sokaklarda emniyet sorunu var o zaman
bekçiler gerekli… “Suriye’de savaşa karşıyım ama ülkemizin bekası
için…” diyenleri ya da 12 Eylül referandumunda “yetmez ama
evetçiler”i hatırlayın. İktidarın radikal de olsa talep ettiği
değişim argümanları, kolay çürütülebilir olmayınca ortaya devasa
bir “hiçlik” çıkıyor ya da “ama” eşliğinde gönüllü rıza
tüketicileri devreye giriyor. Hal böyle olunca da siyasetsizlik
siyaseti ana örüntü haline geliyor. Ööölece bekliyoruz, belki
kendiliğinden bir şey olur “her şey güzel olur” falan diye, ama
kayda değer bir şey olmayınca da sanki bir şey olmuş gibi eylem
satın alıyoruz hemen. ”Aaaa ama Bellini atölyesinden tablo almak
çok akıllıca” deyiveriyoruz, karşımızdaki dev aygıtın eli boş
duracağını sanarak.
Baştaki maçımıza dönecek olursak Fatih ve fetih üzerinden
yapılacak bir maçın kazananı her zaman bellidir... 40 gün 40 gece
Fatih için mevlüt okutsan, Büyükada'nın tepesine Rio'vari, 100
metrelik kollarını açmış, bizi huzuruna çağıran kurtarıcı Fatih
heykeli yapsan da, Ayasofya'da, Lozan’ın yıldönümünde 24 Temmuz'da
cuma namazı kılacak olan Erdoğan kadar etkisi olmaz, olamaz.
Milliyetçi-muhafazakar damarın aslı varken kimse taklidine
yönelmiyor işte.
2020'de fetih üzerinden siyaset üretenlerin ortasında kalmak da
bize nasip oldu ya, aferin bize. Pandemi kadayıfının üzerine kaymak
böyle bir şey olsa gerek. Nitekim “Ayasaofya’yı açacaksan aç
kardeşim, itiraz etmeyiz, biz oyuna gelmeyiz” diyen Kılıçdaroğlu’na
Muharrem İnce el artırarak katıldı ve davet gelirse cumaya
gideceğini açıkladı. HDP milletvekilleri konuyla ilgili en azından,
artık ana muhalefetin yayın organı haline dönüşen Twitter’dan
mesajlar attılar. Ama o kadar işte… Hepimiz sosyal medyada
takılıyoruz zaten, tweet atılarak sonuç alınsaydı bugün başka
boyutta olurduk.
Mesele elbette ibadete açılması falan değil, temel mesele
siyasal İslam'ın bitmek tükenmek bilmeyen rövanşist bakış açısı
aslında. Bunu görmeden “Aman ne var canım cami olmasında” demek
konuyu tam kavrayamamış olmak anlamına geliyor. Hukuki gerçekler ve
gerekçeler ortadayken, yurtdışı örnekleri vermek de bu anlamda
kararın meşruluğuna katkı sunuyor. Yoksa bütün büyük katedrallerde
elbette ibadet yapılır, buna kim itiraz edebilir ki? Diğer yandan
siyasal rejimin bunca muktedirliğine rağmen hâlâ bu tarz kudret
gösterilerine ihtiyaç duyması da bir başka garabet olsa gerek. 18
yılda nereden nereye geldiğimize bakarsak, retorik ve hamaset
üzerinden düzenli yürüyen bir aksam söz konusu. Siyasal, ekonomik,
sosyal, diplomatik artık elde ne varsa, herhangi bir kriz ya da
krizler söz konusu olduğunda bu hamaset butonu devreye giriyor ve
bir anda can simidi oluyor.
Buna karşı siyaset geliştirmesi gereken oluşumlar ise, başta
siyasal partiler olmak üzere, adeta üç maymunu oynayarak,
siyasetsizliği bizlere bir başarı olarak sunuyor ve “Bakın biz
AKP’nin oyununa gelmedik” diyerek, bir de üstüne bizlerden takdir
bekliyorlar. “Evet yaa, helal olsun, hiçbir şey yapmayarak hiçbir
şeyin olmamasını sağladınız, bravo valla” dememizi istiyorlar. Oysa
bu süreçte çok şeyler oluyor, Atatürk Orman Çiftliği saray oluyor,
Hasankeyf yok oluyor, başkanlık sistemi her geçen gün
kurumsallaşıyor, çoklu baro yasası geçiyor, dokunulmazlıklar
kalkıyor, Ayasofya Cumhuriyet rejimine karşı rövanşist emellere
kurban ediliyor. Sosyal medya, kıdem tazminatı yasaları yakında
geliyor… Bunların hepsi geri dönüşü mümkün olmayan, bedelleri çok
ağır değişimler...
Soru çok basit: CHP, HDP, İYİ Parti ve diğerlerinin bu 18 yılda
kayda değer önledikleri bir yasa, bir uygulama, bir ön alma var
mıdır? Cidden soruyorum, yanlışım varsa düzeltin, düzeltsinler. Ama
cevabını hepimiz biliyoruz değil mi, YOKTUR. İktidarın başarılı
olamadığı iki konu Topçu Kışlası’nın inşası ve kadınların isyanıyla
geri çekilen yasadır. Gezi de milyonların katıldığı bir sivil
toplum hareketi olarak başarısını lidersizliğine ve reel siyaset
dinamiklerinden azade olmasına borçlu, gerisi hikaye…
Bu nedenle Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri, iktidarın
tahakkümü sonucu oluşan geri dönüşü olmayan yollara girmemiz ise
diğeri de süreci, başta dediğim gibi bir maç olarak algılayan,
sünni-milliyetçi damara rekabetçi zihniyetle oynamayı meziyet sanan
muhalefetin, “siyasetsiz kalırsak başarılı oluruz” siyasetinin
kurumsallaşmış olmasıdır. Olağanüstü şartlarda olağandışı ve farklı
muhalefet imkanları yaratma becerisi gösteremeyen partiler sürekli
bize, “Şimdi iktidara geliyoruz” mesajını pompalıyorlar. Biz de tam
18 yıldır yiyoruz bu söylemi. İhsanoğlu, Babacan, Gül, Davutoğlu
gibi isimlere kurtarıcı olarak sarılıyoruz, “Bu seçim Cumhuriyet
tarihinin en önemli seçimi, şimdi bunları konuşmanın sırası değil”
diyoruz. Elbette durup düşünecek, siyaseti mahallelerden başlayarak
şekilde yeniden kurgulayacak o “sıra” asla ve asla gelmiyor.
İktidarıyla muhalefetiyle siyaset baronları süreçlere yön veriyor.
Siyasetsizlik siyaseti, başkanlık rejimi gibi kurumsallaşıyor.
Aslında Hasankeyf betonarme bir yapı olmuşken Ayasofya’nın cami
olması kimseye garip gelmemeli. Bakınız, ben de geldim işte,
düşünsel silsile yoluyla alınan alınan kararları
“normalleştirmeye?” “Yeni normallerimiz” böyle işliyor artık. Zaman
zaman isyan eden ruh halimiz, her şeyi kanıksamaya meyilli, zaman
geçiyor devran dönüyor ve bünyelerimiz, daha fazla anormalliği
kaldıramayınca normalleşerek, evcilleşerek adapte olmayı tercih
ediyor. Ve bu döngü hiç şaşmıyor, siyaset üretmeyi, eylem hakkını
“oyuna gelme” olarak kriminalize eden ve bunla da iftihar eden bir
muhalefet olduktan sonra Ayasofya ile Sultanahmet Cami arasındaki
alana bir AVM yapılsa kim ne diyebilir ki, şaşar mısınız?