Türkiye siyasetinde uzunca bir süredir devam eden bir tartışma –veya sık başvurulan argümanlar- var: Normalde olması gerekenler olmuyor. Yaşananlar beklenen sonuçları getirmiyor. Aslında her şey değişmeden aynı kalıyor. Bu genel yaklaşım, meselenin profesyonellerinden ev-kahve sohbetlerine kadar çok geniş bir alanda, farklı düzeylerde gündeme getiriliyor. Bazen araştırma verileriyle destekleniyor bazen devresel depresyonlar şeklinde kendini gösteriyor. Hangi veri setinin hangi bağlamda kullanıldığına bağlı olarak, hangi alanlarda hangi gelişmelerin dikkate alındığına göre, çok haklı veya altı boş önermeler haline gelebiliyor. Bazen doğru ve açıklayıcı, bazen saçma ve duygusal ama her durumda kullanışlı oluyor. Çünkü kanaat ifade eden cümlelerin içindeki sıfatlar ve fiiller için geniş bir gri alan mevcut. “Normal” veya beklenen gelişme ya da bunun doğru dozu nedir? Değişmesi istenen ya da değişme denilecek olan ve bunun fark edilir olmasının ölçüsü nedir? Bir şeylerin değişip değişmediğine, kendi içindeki devinimine, diğer şeylerle –ve bizimle- ilişkisine göre mi karar vereceğiz?
Türkiye için bu “değişmezlik” meselesi çok güncel bir tartışma değil. “Böyle gelmiş böyle gider” kalıbıyla ifade edilen – Aziz Nesin’in “gitmez” diye cevap verdiği- yerleşik inanış, neredeyse yarım yüzyıldır çok acayip değişim ve dönüşümlerin hemen yanı başında hiç istifini bozmadan yürümeye devam edebildi. Siyasetle ilgilenmeye, okuyup dinlemeye başladığım zamanlar boyunca, çok olağanüstü değişmeler yaşandığı tespitiyle hiçbir şeyin asla değişmeyeceği iddiasını hep yan yana duydum. Her ikisinin de sadece ikna edici değil çok doğru olduğuna inandığım zamanlar oldu. İyimserlik veya kötümserlik olarak yorumlanabilecek duygusal dalgalanmalar dışında, sağlam analizlerde de bu yaklaşımın versiyonları karşımıza çıktı. Öznesi, fiili, bağlamı yerine oturunca her biri akla yakın geldi hatta ufuk açtı. Dönemlere göre duygusal savrulmalara kendimizi bırakmayı istediğimiz zamanlar oldu. “Bir şeyler değişiyor” fikrinin iyimserlikle veya kaygıyla dile getirilmesi, “bir şeyler aynı kalıyor” düşüncesinin dirençle ya da umutsuzlukla ilişkilenmesi bambaşka anlamlar kazandı.
İnsan doğası, hayatta kalma –tutunma- arzusu, tehlike ve risk oluşturan değişimler yerine kontrol edilebilir, tanıdık koşulları -daha kötü olsalar bile- tercih etmeye yatkın. Çocukları olanlar veya evcil hayvan besleyenler bunu çok daha kolay gözlemleyebilir. Şartların değişmesinin -başta bir heyecan verse bile- nasıl huzursuzluk yaratabildiğini, alışılmış (tanıdık) olandan uzaklaşılıp yabancı olanla temas edildikçe endişelerin ne kadar büyüdüğünü izlemek mümkün. Siyasal davranış ile siyasal değişim dinamikleri de, ekonomik (sınıfsal) karakterinin yanında insanın psikolojik ve kültürel kodlarıyla fazlasıyla ilişkili. Müesses nizam, hazır ve kuşatıcı kimliklere (milliyet, din gibi) sınıfsal tercihleri ve rasyonel dinamikleri bozan veya bastıran bir fonksiyon kazandırma konusunda çok becerikli. Sağın temsil ettiği çıkar ve iddialardan daha geniş bir yaygınlıkta olmasının sırrı burada. Bu çerçevede insanların “değişim” meselesine mesafelerini yönetebilmek de çok önemli. “Değişmezliği” bir güvence olarak ortaya koyarak (muhafazakarlık) destek konsolidasyonunu artırmak, “değişimi” imkansız bir uzaklığa yerleştirerek (neoliberalizm) değişim dinamiklerini zayıflatmak mümkün. Bir haliyle “siyasetin çocukluk halinin” istismarı, bir başka haliyle siyasi “devri daim makinesi”.
İstismar, eşitsiz bir pozisyondan temin edilen kötücül bir imkan. Ancak süreklileşmiş istismarın biriktirdiği rahatsızlığı kontrol etmek, istismarı devam ettirebilmek kadar kolay olmayabilir. Aynı şekilde dışarıdan enerji –veya enerjiye çevrilebilir madde- yüklenmeden sonsuza kadar çalışacak bir devri daim makinesi henüz icat edilmedi. Türkiye’de bir siyasi değişim beklenip beklenmeyeceği konusu, son beş yılda artan bir grafik izliyor. 7 Haziran 2015 ve 31 Mart 2019 seçim sonuçlarından ilhamla, değişim meselesi partilere destek yüzdeleri ama özellikle de iktidarın desteğinin devam edip etmeyeceğine sıkıştırıldı. Meşruiyet ve güç kaynağı olarak seçimleri kullanan iktidar bir yandan, her seçimi bir motivasyon hamlesine çevirmeye çalışan muhalefet diğer yandan bu süreci besledi. Hem hızlı –veya kaçınılmaz- bir değişim ihtimali hem de değişimin zor olduğu tezi yine yakın aralarla birlikte koşuyor. Referandum, genel seçim ve yerel seçim serisiyle devam eden üç yıllık periyotun sonunda, alışık olduğumuz üzere iki tezin de kuvvetli işaretleri ve güçlü duygudaşları oluştu. Endişe-beklenti parantezine sıkışan bu gerilim yüzünden, olabilecekleri beklerken zaten yaşanmakta olan ve belki de daha önemli değişim gözlerden kaçabiliyor.
Şimdi yeni partilerin ortaya çıkmasıyla nelerin değişebileceği üzerine çok tartışılıyor. Yavaş yavaş ortaya çıkan rakamlar önemli hareketlenme yaratacak bir potansiyel olduğunu gösteriyor. Fakat bu ilk görüntünün ardından kadim tartışma yine gündemi işgal ediyor: “Tamam da Erdoğan gider mi?” Bunun biraz dışına çıkarak tabloya bakmak denendiğinde, “aynılık perdesinin” arkasında daha farklı bir resim görünüyor. Çok geniş tartışmalar açacak niteliksel değişim derinliklerine girmeden sayısal tabloya bir bakalım: 2010 yılında mevcut iktidar yaklaşık yüzde elli oy almıştı, kendisini indirecek bir alternatif aktör de görünmüyordu. Akıl almaz olayların, çok önemli yapısal ve konjonktürel değişimlerin yaşandığı neredeyse on yıl geçti. İktidarın yine aşağı yukarı aynı seviyelerde bir destek bulabiliyor olduğu görünüyor. Pek bir şeyin değişmediğinin gayet kuvvetli kanıtı. Peki aralarında 10 yıl bulunan bu iki 50, sahiden aynı sayı mı? Aynı olmadığını söylersek –ki böyle söyleyecek olan bulmak iktidar çevrelerinde bile kolay değil- sayısal denkliğin hiç önemi kalmıyor. İster niceliksel ister niteliksel bir değişimi ölçmekten bahsediyor olalım, değişimi hangi parametrelerle ve neye göre tarif ettiğimiz, sonucu tamamen değiştiriyor. Değişmiyor gibi görünmenin ağır bir değişim maliyeti olabilir.