Türkiye’de yargı siyaset meydanına, siyaset ise kovuşturma sürecine dönüşmüş durumda. Siyaset meydanı, ölüm cezalarının uygulandığı yer anlamında kullanılırdı; bugünün yargılama pratikleri, siyasetçiler ile yargıçların birbirine karıştığı bir ara rejimin egemenlik paradigması içinde anlaşılabilir ancak. Uzun zamandır büyük siyasi davalar süreci içindeyiz, fakat bu büyük siyasi davalar bir büyük hakim, bir büyük savcı, bir büyük hukuk fikri oluşturmuş değil. Fethullahçıların Ergenekon, Balyoz, KCK davlarında yaptığı katkı delil yerleştirmeler, gizli tanıklıklara duyulan sonsuz güven ve siyasi hesapların pervasızca “siyaset meydanları”na dönüştürülen mahkemelerde görülmesi oldu. Türkiye’nin yüz yılının belki de en önemli davası olabilecek 12 Eylül davası ile ilgili tek bir hukuki argüman enine boyuna tartışılamadı bile. İddianamenin ciddiyetsizliği karşısında savunmanın dayandığı basit kurucu iktidar yargılanamaz argümanı daha tartışılabilir argümanlar sunuyordu, dava darbeyi meşrulaştırma işlevini yerine getirmiş oldu. 12 Eylül ile hesaplaşma argümanı ile yargıyı ele geçiren AKP ve Fethullahçılar bu defa kendi hesaplarını darbeyle görme yolunu seçtiler. 15 Temmuz’da Fethullahçıların darbe girişimi, 20 Temmuz’da AKP’nin ara rejimin kurumlarını oluşturması yine büyük davalar sürecini başlattı. Bu defa AKP davalarını kendi yöntemleri ile siyaset meydanına dönüştürmeye başladı; delil yerleştirmelerin yerini, delile ihtiyaç olmadan tutma ve polislerin fantezilerinden beslenen savcıların suç üretme konusunda yüksek hayal gücünün hakimler tarafından takdir edilmesi aldı. Barış İçin Akademisyenler hakkındaki iddianamelerin, Gezi iddianamesinin kabulü; gazeteciler, milletvekilleri hakkında açılan soruşturmaların davalara dönüşmesi Türkiye’de yargının “siyaset meydanı” olarak tahkimini gösteriyor.
DARBE DÖNEMİ YARGILAMALAR VE BUGÜNÜMÜZ
Devrimci Yol Ana Davası’ndan yargılanan Akın Dirik Ayrıntı Dergi’ye 2014’te verdiği röportajda bugünleri de öngörebilecek biçimde şunları söylemişti:
“12 Mart – 12 Eylül yargılamaları bir bütün olarak ele alındığında kanuni yargı ilkelerine aykırı, bağımsız ve tarafsızlıktan uzak, adil olmayan bir yargılama görümünü sergilediği herkes tarafından kabul edilir. 1980’lerde Ankara Ana Devrimci Yol Davası'nda ortak savunmamıza şu tespitleri ifade ederek başlamıştık:
Bu dava 12 Eylül döneminin bir ürünüdür. 12 Eylül sonrasında yürütülen politikalar doğrultusunda ve bu politikaların bir ürünü olarak açılmıştır… Soruşturmaların temelini işkencenin oluşturması, işkencelerde ve sonucunda yüzlerce kişinin ölmesi, mahkemelerin kuruluşunun tabii hakim ilkesine aykırı olması, yargıçların bağımsızlığının bulunmaması, yargılamalara dönemin siyasal eğilimlerinin ve baskılarının bütün ağırlığıyla yansımış olması, tutukluların yıllarca tecrit hücrelerinde tutulmuş bulunması, mahkemelerdeki açıklamaların nedeniyle cezaevi yönetimlerince dövülerek, eziyet edilerek disiplin cezaları verilmesi, duruşma salonlarının cezaevi yöneticileri tarafından denetlenmeye çalışılması gibi koşullar altında oluşturulan yargı kararlarının tarafsız, adil bir yargı kararı niteliğinde olamayacağı herkesçe bilinmekte ve kabul edilmektedir.
Aradan 40 yıl geçmiş; bu süre içinde dünyada ve ülkemizde yaşanan onca değişiklikten sonra, günümüzde süren politik yargılamalara baktığımızda 40 yıl önce yaptığımız bu değerlendirmenin bugün de halen geçerli olduğunu; kanuni yargı ilkelerine aykırı, bağımsız ve tarafsızlıktan uzak, adil olmayan bir yargılama görünümünün sürdüğünü, ne yazık ki ifade etmek zorunda kalıyoruz.”
GÜNÜMÜZ
Bugünün Türkiyesi’nde bir fark var. Siyasal iktidar bloku doğrudan doğruya yurttaşlarını düşman ilan etmiş durumda. 31 Mart öncesinde zirvesine çıkarttığı siyasal strateji ile muhalefet, devlete karşı suç ile özdeşleştirilmiş, siyasal muhalefetle sınırlanmadan bütün yurttaşlar belli suç kategorilerinin içine atılma tehdidini ruhlarında hissetmiştir. Yani ünlü savaş stratejisti Clausewitz’in ünlenmiş “savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır” sözüyle bir analoji kurarsam, Türkiye’de yargı siyasi hesaplaşmanın başka araçlarla devamı olmaktan çıkmış; cezalandırma süreçleri bizzat siyasi hayatımızı tanımlar hale gelmiştir.
SİYASET MEYDANINDAN ÇIKMAK
Türkiye, bir geçiş sürecinin içinde. Biçimsel demokrasi görüntüsünü bile ortadan kaldıracak hale gelmiş seçim süreçleri; son “yargı” kararıyla, YSK’nın İstanbul seçimlerinin yenilenmesi konusunda verdiği kararla tamamlandı. Şimdi muhalefetin kazandığı bir seçime, bütün güçler iktidar blokunda toplanmış olarak siyaset meydanında yeniden girilecek. Konu hakkındaki pazarlıkların sürdüğü, verilen fotoğraflardan ve karşılıklı pozisyonlardan anlaşılıyor. “Siyaset meydanı”nın nasıl biçimleneceği, yani sürmekte olan siyasi davaların kimleri ölüme –medeni ve siyasi ölüme- mahkum edeceği, kimleri medeni ve siyasi olarak hayata terk edeceği ise bu pozisyonlara bağlı olduğu kadar siyasal özneleşme süreçlerine de bağlı. Siyasal özneleşme süreçleri ise “siyaset meydanı”na dönüşen konumlanmaların dışına çıkmak ile mümkün.
Bununla kastettiğim karmaşık bir şey değil. Türkiye’de siyaset kavuşturmalar alanlarına indirgendiyse kovuşturmaları politize edecek bir siyasal özneleşme sürecinden bahsediyorum, seçim biçimsel demokrasinin bir prosedürü olmaktan çıkarıldıysa, seçimi politize edecek bir siyasal özneleşme sürecinden bahsediyorum. Yargıyı yargı, seçimi seçim haline getirerek, siyaset ile siyaset meydanını birbirinden ayıracak bir süreçten. İstanbul seçimleri bütün boşlukları sunan bir zemine sahip, bu boşlukların kimin tarafından genişletileceği ya da kapatılacağı seçim sonuçlarından çok daha fazlasını belirleyecek.