Siyasi merkezi tarif etmek: Geleceğin eşiği

Göklerden gelen bir haber var sahiden. Yerde yapılan işler gökleri ısıtıyor. Üç yıldır bitmek bilmeyen bir ekonomik kriz, evlatları babalarından-analarından soğutan adaletsizlikler, riyakârlıklar, sözüm ona merkezi ifade eden ideolojik çekirdek içindeki sürtüşmeler vs derken, yeni merkezi kurarken dikkate alınacak sorunun ne olduğu ortada. İki ayrı versiyonu olan tek bir soru. Versiyonlar şöyle: Birlikte yaşayacak mıyız? Bu devlet meşru bir siyasi birlik olarak sürecek mi?

Ayşe Çavdar acavdar@gazeteduvar.com.tr

Seneler önce, sanırım 2009’du, aşağı yukarı kalabalık bir sınıfta öğrencilerle bir egzersiz yapmıştık. Sağın ve solun siyasette ne ifade ettiğini yalnızca kabaca, birkaç cümleyle özetledikten, aslında sadece geçiştirdikten sonra bir analitik düzlem çizip, bildikleri siyasi partileri o düzleme yerleştirmek için beni yönlendirmelerini istemiştim. Birinci sınıflardı, ilk dersti, önce siyasi manzarayı nasıl gördüklerini görmek istiyordum. Sonra birlikte mevzuları teker teker elden geçirebilirdik. Bayağı gürültülü ve tartışmalı geçen bir buçuk saatin ardından ortaya çıkan manzara tam bir keşmekeşti. Tahtaya çizdiğim analitik düzlem gemi olsa çoktan batmıştı kendi sağına. Herkes o tarafta bir yer kapmaya çalışıyordu. Öğrencilerin bildikleri birkaç sol parti adı vardı ama ne istedikleri, ne yaptıkları ve birbirlerinden hangi konularda ayrıldıkları konusunda fikri olan yoktu. Adının içinde demokrasi, işçi, emek, sol, sosyalist ya da komünist geçen bütün partileri üst üste en sola yerleştirip çıktılar işin içinden (o zaman akıllı telefonlar bu kadar yaygın değildi, dolayısıyla hafızalarıyla yetinmek zorundalardı, kopya da verdim tabii). Sahnede görünen, herkesin üç aşağı beş yukarı ne yaptıkları konusunda azıcık fikir sahibi olabildiği tüm partiler de birer birer sağa yerleştiler. Sıralamanın tamamını, tahtaya yazdığımız bütün partileri hatırlamıyorum ama nice müzakereden sonra MHP’yi CHP’nin soluna yerleştirdiklerini unutmam mümkün değil. Ölçüt, Cumhuriyet’in kurucusu CHP’ye karşı ülkücü-Turancı bir parti olarak bildikleri MHP idi. Turancılık, MHP’nin düzeni değiştirmek istediği anlamına geliyordu öğrencilerime göre, çünkü devlet Turancı değildi. Kürt siyasi hareketinin o dönemdeki partilerinden biri olan BDP’yi de hayli uzun uzun çekiştirip durmuştu öğrenciler. Adını ilk hatırlayıp söyleyen öğrenci merkezin hayli soluna, sol partilerin sadece birkaç santim sağına yerleştirmişti. Ama başka öğrenciler, “eee milliyetçilik ne olacak peki?” deyip sağa çekiştirdiler partiyi. Fakat MHP ve CHP’ye yaklaştırmaya da gönülleri razı olmamıştı. Son ikisinin milliyetçiliği ile BDP’de gördükleri kimlik söylemi arasında bir fark olduğunu anlamak o yaşlarında bile zor gelmiyordu öğrencilere. Çünkü BDP düzeni de değiştirmek istiyordu. “Nasıl?” diye sorduğumda aldığım cevabı da unutmam mümkün değil: “İnsan hakları diyorlar ya” demişti biri. DTP hakkındaki kapatma davası henüz sürmekteydi o zaman. Bayağı tartıştıktan sonra BDP’yi merkezin azıcık solunda bir yere, içimize çok sinmeyerek yerleştirdik. Fakat o haliyle bile diğer kümenin bayağı solunda, anılan diğer sol partilerin de bir hayli sağında tek başına kalakalmıştı. AKP’yi o kadar uzun ve o kadar çok kez tartıştık ki, “bu belayı nasıl açtım başıma?” diye düşündüm. Ne zaman başka bir partinin adı anılsa, AKP’nin yeri değişiyordu. Çünkü bir öğrenci çıkıp “eğer o parti oradaysa, AKP neden o yazdığımız yerde?” diye itiraz ediyordu, başa dönüyorduk. Kimi öğrencilere göre AKP, düzeni İslamileştirmek istiyordu. Ama sola yazılamazdı, çünkü din ve dindarlık olmazdı solda. Fakat düzeni değiştirmek istedikleri için diğer muhafazakârlardan ayrılıyorlardı. Başka bir öğrenci “yok canım, düzeni falan değiştirmek istemiyorlar, piyasacı bunlar, tabii ki merkeze yakın duracaklar” diyordu. Sonra bir başkası çıkıp, “ama merkezde CHP olmalı, çünkü Cumhuriyet’i onlar kurdu” diyordu. Bir diğeri, “sosyal demokrasi ne olacak o zaman” dediğinde, CHP sola kayıyor, milliyetçilik mevzuu eklenince yeri bir daha değişiyordu. Sanırım o güne kadar en çok zorlandığım dersti. Siyasi gündemi konuşacaktık ilerde iletişimci olacak öğrencilerle. Dersten sonra kopyasını defterime geçirip, analitik düzlemi sildim. Partileri oy oranlarına göre halkalar içine aldım. Geriye merkezinde kocaman bir AKP halkasının olduğu, MHP’nin ve CHP’nin bu sırayla onun sağına sıralandığı, merkezin biraz solunda BDP’nin tek başına yer aldığı, sol partilerin ana akımdan alabildiğine kopuk bir yerde kümelendikleri bir tuhaf siyasi evren kaldı geriye. Durum umutsuzdu. Kitaplarda yazanlarla hep beraber içinde yaşadığımız hikâye konuşmuyordu birbirleriyle. İşimiz kolay olmayacaktı.

O tarihten sonra düzen iki kez değişti. 2010 ve 2017 referandumlarıyla mevcut ve çoktan delik deşik olmuş anayasa hepten işlemez hale getirildi AKP ve müttefikleri eliyle. Öğrencilerle bu dersi yaptığımız sene itibariyle şehirlerin yüzeyleri çoktan değişmeye başlamıştı. O yaştaki gençler bile tedirginlerdi değişimin hızından. Yaptığımız tartışmalarda muhafazakârlığı o kadar çok kez elden geçirdik ki. Neyi muhafaza ediyordu muhafazakârlar sahi? Sol değişimden, yenilikten, enternasyonalizmden yana olmaktı ama yoktu ki öyle sol Türkiye’de. Hangi enternasyonalizmden yana olacaktı sol? Hem olsa yüzüne bakan olur muydu? İşçiler mi? Onların çoğunluğu sağcıydı, çünkü hâlâ taşralılardı, milliyetçi ve dindarlardı. Böyle diyordu öğrenciler. Ayrıca Türkiye’de seçmen ekonomiye bakardı, kimin ne olduğuyla ilgilenmezdi. Cebine daha çok para girmesini sağlayanı desteklerdi. Kentsel dönüşümü, iş cinayetlerini, kadın haklarını, AB siyasetini, eğitimi, Orta Doğu siyasetini ele alıp tartıştığımız ve partilerin o dönem itibariyle güncel siyasetlerini dahil ettiğimiz her durumda kafamız tamamen karışmış olarak çıkıyorduk dersten. Şaftı kaymıştı siyasetin. Kaydığı ve sıkıştığı bu düzlem de kimseyi bir yere götürmüyordu.

Arada bir siyasetçileri ve tartışma programlarını izlediğimde kendimi o sınıftaymış gibi hissetmiyor değilim. Liseden yeni mezun olmuş gençlerin evde ana-babalarından, sıkılarak izledikleri haberlerden ve o dönem hâlâ var olan açık oturumlardan dinlediklerinden akıllarında kalanlarla tartıştıkları bağlam hiç değişmemiş, aradan hiç zaman geçmemiş ve bu minvalde yapılan siyasi tanımlar her birimizin hayatını alt üst etmemiş gibi.

MERKEZ SİYASETİN GEÇMİŞİ?

Bir merkez siyaset tanımı yapmakla, siyasete bir merkez tayin etmek arasında büyücek bir fark var. Şu anda daha çok ikincisini konuşuyor, ama birincisini konuşuyormuş gibi yapıyoruz. Çünkü Türkiye’de “merkez siyaset” deyince kastettiğimiz siyaset büyük gürültüler çıkartarak ve kimseye nefes aldırmayacak denli çok toz kaldırarak yıkılalı hayli zaman oluyor. 1990’lara bile değil, 1970’lere tarihlemekten yanayım bu çöküşü. Hatta belki Milliyetçi Cephe’nin kuruluşuna ve öncesindeki çalkantılı zamana. Siyasetin müzakere zemininden çıkıp sıradan insanların hayatları pahasına oynanan bir tür kumara indirgendiği bir zeminin yaratıldığı dönem tam orası çünkü. Böylesi bir zeminin bugün aldığı şekilde en belirleyici adım ise kanaatimce 12 Mart 1971’deki muhtıra. Şekli ve ortaya çıkardığı sonuçlar itibariyle bu müdahale, merkezin siyasetler arası müzakereyle/mücadeleyle belirlenen bir ortak payda değil, “partiler üstü” (muhtıra metninde tam böyle geçiyor) bir konum ve ideoloji olarak şekillenmesine neden olur (1). Hem 1971, hem de sonraki dönem devletin, aslında güvenlik bürokrasisinin herkesi sağa ittirdiği müdahalelerle şekillenir. Dolayısıyla merkez, sağın ve solun birbirleriyle, siyaseti şekillendirecek yol ve yordamlar önermek suretiyle müzakere ve mücadele halinde belirledikleri bir siyasi zemin olmaktan çıkar, devletin yalnız siyasi partilere değil, topluma ve seçmene de sürekli ayar vermek üzere kullandığı bir reset tuşuna dönüşür. Üstelik tuşun yeri de sabit değil, her kapatıp açmada biraz daha sağa kaydığı tecrübeyle sabit.

Bugün içinde bulunduğumuz geminin neden sağa yatarak battığı sorusuna cevap verirken söz konusu askeri müdahalelerin herkesi gerekirse zorla ve şerle sağa ittiren rollerini de hesaba katmanın şöyle bir faydası var: Bildiğimiz ve alışık olduğumuz merkezle, dünyanın değişen koşulları dolayısıyla ihtiyaç duyduğumuz (2) merkez arasındaki mesafeyi ve o mesafenin hangi koşullarda, nasıl oluştuğunu fark etmeyi kolaylaştırır bu göz önünde bulunduruş. Yeni merkezin, aslında öz-hakiki-gerçek merkezin nihayet kurulabilmesi için hangi pazarlıkların, nasıl yapılacağı konusunda daha çok fikrimiz olur.

Mevcut siyasi manzara merkezin içeriği konusunda iki önemli yanılsama yaratıyor ve büyüklü küçüklü başka yanılsamalar da bunlara ekleniyor. Birincisi, mevcut halde merkezin Türk milliyetçiliği ya da ulusçuluğu ile geriye kalanların kimlik talepleri arasındaki sürtüşmede belirdiğini sanıyoruz. İkinci büyük yanılsama da, bu merkezin bir diğer hattının da dindarlık-sekülerlik çatışması çerçevesinde belirdiği. Yani sanki merkez siyasetimizin adresini belirlemeye çalıştığımız analitik düzlemin dikey hattında milliyet tanımından beslenen kimlikler, yatay hattında dindarlık derecelerinden beslenen kimlikler varmış gibi görünüyor. Böylesi bir merkez kurgusu ekonomik ve toplumsal taleplerin görünmezleşmesine neden oluyor. Görünmezleşmeleri bu talepleri ortadan kaldırmıyor elbette ama handiyse sözünü etmek bile ayıpmış gibi algılanıyor. Ama bu görünüm 1971 Muhtırası ile devletin küresel siyaset içinde kendini konumlandırmak üzere yaptığı bir tercihin (k)aba kumaştan hâkî renkli örtüsünden ibaret. Şu soruya ısrarla hep aynı cevabı verdi devlet o yıllardan itibaren: Bu ülkede yaşayan tüm yurttaşların devleti olma sorumluluğundan nasıl yırtarım? Cevap genellikle Türk milliyetçiliği ile Sünni dindarlığının çeşitli ölçülerde karıştırılmasından oluşan, gayet akışkan ve istikrarsız bir hamule oldu. Demirel’i ve Özal’ı, daha doğrusu teşkil ettirdikleri siyasi oluşumları, o hamulenin karıldığı kaplar olarak düşünebiliriz. AKP ise söz konusu hamuleyi oluşturan bileşenlerin tamamının ölçüsünün iyiden iyiye kaçtığı ve çürüdüğü bir başka kap. “Ben kimin devleti değilim” gailesiyle yapılmış tariflerden, herkesin yiyebileceği bir yemek çıkması mümkün değildi. Çünkü tarif zaten mümkün olduğu kadar çok kesimi sofradan uzak tutmak üzere şekillendirilmişti. Tarifin yeniden yapıldığı her seferde devletin devletliği de eksildi, meşruiyeti de. Eğer meşruiyeti eksilmeseydi bunca şiddete ihtiyaç duyar mıydı?

YA BUGÜN?

Bugün bir kez daha siyasi merkez yeniden inşa edilebilir mi diye konuşuyoruz. Ama büyük bir çoğunluğumuzun aklındaki tarifin referansı AKP’den önceki merkezden ibaret. Sanki AKP siyasi merkezi yok sayarak kurulmuş bir partiymiş, AKP’yi kuranlar ve bugün halen sürdürenler o merkezin özbe öz çocukları değillermiş gibi. Sorun şu ki, AKP’den önceki merkezin dayattığı referans kümesi de işlemiyor artık. Aslına bakarsanız hiçbir zaman işlemedi. Devleti, zor kullanma tekelinden ibaret bir tuhaf aygıta indirgedi o kadar. Dolayısıyla merkezi nasıl inşa edeceğiz sorusuna geçmişten değil bugünden, yani AKP’nin son demlerinden bakarak ve nelerin eksik olduğunu hatırda tutarak referans kümemizi yenilememiz gerekiyor. Çünkü şu an bitmekte olan şey AKP’den ibaret değil. AKP’nin henüz sürmekte olan gayet gürültülü çöküş hali (tabii ki yanına MHP’yi ekleyerek bakınca) yalnız bu partinin, bu siyasetlerin, yani mevcut merkez çorbasını karan idari, bürokratik, hem gayet de ideolojik siyasetin de sonuna geldiğimizi gösteriyor. Hem kaçıncı kez geliyoruz aynı sona. Bu sona her defasında bir öncekinden daha büyük bir iflasla geldiğimizi hatırlatmayı da boynumun borcu bilirim.

Hülâsa şimdi artık AKP’den önce bir merkez varmış da, oraya dönersek gemimiz toparlanacakmış da, yolculuğumuza devam edebilecekmişiz yanılsamasına düşmek için çok geç. Çünkü o merkez, kitaplarda yazan merkez vücut bulmasın diye yapılmış bir dizi öldürücü müdahale ile kurulmuş ve tahkim edilmiş bir illüzyondu zaten. İşlememesinin, iktidara gelen her partinin alabildiğine çürümesinin, kaç yıllardır yüzde 10 gibi yüksek bir barajı kaldıracak iradeyi kimsenin gösterememesinin hiç sebebi yokmuş gibi davranamayız. Demek ki ideolojik olarak merkezi Türk milliyetçiliği ve Sünni dindarlığı ile tarif eden siyasetin artık tükenen nefesi çok kötü kokuyor ve bu koku artık kimi bazı ortaklıkları şaşırtıcı ifadelerle sonlandırıyor.

Müsaadenizle bu defa AKP’den değil, MHP’den bir örnek vereceğim. Yenilerde ihraç edilen eski Ülkü Ocakları Başkanı ve MHP Genel Başkan Yardımcısı, üstelik Devlet Bahçeli’nin de en eski destekçilerinden biri olmasına rağmen 2009’dan itibaren parti için muhalefetin önemli isimlerinden biri haline gelen Atila Kaya, şöyle formüle etmiş mevcut MHP ile hangi konuda fikir ayrılığına düştüğünü: “Eğer Türkçü iseniz, ‘Türk Tipi Başkan’ adayınız; Tonyukuk gibi devlet aklının timsali bir bilge, Bilge Kağan gibi ‘Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye’ ömrünü Türklüğe adayan bir lider, Tuğrul Bey gibi kılıcını din alanı ile siyaset alanının arasına koymuş bir Bey midir?” Bakınız nerelere gelmiş vaziyet? O meşhur ve de meş’um “Türk-İslam Sentezi”nin tam orta yerinde bir kaynama almış başını gidiyor. Milliyetçilik içi tartışmanın eksenini dindarlık oluşturuyor. “Din alanı ile siyaset alanı arasına girecek bir kılıç” talep ediyor. Bu milliyetçilik-ulusçuluk ayrımından hayli farklı bir eksen, basite indirgenecek gibi de değil. Kendini (solcu gördüğü) ulusçuluktan ayıran milliyetçilik, bu defa bir kısım milliyetçinin ister gönülden isteyerek, ister çıkar hesabıyla, ister mecburiyetten dinle kurduğu ilişki üzerinden bir kez daha ayrışıyor. Bu yalnız, AKP ile ittifaka yapılan bir eleştiriden ibaret değil elbette. Evveliyatı 1970’lere, hatta 1940’lara kadar götürülebilir.

Aman yanlış anlaşılmasın, ne güzel demiş Atila Kaya, demiyorum. Yalnızca, siyasetin merkezini restore etmek için ihtiyacımız varmış gibi yaptığımız nosyonların çoktan parçalanmakta olduğuna dikkatinizi çekmeye çalışıyorum. MHP’den İYİP’in bir parti olarak kopup başka bir kurumsallık oluşturmasını da aşan bir durum var ortada. Devletin güvenlik bürokrasisinin reset tuşuna basa basa toplumu zorladığı merkezi oluşturan çekirdek parçalanıyor. Bu çatışmanın evveliyatı BBP’nin MHP’den ayrılmasına dayanır. O dönem Alparslan Türkeş’in, “Türk-İslam ülküsü”nün ikinci ayağını boşa almak üzere geliştirdiği siyasetin bir ürünüydü o ayrılık. Ardından Devlet Bahçeli, partisini ve ülkücü siyaseti şehirlileştirmek üzere çok uğraş verdi. Ama beyaz çorap ve sarmısak yasağıyla olacak iş değildi, imkânsız bir çabaydı ve kazanç da sağlamayacaktı. AKP ile girdiği ittifak, o siyasetin başarısızlığını bertaraf ve telafi etme çabasının bir ürünüydü. Çünkü o da Erdoğan gibi, liderlik ettiği siyasetin dönüşümü önündeki asıl engelin kendisi olduğunu anladığı anda vitesi yine bizzat yarattığı, hayal gücünden yoksun bir masala kırdı. İYİP’in kurulması tam da bu nedenle sıradan bir parti içi hizip süreciyle açıklanamaz. Daha geniş bir bağlamda, o siyasi merkezin nasıl ve nerelerinden dağıldığını, dikişlerin neden, hangi gerilimler yüzünden tutmadığını anlamak için bu eş zamanlı parçalanmaları ve birbirleriyle ilişkilerini gözardı etmeksizin okumak gerekir.

Öbür ayak, yani Sünni İslam ayağı, bir başka yazının konusu olsun ama şu kadarcık bir bağ kurmadan geçmeyeyim. Hani kaç senedir, “gençler deist mi oluyor, dindar aileler yeni kuşağı kayıp mı ediyor?” diye konuşuyoruz ya... İkisi de değil, dindar ailelerin oluşturduğu toplumsal bağlamda gençler yalnız sekülerleşmiyor, güçleri yettikçe zaten çoktan dünyevileşmiş ana-babalarını da sekülerleştiriyorlar. Milliyetçilik bahsinde ise, gerek İYİP’in ortaya çıkışını, gerek Atila Kaya, Suat Başaran, Alişan Satılmış gibi, Alparslan Türkeş’in son yıllarına tanıklık etmiş, Bahçeli’yi bir noktaya kadar desteklemiş ya da ona katlanmış olanların ve elbette onlar nezdinde onlar gibi düşünenlerin parti ile aralarına giren mesafeyi kayda geçirmek gerekiyor: Devletin, daha az devlet olmak pahasına, kimseye yar olmamak için icat ettiği demir çekirdekte bir parçalanma. Haklısınız bu sözünü ettiğim insanlar, öncekilerin “dindarlıktan vazgeçtiği” gibi vazgeçmiyorlar milliyetçiliklerinden ama milliyetçiliğin anlamı çoğullanıyor ve üretebildiği kurumsal yapı içerden de meydan okunabilir hale geliyor. Kolay iş değil, çok zaman alması bu yüzden. Üstelik şiddet üretmeye de gebe. Eskiden ya da halen bir şekilde bu hareketle bağı olan siyasilerin uğradıkları saldırıları hatırlayın. Fakat mevzumuz bu türlü milliyetçiliğin kendi içeriği değil. O da ayrı bir konu. Şimdilik derdim, milliyetçiliğin de bugün hem bizi bir arada tutacak hem devleti meşru bir siyasi birlik olarak tarif edecek merkez tarifinin içeriğine katkıda bulunacak istikrarlı bir içeriğinin, dolayısıyla mecalinin ve enerjisinin kalmadığına dikkat çekmekten ibaret.

YARIN?

Göklerden gelen bir haber var sahiden. Yerde yapılan işler gökleri ısıtıyor. Üç yıldır bitmek bilmeyen bir ekonomik kriz, evlatları babalarından-analarından soğutan adaletsizlikler, riyakârlıklar, sözüm ona merkezi ifade eden ideolojik çekirdek içindeki sürtüşmeler vs derken, yeni merkezi kurarken dikkate alınacak sorunun ne olduğu ortada. İki ayrı versiyonu olan tek bir soru. Versiyonlar şöyle: Birlikte yaşayacak mıyız? Bu devlet meşru bir siyasi birlik olarak sürecek mi? Her iki soruyu “nasıl” parantezine alarak yeniden formüle edelim bir de: Nasıl birlikte yaşayacağız? Bu devlet nasıl meşru bir siyasi birlik olarak kalacak? Devlet dersinde yıllardır oyalandığımız yanlış “Maveraünnehir nereye dökülür?” sorusunu olur olmaz yerde bağıra çağıra burnumuza sokanların cevaplarını sürekli ertelediği asıl sorular bunlar.

Bağlam da çok belalı. Çünkü elimizde yalnız yokluklar var. Mesela bir merkez siyaset tarif edebilmek için doğru dürüst bir orta sınıf olması gerekir der kitaplar. 1980’lerden beri eritilen, yok edilen bir sınıfsal zeminden bahsediyoruz, yok yani öyle bir şey. Mevcut halde adına “orta sınıf” denilen toplumsal kesim alabildiğine borçlu ve bağımlı. Eskisi gibi toplam riski göğsünde -malında, mülkünde, birikiminde, ilişki ağlarında- yumuşatan bir orta sınıftan değil, borç bağımlılığı yüzünden herkes için toplam riski sürekli artıran bir iktisadi yaşam tarzından bahsediyoruz artık. Yani yeni siyasi merkez, “aman orta sınıfı bunaltmayalım” endişesiyle kurgulanamayacak. Diyelim öyle yaptık, herkesin şikâyet ettiği kutuplaşmanın vuku bulduğu yer de yine orta sınıf. En zenginler saraylarda, kara para aklanan otellerde, bilmem kimlerin gemilerinde, futbol kulüplerinin yönetim kurullarında; en yoksullar çöp konteynerlerinin etrafında, herkes gittikten sonra pazar yerlerinde buluşuyor bir türlü (ironinin bu türlüsü için çok özür dilerim). Siyasi merkezin neden muhayyel bir orta sınıfın talepleri, eğilimleri, endişeleri etrafında oluşturulamayacağına daha çok cevap da üretilebilir ama bence bu yazıyı o kadar da uzatmayayım.

Peki ne üzerinden oluşturulacak yeni siyasi merkez? Çok açık değil mi? Yurttaşlık ve her manada eşitlenme talepleri üzerinden. Gidecek başka yer kalmadı çünkü. Reset tuşu çalışamaz halde. Devleti kuralım da demokrasiyi sonra düşünürüz devrinin ezip de geçmediği kimseye dost ve kardeş gözüyle bakmıyoruz. Şimdi devleti kuracak şeyin adı demokrasi. O da şu anın oluşturduğu siyasi manzarada herkesin her türlü hak, hukuk ve adalet talebini masaya koyabileceği bir siyasi açıklık demek. Sonrası Allah kerim. Masa bir kurulsun da hayırlısıyla...

Neyse ki durum o kadar kötü değil, kuruluyor masa, şekilleniyor ufaktan. Tabii bu yeni masayı kendi varoluşlarına tehdit olarak görenler de hepimize kuruluyorlar bir yandan. O masa etrafında birbirimizi iyice yormadan önce atlatmamız gereken bir siyasi dayanışma eşiği daha var. Siyasi merkez de şu ya da bu partinin tek taraflı olarak hamle ettiği muhayyel bir yerde değil, o dayanışmanın vuku bulduğu eşikte belirecek.

Not: Ben bu yazıyla meşgul olurken hemen tüm siyasi liderlerin hayat öyküsüyle pek çok mevzunun sembolü haline gelen Oğuzhan Asiltürk'ün cenazesinde poz vermek için birbirleriyle adeta kıyasıya yarışmaları, siyasetin merkezini tarif etmekle, siyasete bir merkez tayin etmek arasındaki farkı bütün açıklığıyla gözler önüne sermiş meğerse.

1- Bu muhtırayı mümkün kılanın, yolunu döşeyenin 27 Mayıs’taki askeri müdahale olduğuna şüphe yok. Ancak o ilk darbeden sonraki süreçle, 1971’deki muhtıradan sonra yaşanan süreç arasında ciddi bir fark var. O farkı şöyle tarif etmek mümkün. İlki yazılımda bir güvenlik güncellemesi önerirken (belli ki uzun vadede başka güvenlik açıklarına sebep olan), ikincisi tüm her şeyi silip makineye format atmaya benziyor bugünden ve “siyasetin merkezi neresi?” sorusunu temel alarak bakınca. Bu minvalde gidilince 12 Eylül 1980’deki müdahaleyi bir Truva virüsü atağı ve 28 Şubat’ı da Truva atının karnına yerleştirilmiş müstevli askerlerin harekete geçme anları olarak tarif edebiliriz belki.

2- Yalnız bizim mi? Reset tuşuna basma ayrıcalığını an itibariyle alabildiğine öngörülemez birine ve avanesine kaptırmış bulunan, artık kendisinden geriye kalanlar kadarıyla “devlet”in de, tabii meşru bir siyasi birlik zemini olarak varlığını sürdürebilmek için.

Tüm yazılarını göster