Türkiye siyasi tarihine “Anayasa kitapçığı fırlatma krizi” olarak geçen ve yol açtığı kısa-uzun vadeli sonuçlarla egemen sınıf siyasetinde önemli/kalıcı değişimlere, tasfiyelere, yıkım ve ‘doğum’lara yol açan ‘olay’ın tarafları, bu konu hakkında yeterince açık konuşmadılar hiçbir zaman. Ama yaptıkları sınırlı açıklamalarda da birbirlerinden farklı çerçeveler çizdiler. Olay, 19 Şubat 2001’deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında yaşanmıştı. Tarafları, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit ve yardımcısı Hüsamettin Özkan’dı. Aralarında geçen ‘yetki’ tartışması üzerine Sezer, elinde tuttuğu Anayasa kitapçığını Ecevit’e doğru atmış, sert eleştirilerine devam ederken Ecevit salonu terk etmek üzere harekete geçince bu kez Özkan, aynı kitapçığı “Seni halk seçmedi, biz seçtirdik” mealinde sözlerin ardından “nankör” diyerek, Sezer’e geri fırlatmıştı.
Ecevit ve Özkan, derhal Başbakanlık binasına gittiler. Başbakan Yardımcısı ve koalisyon ortağı ANAP’ın Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ı da yanlarına alarak bir basın toplantısı düzenlediler. Ecevit, az önce MGK salonunda tutuşan alevi tüm ülkeye duyuruyordu: “[Cumhurbaşkanı] son derece de terbiye dışı bir üslupla bana ağır ithamlarda bulundu. Devlet geleneklerimizde yeri olmayan, eşi görülmedik bir davranışta bulundu...”
Yangın derhal ‘piyasalara’ sıçradı. Borsa yüzde 15’e yakın kayıpla çöktü. Faizler yüzde 800’e yaklaştı. Zaten kırılgan varlığı, Susurluk kazası, 28 Şubat süreci ve 99 depremiyle bir türbülansa girmiş olan 90’lar Türkiye’si için, artık ‘uzatmaların uzatmaları’ oynanıyordu. ‘Kanamayı’ durdurması için Kemal Derviş transfer edilecek, onun acı reçeteleri iktidar koalisyonunda (DSP-MHP-ANAP) çatlaklara yol açacak ve Ecevit’in sağlığının da dahil olacağı ‘siyasi’ bir sürecin sonunda Bahçeli’nin çağrısıyla 3 Kasım 2002 erken seçimlerine gidilecekti.
Şimdi başlangıçtaki bir noktaya geri dönmeliyiz. ‘Anayasa kitapçığı krizi’nin aktörlerinin farklı yöndeki açıklamaları konusuna... Tekrar etmek gerekir ki taraflar genel olarak bu konudan konuşmaktan ‘hoşlanmadılar’. Ama yarım ağızla konuştuklarında da farklı tellerden çalıyorlardı.
Ecevit, birden fazla gazeteciye yaptığı açıklamalarda, konunun o dönem süren ve bazı bakanlıklar ile bürokratları da ilgilendiren enerji piyasası ihaleleri ile bazı kamu bankalarına yönelik Devlet Denetleme Kurulu incelemelerine ilişkin olduğunu söylüyordu. Jandarmanın (askerin) başlattığı ‘Beyaz Enerji Operasyonu’nda 1991’deki son ANAP hükümetinin bakanlarından Birsel Sönmez de rüşvet almakla suçlanarak tutuklanmıştı. Ayrıca, Sezer’e bağlı Devlet Denetleme Kurulu, hükümete bağlı BDDK’nın denetiminden geçmiş bazı bankaların dosyalarını incelemeye almıştı. Bu bankalar arasında Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan’a bağlı Halkbank da vardı. DSP ve hükümet ortağı ANAP, bunu kendilerine yönelik bir operasyon olarak algılamıştı. Ecevit, enerji operasyonunu jandarmanın yapmasına hükümetin devre dışı bırakıldığını söyleyerek; bankalara yönelik incelemeye ise “denetlemenin denetlemesi mi olur” sözleriyle tepki göstermişti. Ve yıllar sonra gazetecilere konuşurken, ‘Anayasa kitapçığı krizi’nin bunlardan dolayı çıktığını söyledi.(1)
Sezer ise başka bir problem noktasına dikkat çekiyordu. 2017 sonbaharında, bir ödül töreni için gittiği tiyatrodaki kuliste, CHP eski milletvekili Fikri Sağlar’a şöyle söyleyecekti: “Sayın Ecevit iki kez bana gelip Fazilet Partisi'nin kapatılmamasını ve bunun için arkadaşlarım olan Anayasa Mahkemesi üyelerine telkinde bulunmamı istedi, ikisinde de reddettim ve aramızda büyük gerginlik oldu. Bu gerginlik sürerken, Anayasa kitapçığı olayı yaşandı. Asıl neden, Ecevit'in FP konusundaki isteğiydi.” (2)
Bir tarafta ekonomik yolsuzluklar. Diğer tarafta ‘rejime tehdit’ olarak görülen İslamcı partinin kapatılması… 2001 Türkiye’sinin iki ‘temel’ konusu, bir krizin iki farklı kutbu tarafından gerekçe olarak sunuluyordu. Taraflardan biri doğruyu mu söylemiyordu? Yoksa aslında her ikisinin söylediği de doğru muydu? O kavga, Türkiye egemen sınıflarının, gerçekte çok önce başlamış bir dönüşüm ihtiyacının yarattığı gerilimin kırılma noktası mıydı?
Öyleydi. 28 Şubat 1997’den sonra, Ordu, İstanbul burjuvazisi öncülüğündeki çeşitli sermaye grupları ve laik bürokrasi işbirliğiyle başlayan restorasyon, 17 Ağustos 1999’daki depremle birlikte ‘beklenmedik’ bir çıkmaza saplanmıştı. Çöken sadece ülkenin sanayi merkezi değildi; sağcı iktidarların kent ve sosyal politikaları, bizzat ordu eliyle girişilen bastırılmış emek, örgütsüz toplum rejimi, bunlar için imal edilen ideolojik kabuk da yıkılmıştı. 2000 ve 2001 krizleri bu hasarın onarılamayacağını ve bir tür ‘yeni inşa’ya girilmesi gerektiğini göstermişti. TÜSİAD’da temsil edilen büyük sermaye başta olmak üzere yönetici sınıfların bir ‘değişime’ ihtiyacı vardı. Anayasa krizinin patlak verdiği Şubat 2001’den bir ay önce yayınlanan, TÜSİAD’ın “Görüş” dergisi bu ihtiyacın bir tür manifestosu gibiydi.
2001 Ocak tarihli Görüş (3) dergisinin 46. sayısında, Yayın Yönetmeni Dr. Haluk Tükel'in sunuş yazısı, siyasetin finansmanı konusundaki belirsizliklere dikkat çekiyor ve şöyle diyordu: "Türkçe'ye 'kurumsal yönetim' diye tercüme edilen şeffaflık, hesap verebilirlik ve denetlenebilirlik ilkelerini içeren bir anlayışın kamu kurumlarında benimsenmesi Türkiye'nin önünü açacaktır."
Tuncay Özilhan ise derginin ilk makalesi olarak yayınlanan "Yolsuzluk ekonomisi ve iş ahlakı" başlıklı yazısında çok daha net mesajlar veriyordu. "Her gün yeni bir yolsuzluk dosyası ve artık isimlerini karıştırmaya başladığımız operasyonlarla sarsılıyoruz" diyordu Özilhan, "Bugün Türkiye'de yaşanan yolsuzluk olaylarının köklerine indiğimizde bir dönemler uygulanmış olan ekonomi politikalarının izlerini buluyoruz."
Neydi bu ‘kök’ peki? Kamuculuktu Özilhan'a göre: "Türkiye'nin de aralarında bulunduğu birçok ülkede kamunun ekonomideki ağırlığı, sadece üretim süreçlerini etkilemekle kalmamış işadamı-politikacı-bürokrat ilişkilerinin, piyasa ekonomisi ve mantığı ve kurallarının dışında... Piyasa ekonomisini tüm kurumları ve kuralları ile tesis etmek, sadece ekonominin daha verimli çalışması değil, toplumsal hayatta da etik değerlerin korunması açısından gerekli."
Sabrı taşmış bir toplumun, yolsuzluklar ve çürüme karşısındaki reaksiyonunu neoliberal politikaların derinleştirilmesi için fırsat olarak gören bir girişim vardı apaçık. Kombassan, Yimpaş gibi ağır yolsuzluk skandallarıyla da sarsılmış Milli Görüşçü İslamcılığın da tutunma şansı olmayan bir ‘yeni sağcılık’ aranıyordu. Gurbetteki emekçilerin birikimlerini, camilerde, “önce bağış” diyerek namaz erteleme pahasına sömüren modası geçmiş muhafazakârların yerine, yeni dönemin ihtiyaçlarıyla dinselleşmeye maruz bırakılmış örgütsüz yığınların rızasını birleştirebilecek bir aparat…
Özilhan şöyle yazıyordu 2001 Ocak’ta: “Yolsuzluk ekonomisini besleyen bir başka kaynak da siyasi sistem ve yasal çerçeve. Mevcut siyasi ve hukuki sistem, yolsuzluklara zemin oluşturan ekonomik mantığın gerçekleşebileceği bir ortam sunmaktadır. Siyasi yapıdaki demokratikleşme (insan hakları, siyasi özgürlükler, seçim sistemleri, siyasi partiler yasası vb.) merkezi yönetim, yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti gibi alanlarda yaşanan sorunlar ve bu sorunların yol açtığı siyasi kirlenme ve istikrarsızlık, son yıllarda daha sık karşımıza çıkan yolsuzlukları mümkün kılan bir ortam sağlamıştır."
Aynı yılın ağustos ayında, “Milli Görüş gömleğini çıkararak” kurulan AKP’nin parti programı gibi değil mi?
* * *
Türkiye günlerdir bir deprem silsilesinin içinde. Elbette, hem meydana gelen yıkımlar hem de etki alanı açısından 17 Ağustos 1999’la karşılaştırılamayacak depremler bunlar. Oysa iktidar yanlısı kesimlerden “bakın çok daha iyi durumdayız” demek için gelen 99 kıyaslamaları önemli bir yekûn tutuyor. Ama diğer yandan da pek çok insan, 99’la bugün arasındaki ölçek farkına rağmen yaşanan sıkıntıları görüyor. Medya propagandaları ve karartmalarına, tehdit ve soruşturmalara rağmen, beklenen daha büyük depremler için mevcut durumun ne olduğu hakkında bir fikir sahibi oluyor. Geçmişin bilgisi, deneyim, endişeleri büyütüyor. Bu ‘sıcak’ sorun, bir süredir hiç soğumayan ekonomik sorunlar, siyasi belirsizlik, toplumsal krizler ve uluslararası sorunlarla birleşiyor. Ve her açıdan tıkanmış bir rejim, açık zor dışında çözüm üretme kapasitesi konusunda şüphe uyandırıyor. Siyasal iktidarın ortakları eski ve yeni depremler konusunda söz dalaşına giriyor. Satmadığı için dijital yayına geçen merkez yayın organından ‘ulusalcı’ sesler yükselirken, Erdoğan’ın vaktiyle en yakınında bulunmuşlardan “Bunlar FETÖ’cü” feryatları yükseliyor. Bazı ‘ittifaklar’ın katı şekilde değiştiği anlaşılıyor. Ama siyasal atmosferdeki bu debdebe, bir yandan da egemen sınıflar için yeni bir ‘dönüşüm’ ihtiyacının işaretlerini veriyor. Aynı esnada ‘muhalefet’ simaları ise “bu zor zamanlarda siyasetin sırası değil” diyerek kendi sırasını sabırla beklediğine dair teminat veriyor.
Klişe pahasına söylemeli; teşbihte hata olmaz: Türkiye, düşük yoğunluklu bir 1999-2002 süreci yaşıyor.
(1) Bülent ve Rahşan Ecevit çiftinin bu krizin arka planına ilişkin anlatımları için, Ecevit’in Anıları, Mehmet Çetingüleç, Doğan Kitap ve Karaoğlan, Rıdvan Akar-Can Dündar, İmge Kitabevi, kitaplarına bakılabilir.
(2) https://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/ecevit-fp-kapatilmasin-dedi-sezer-teklifi-kabul-etmedi-2077489/
(3) https://tusiad.org/tr/yayinlar/gorus-dergisi/item/9197-tusiad-gorus-dergisi-no-46