2008 yılının Temmuz ayında hamileliğimin 28. haftasında yüksek tansiyon nedeniyle hastaneye başvurdum, gebelik zehirlenmesi (preeklampsi) teşhisiyle servise alındım. Doktorlarım durumu “Biz bebeğin gelişimini takip ediyoruz, siz şimdi kendinizi bir küvöz gibi düşünün, yakın zamanda çıkmayı beklemeyin.” biçiminde açıkladı. Toplam 35 günlük hastane sürecimin başında doğumun erken olacağı belliydi. Hastaneye yattıktan iki hafta kadar sonra, Ağustos başında Ankara Dr. Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde, 15 gün içinde 27, bir ay içinde ise 42 prematüre bebeğin ölüm haberleri basına yansıdı. Hastanede prematüre bebek kabullerinin fazla olması, bazı küvözlere birden fazla bebeğin alınması, yeterli personelin bulunmaması da yine haberlere yansıyan konulardı.
Tam bu sıralarda bebek için küvöz aramaya başladık, doğum için kritik bir eşikte olmama rağmen İzmir’deki hastanelerde küvöz olmadığı için günlerce doğum yapamadım. Aldığım ilaçlar fayda etmemeye, tansiyonum yükselmeye başlamasına, yer yokluğundan hayati riske rağmen beklemeye devam ettik. Doktorlarım, üniversiteden hocalarım civar iller de dahil olmak üzere küvöz arıyor, üniversite arkadaşlarım helikopterle İstanbul’a gitmemi ayarlamaya çalışıyor, hiçbir yerden olumlu cevap gelmiyordu. En sonunda babam “Biz bir küvöz alalım, çocuk doğsun, sonra da hastaneye bağışlayalım.” çözümünü sundu, ancak bu alımlar da devlet denetimindeki ihale süreçleriyle alındığından işlemedi. Sıradan bir insan için kısa, yüksek tansiyonlu ve hayati risk taşıyan bir hamile için bir ömür olan dört beş günlük bir sürecin sonunda özel bir hastanede bir küvöz boşaldı. O doktorla konuşmamı unutamıyorum: “Yalnız bizim gecelik fiyatlarımız biraz yüksek, 657’ye tabiyseniz gene iyi tabii.” Oysa o sırada ne 657’yi ne de maliyeti düşünecek durumdaydım, ben küvözü ayırtırken doktorum 112’den ambulansı ayarladı; çünkü bir prematüre bebeğin yaşaması, sağlıklı olması için hiçbir şeyin aksamaması gerek, her şey ucu ucuna da olsa denk gelmeli.
Sonuç olarak oğlum 32 haftalık ve 1150 gramlık çok düşük doğum ağırlıklı bir bebek olarak dünyaya geldi, 39 gün boyunca özel bir hastanede küvözde kaldı. Küvözde prematüre bebeklerde sıklıkla rastlanan nekrotizan enterokolit (NEK) ve Grade 1 düzeyinde beyin kanaması geçirdi. 39 gün küvözde kaldıktan sonra, geleneklere denk düşen bir tesadüfle kırkı çıktığında 1780 gram olarak evimize geldik, takip eden üç ay boyunca evde misafir ağırlamadık ve ziyaretçi kabul etmedik, prematüre bebek takibi ve düşük kilo seyri yıllarca devam etti. Biz Eylül ayı boyunca bebeğin gelişimini takip ederken İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde, bir gün içinde 13 prematüre bebek yaşamını yitirdi. O bebeklerden biri benim çocuğum da olabilirdi. Bütün bu yaşadıklarım, hastane koridorlarındaki tanıklıklarım anneliğimi de anneliğe bakışımı da derinden etkiledi.
Annelik travmadır. En sorunsuz gebelikte, en sıkıntısız doğumda bile bir anne kendi sağlığı ve bebeğin sağlığı için kaygı duyar. Bu kaygı profesyonel hayata ve sosyal ilişkilere de yansır. Prematüre anneleri ve çocukları özel bakım gerektiren anneler, çok daha fazla riskle ve belirsizlikle karşı karşıya olduklarından kaygıları daha derin ve daha kalıcı bir etki bırakır. Aylarca bebek yoğun bakım kapılarında bekleyen, süt taşıyan, takip süreçlerinde kas gelişimi, göz muayeneleri, fizik tedaviler için mesai harcayan anneler için birey olmak hep ikinci plana atılır.
YENİDOĞAN ÇETESİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Aylardır Yenidoğan Çetesi’nin kurduğu tezgâhı takip ediyor, iki haftadır mahkemedeki ifadelerini ve kendilerini temize çıkarma çabalarını dinliyoruz. Sanık konumundaki sağlık personeli gelirlerinin düşük olmasından dem vuruyor, doktorlar olayın sadece yenidoğan bebeklerle ilgili olmadığını diğer birimlerde de yaşandığını söyleyerek yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışıyor. Sağlık Bakanı özel hastanelere yönelik denetim yoksunluğundan utanmak, sıkılmak, suçluluk duymak şöyle dursun, olay olup bittikten sonra soruşturma yaptığı için takdir bekliyor. Bu sürece yönelik analizler genellikle sağlık sistemindeki çöküşe, yapılan yolsuzluklara odaklanıyor, sağlık sektöründeki özelleştirmelerin ve sağlık hizmetlerindeki metalaşmanın insan hayatını önceleyen tıbbi etik kurallarını hiçe saydığını vurguluyor. Sağlık sektörünün ekonomi politiği, sektörün tabi olduğu yasal kurumsal çerçevenin etkinliği, kamu yararının üstünlüğü elbette önemli, ancak en az o kadar önemli olan bir başka mesele de bu yaşananların iktidarın sürekli kadınlara dayattığı toplumsal cinsiyet anlayışının ve kutsal annelik mitinin ikircikliği.
AKP iktidarı ekonomiden eğitime, sosyal politikadan kültüre her bir politika alanında kadınları aile kurumuna ve annelik rolüne hapsetmeye çalışıyor. Üstelik bunu yaparken, anneliği de ancak ve ancak belli bir biçimde, örneğin normal yoldan en az üç çocuk doğurduğu takdirde tasdik ediyor. Yakın zamanda tartışmalara yol açan kamu spotunda Sağlık Bakanlığı, sözüm ona yüksek sezaryen doğum oranına dikkat çekmeye çalışırken, doğmamış bir bebeğin ağzından aktardığı bir mesajla, makbul kadın vatandaşın normal yoldan doğum yapan bir anne olduğunu bilinçaltımıza zerk ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan katıldığı törenlerde “Kaç kardeşsiniz?”, “Kaç çocuğunuz var?” sorularını soruyor, düğünlerde en az üç çocuk, en az beş çocuk önerilerinde bulunuyor. Kısacası AKP için makbul kadın olmanın yolu annelikten geçiyor. Oysa her doğumun kadının bedenine, sosyal varlığına bir maliyeti var. Sürekli dayatılan bu çocuk talebi kadınlara yönelik bir “damızlık” algısına dönüşüyor. Ama iktidarın hakkını yemeyelim, bu doğurganlığın ödülleri de yok değil. Örneğin, anneler her bir doğum için iki yıl borçlanabiliyor, primlerini kendileri ödeyebiliyor. Eteğindeki üç çocukla çalışamayan anneler için, evdeki imkanları kullanarak yaptıkları ürünleri ticari metaya dönüştürdükleri takdirde vergi de alınmıyor. Yetmedi, 34 yaş üstü kadınlara üniversitelerin belli bölümlerinde sınavsız kontenjan dahi veriliyor, neyse ki bunun için anne olma şartı aranmıyor.
İktidarın doğrudan anneliği kutsayan ve dayatan yaklaşımlarının yanı sıra, kadınların özgürleşmesine ve güçlenmesine yönelik uygulamaları baskılamak adına aba altından sopa gösterdiği durumları da göz ardı etmemek gerekir. Geçtiğimiz hafta Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Yerel Yönetimler Genel Müdürlüğü’nden Millî Eğitim Bakanlığı Özel Eğitim Kurumları Genel Müdürlüğü’ne gönderilen ve belediyelerin “eğitim-öğretim faaliyeti gösteren eğitim kurumları açmaları” konusunda uyarılmasını talep eden yazısı gündem oldu. Yazının basına yansımasıyla Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi devreye girerek açıklamada bulundu. Ancak son tahlilde, belediyelerin çocuklara yönelik tesisleri için gösterilen hassasiyet cemaat evleri ve tarikat tesisleri için konu bile edilmedi. Yine geçtiğimiz hafta, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü kapsamındaki gösteriler yasaklandı, kadınlar sokaklarda devlet şiddetiyle karşılandı. Ailenin yükünü sırtlanan, birincil sorumluluğu annelik olarak saptanan ve sosyal varlığı hane içine hapsolan kadınların azımsanmayacak bir kısmı, ekonomik ve sosyal güçlenme fırsatı bulamadıkları için ataerkil düzenin içinde fiziksel, psikolojik ya da cinsel şiddete maruz kalıyor, buna karşı seslerini duyurmak isteyen kadınlar ise devlet şiddetiyle karşı karşıya kalıyor. Hâkim ideolojinin toplumsal cinsiyet algısı hastanede, sokakta, evde kadınları cendere altında tutmak için her yolu deniyor.
Annelik bir tercih ve bu tercih aile üyelerinin hayatının geri kalan kısmını tamamen etkileyecek, beklenmedik riskler içeren bir tercih. Bu riskler, bütün dünyada doğurganlık, bebek ölüm oranları, annelerin doğumda ölüm oranı ve diğer istatistikler makro ölçekte insani gelişme göstergesi olarak değerlendiriliyor ve bir toplumun toplumsal cinsiyet eşitliği, kadının güçlenmesi ve üreme sağlığı konularında nerede durduğunu gösteriyor. Dolayısıyla annelik siyasi bir hedef, söylemsel bir araç olmaktan çok siyasetin doğru işleyip işlemediğinin bir göstergesi oluyor. Mevcut iktidar, söylemleriyle anneliği kutsadığı kadar eylemleriyle güçlü kadınları, güçlü anneleri desteklemek için çalışmıyor. Gelişmiş bir ülkede milyon dolarlık davaların konusu olacak prematüre bebek ölümleri, Türkiye’de kader kurbanları gibi görülüyor. Siyasal uzlaşı çerçevesinde desteklenmesi gereken belediye girişimleri ideolojik kutuplaşmaya kurban ediliyor. Seslerini bir nebze olsun duyurmak isteyen kadınlar yasaklarla karşılanıyor. Bu şartlar altında kadınlar adına iyimser olmak da giderek zorlaşıyor. Kadın, yaşam ve özgürlük adına kazanımlar daha fazla dayanışma, daha fazla kararlılık, daha dirençli stratejiler gerektiriyor.