''Geçmiş yıllarda ifade özgürlüğüne uygulanan tehdit ve baskıların ceremesini yaşamış biri olarak, ifade etmek isterim ki, hiçbir basın mensubunun mesleki faaliyetleri dolayısıyla baskı görmesine, bu baskılar yoluyla basın özgürlüğünün tehdit edilmesine müsaade etmeyiz.”
24 Temmuz 2011 tarihinde dönemin başbakanı Erdoğan’ın basında sansürün kaldırılış gününün 103'üncü yılı dolayısıyla yayınladığı bu mesajın altıncı, basında sansürün kaldırılışının ise 109'uncu yıl dönümünde Cumhuriyet gazetesinin yazar, muhabir ve yöneticisi tutuklu 11 kişi hükümete yakın medyanın yoğun saldırıları eşliğinde mahkeme karşısına çıkarılıyor.
Sansürün sözüm ona kaldırılışının (Türk basın tarihi aynı zamanda sansür tarihidir) 109'uncu yıl dönümü olan bugüne (24 Temmuz) denk getirilen Cumhuriyet gazetesi davasını izlemek, meslektaşlarına destek olmak ve birbirleriyle haberleşmek için bir grup gazetecinin WhatsApp grubu oluşturduklarını, 10 insan hakları savunucusunun Büyükada’daki stresle baş etme toplantısının polis tarafından basılmasının ardından, yandaş medyanın manşetlerinden öğrendik. Hükümete yakın medya bu basit WhatsApp grubunu, tıpkı hak savunucularına yaptığı gibi manşetlerden, gazetecilerin isim ve istihbarattan “bildirilen” “geçmişleri” eşliğinde skandalize etti.
CESEDİYLE YAŞAMAK İÇİN TOPLUMU ÖLDÜRMEK
Rasyonel aklın devre dışı bırakıldığı bu tür skandalizasyonlar, komplo teorileri silsilesini izah etmeden karşı karşıya bulunulan ortak tehlikeyi anlamak etmek mümkün değil.
Gérard Rabinovitch, “Terörizm mi? Direniş mi?” kitabında Marquis de Custine’den şu sözleri aktarıyor: “Toplum, anlamı boşaltılmış ya da çelişik kelimelere bel bağladığı için yok olacaktır. Böylesi bir durumda, okurlarını ne pahasına olursa olsun korumak isteyen ve kanaatin aldatıcı yankıları olan gazeteler bir ay daha anlatacak şey bulabilmek için hiç çekinmeden altüst oluşa yol açarlar. Cesediyle yaşayabilmek için toplumu öldürürler.”
Marquis de Custine’in “gazeteler” dediği yere “iktidarlar” sözcüğünü ekleyebiliriz. Keza bu tespitini, düşman bellediklerinin göz kırpışını bile skandalize edebilecek kadar hakiki gerçekliğin düşmanlığına soyunmuş olan bizdeki “yandaş” gazetelere rahatlıkla uyarlayabiliriz.
Hepsi yıllardır benzer alanlarda gazetecilik yapan, çoğu eş-dost gazetecinin WhatsApp grubunu günlerdir manşetlerden “kaos planlayıcıları” şeklinde skandalize ederek hedef gösteren yandaş medyaya en iyi yanıt herhalde Albert Camus’nün şu sözüyle verilebilir: “Bir nesneyi yanlış adlandırmak, bu dünyanın felaketine katkıda bulunmaktır”. Çünkü aslında hakiki gerçekliği yok ederek tasarlanmış “gerçekler” üretenlerin savaşı, refaha, gönence karşı felaketin aktörlüğünden ibarettir.
Bu savaşın da temel aktörü elbette yandaş medya değil, onun yanlandığı iktidardır.
YALANI İNANILIR, CİNAYETİ SAYGIN KILMAK
Meşruiyet kaygısı duymamaya başlayan (dolayısıyla meşruiyeti sonlanan) bir devletin elindeki “meşru şiddet” tekeli zamanla topluma yönelik tehdide dönüşür. Teoride devleti devlet yapan, meşru şiddet tekelini elinde bulunduran aygıt olmasıdır. Şiddet tekelinin “meşruiyet zemini” olan hukuk ve adalet umursanmamaya başlandığında, geriye kalan klasik anlamda bir devlet değil başka bir şiddet üretim mekanizmasıdır.
Yine teorik olarak halk, devlete şiddet tekelini belli şartlar altında “devretmiştir.” O şartların başında da hakkaniyet, adalet yahut toplumsal mutabakat hangi anayasal zemin üzerinde inşa edilmişse o şartlar gelir. Şiddet tekelinin devir şartları devleti yönetenler tarafından ihlal edildiği zaman toplumla devlet arasındaki “mutabakat” sarsılır ve giderek sonlanır. Tarih boyunca devletlerin yıkımı da yıkılırken kendi tebalarına felaketi yaşatmaları da eğer dışsal bir işgalin değilse içerideki meşruiyetin yitimiyle olmuştur.
İktidarlar, halkla “mutabakatı”, bizzat kendi ihlalleri dolayısıyla sonlanmaya yaklaştığında, Camus’nün işaret ettiği gibi “nesneleri” yanlış anlamlandırmaya, hakiki gerçekliğin yerine tasarlanmış “gerçeklikleri” yerleştirmeye çalışır. Bunun için de yasaların öngörmediği, dolayısıyla meşru olmayan “yersiz” şiddete, manipülasyona, dezenformasyona, şantaja, skandalizasyona başvurur. Yandaş medya, tüm bu sürecin sadece bir aparatçığıdır.
Orwell, “Siyasal dilin işlevi yalanı inanılır, cinayeti de saygın kılmak, sadece bir esinti olan şeye istikrar görünümü vermektir” diyor ama bu görünümün sürdürülebilir kılınması çetin bir savaş ve hakikati yok edişle mümkündür. Hakikatin yok ediliş süreci ilk etapta bizlere komik gelebilir, “Hero” yazılı tişört giydi diye insanların FETÖ’cü olarak ihbar edilmesi ve bu ihbarların dikkate alınarak tahkikat yapılmasında olduğu gibi. Ancak bize ilk etapta gülünç gelen devlet paranoyası kendini tekrarladıkça olağanlaşır ve yeni bir hakikate dönüşerek hepimizi sarmalar. Öyle ki, daha şimdiden kim bilir kaç hanede sobalar, şömineler “Hero” yazılı tişörtlerin ateşe verilmesi için yanıyordur!
ENFLASYONİST VE MÜSTEHCEN ABARTI
1984 isimli romanında mutlak iktidarın yeni dili olan “Yenikonuş” ile “devrimden” önce kullanılan yasaklanmış “Eskikonuş” arasında mukayese yapan Orwell’a başvuralım yine: “Yenikonuş’un amacı yalnızca İngsos’a bağlı olanların zihinsel alışkanlıklarına ve genel fikirlerine uygun bir ifade tarzı sağlamak değil, aynı zamanda her türden başka düşünce biçimini de olanaksız kılmaktı. Yenikonuş kesin olarak benimsendiğinde ve Eskikonuş tümüyle unutulduğunda, düşünce kelimelere bağımlı olduğu ölçüde, sapkın bir fikir -yani İngsos’un ilkelerinden sapan bir fikir- kelimenin gerçek anlamıyla imkânsız olacaktı.”
Siegfried Kracauer, Orwell’ı bu açıdan tasdik ediyor: “Egemen dil ona (kitleler çağındaki insana-İ.A.) her gün ihanet eder, idrak gücünü söndürür, yargı yetisini daraltır, insanlık olasılığını iyice azaltır. Enflasyonist ve müstehcen abartı ya da sözcük anomisi halindeki dilsel kaşeksi.” (Kaşeksi: Beslenme işlevlerinin tümüyle bozulmasıyla oluşan ileri derecedeki zayıflık.)
Düne kadar olağan olan her şey skandalize ediliyor. İktidar ve yandaş medya toplumu ve muhaliflerini “Yenikonuş” kodlarıyla konuşmaya, o çerçevenin dışında düşünmemeye zorlarken, sıradanı sıra dışı, sıra dışıyı sıradanlaştırıyor.
Örneğin dünyanın 1960 yılında kaybettiği nadide filozof Camus'nün, kapatılan Özgür Gazeteciler Cemiyeti Eş Başkanı Nevin Erdemir için hazırlanan iddianamede Spinoza’yla birlikte PKK üyesi olarak yer aldığını biliyor musunuz?
Düne kadar bir AB projesinden fon almak, WhatsApp grubuna üye olmak, “Hero” yazılı tişört giymek olağanken nasıl olağanüstüleştirildiyse, yarın, şu an tahayyül edemeyeceğimiz olağan şeyler de olağanüstüleştirilecek, “skandala” dönüştürülecektir. Bir toplum bu gidişatın farkına ne kadar erken varırsa, felaketi de o kadar teğet geçebilir. Bugün Camus’yü yediren toplum, yarın hakikatin tümünü yitirebilir.