Sohbetlerin yakıtı: Dedikodu!

Kolektif Kitap’tan, Ezgi Kardelen’in çevirdiği, Robert Fulford tarafından yazılan, Anlatının Gücü “Kitle Kültürü Çağında Hikayecilik” kitabı insan hasletinin vazgeçilmezlerinden anlatıyı, geçmişten bugüne yavaş adımlarla takip ediyor. Anlıyoruz ki; dedikodu biçiminde başlayan medeniyet tarihinin yazımından gazeteciliğe dönüşmesine, dünya edebiyatının aristokrasisine şık bir şekilde yerleşmesine ve son olarak iletişim çağında elektronik anlatının sahnelerde yerini almasına kadar bütün insanlık tarihi anlatmalara doyamamak üzerine kurulu.

Abone ol

DUVAR - En az iki kişinin bir araya geldiği yerde sohbetin yakıtı ne olur? Dedikodu.

Bir fantezi unsuru olarak anlatmak, zaman geçsin diye anlatmak, anlatmadan duramamak… Anlatmalara doyamayan halimizin antropolojik kökenini Clifford Geertz, “bir deneyimden anlam çıkarma dürtüsü, ona biçim ve düzen kazandırma isteği en bilindik biyolojik ihtiyaçlar kadar gerçek ve güçlüdür” diye anlatmış.

Kendimizden, dinlediklerimizden bildiğimiz kadarıyla anlatmak; elinde çekiç, hikayenize sil baştan çekidüzen vermek de aynı zamanda. Yani hikayeye nerden başladığımız, hangi dokunaklı nüvelerden faydalandığımız önemli. Serinkanlı yorumların yüzü suyu hürmetine nasıl da dinleyiciyi ustaca yönlendirdiğimiz de. Bir gazetecilik ilkesi olarak “mesafeli bakmak” öteden beri mesleğin nasihatlerinden biri. Bu klişe, suistimale açık anlatıya karşı alınmış bir önlem sadece. Nefes aldığı sürece zihni habire çalışan insanın, gördüğü şeye kayıtsız kalması, gördüğü gibi bırakması ne kadar mümkün? Evet böyle 'anlatınca' korkunç geliyor kulağa ama muazzam bir dengesi de var; fısıltıyla ya da bile isteye yüksek sesle konuşulanların… Sakin, korkmayınız.

Dostoyevski, Ecinniler’de “gerçeği gerçeğe benzetmek için mutlaka biraz yalan katmak gerekiyor” diyor. Antropolojiden edebiyata ortak kanı, anlatının tüm biçimlerinin esrarengiz bir şekilde insanlık tarihinde hep olması. Kolektif Kitap’tan, Ezgi Kardelen’in çevirdiği, Robert Fulford tarafından yazılan, Anlatının Gücü “Kitle Kültürü Çağında Hikayecilik” kitabı insan hasletinin vazgeçilmezlerinden anlatıyı, geçmişten bugüne yavaş adımlarla takip ediyor. Anlıyoruz ki; dedikodu biçiminde başlayan medeniyet tarihinin yazımından gazeteciliğe dönüşmesine, dünya edebiyatının aristokrasisine şık bir şekilde yerleşmesine ve son olarak iletişim çağında elektronik anlatının sahnelerde yerini almasına kadar bütün insanlık tarihi anlatmalara doyamamak üzerine kurulu.

Anlatının Gücü, Robert Fulford, Ezgi Kardelen, 152 syf., Kolektif Kitap, 2014.

ANLATI GAZETECİLİĞİ OLAN 'EDEBİ GAZETECİLİK' 

Kendisi de bir gazeteci olan Robert Fulford, “Öyle ya da böyle, söz konusu olayları kendi ilkelerimiz bağlamında değerlendiririz, çünkü hikayeler mutlaka ahlaki bir tutum almamızı gerektirir” diyor.

“Dedikodu, varlığını edebiyatın halk sanatındaki karşılığı, olayları özetlemenin ve anlamlarını araştırmanın kestirme yolu olarak sürdürdü. Hikaye anlatmanın daha ihtişamlı diğer biçimleri gibi, dedikodu da endişelerimizi ve korkularımızı ifade eder, yargılar ortaya çıkar.” Hayatlarımızdan biliyoruz. Fısıltıyla söyle, gerisine karışma. Sonuç ya yalan haberin ahenkle dağılması ya da gizli, sihirli bir elle adalete yardımcı olma.

Fulford, gazetecilerin kullandığı adına “ters piramit”* denilen makale biçimini, bir ofiste çalışanların birbirine gönderdiği notlara benzetiyor ve hikayede olması gereken temel özelliklerden -belirsizlik, düzen, anlatıcının sesi, atmosfer, bakış açısı- yoksun olduğunu söylüyor ve devamında kuşkucu gazeteciler arasında nesilden nesle devam eden kadim bir kuraldan bahsediyor: “Gerçeklerin iyi bir hikayenin önüne geçmesine asla izin verme.”

Anlatıyla gerçeklik arasında uzlaşma sağlamaya çalışmış, “edebi gazeteciliğin” bulucularından George Orwell’ın haber yazarken kullandığı yorumlar, yazanın bir makine değil insan olduğunu imliyordu. Peki, edebi gazetecilikten korkmak niye? Fulford, bu yazarlık türünde uzmanlaşmış Jon Franklin’in American Journalism Review dergisi için yazdığı makaleden alıntılayarak anlatıyor: “Edebi gazetecilik, gazeteciliğin sorumluluklarını bir hayli arttırır. Olgularla gerçeklik arasındaki ilişkiye gerektiği kadar saygı göstermeyen gazeteciler, mesleğin güvenirliğini sarsabilir.”

KENDİMİZİ YARATMADA ANLATI 

Fulford, anlatının insan hayatındaki yerini ayrı kollardan eşelemeye devam etmiş ve “Kendimiz için bir anlatı inşa ederiz ve bir günden ötekine bu ipi takip ederek ilerleriz” demiş. Misal, 1930’ların en ünlü yerlisi olan ve kendini Apache olarak tanıtan ve bu kimliğiyle ormanlık alanların korunması gerektiğini savunan Grey Owl’un esasında bir İngiliz olan Archie Belaney olmasını anlatmış Fulford. Owl ya da Belaney, Buckhingam Sarayı’nda konuşma yapacak ünlenmiş. Hatta konuşmanın sonunda kralın omuzlarına vurup “Güle güle kardeşim, seni izliyor olacağım,” diyebilecek kadar kendinden eminmiş.

TARİHİ OLUŞTURAN ANLATI 

Robert Fulford

“Her şey Mezopotomya ve Mısır’da başlamıştı; Araplar rakamları, Finikeliler ilk fonetik alfabeyi, Yunanlılar demokrasiyi, Romalılar geniş çaplı devlet yönetimini, Museviler tek tanrı düşüncesiyle ahlak sistemini, Hristiyanlar da kurtarılma düşüncesine dayanan ve uluslarası çapta bir kilise üzerine temellendirişmiş maneviyatı yaratmıştı.”

Bu kabataslak tabloya göre insanlığın, medeniyeti bayrak yarışındaki bayrak misali nesilden nesile aktardığını söylüyor Fulford. Büyük anlatıların, sorgusuz sualsiz, tarih yazımında insanların aklında mıh gibi kazındığını anlatıyor. Misal, büyük anlatı örneği olarak şu tümceyi örnek veriyor: “Kolomp Amerika’yı keşfetti.” Buradan hareketler meselenin bir başka yanına da işaret ediyor: “Kıtada zaten yaşamakta olan pek çok insan bulunduğuna göre, Amerika’yı keşfeden Kolomb değildi. Bu sözcükler Avrupa merkezli ve emperyalist bir zihin yapısını ifade ediyordu.”

Öteden beri üzerinde dönüp dolaşılan konu, anlatı meselesi. Walter Benjamin’ın Son Bakışta Aşk’ta tariflediği gibi, çömlekçinin parmak izleri çanağa nasıl yapışıp kalırsa, anlatıcı da hikâyesinde öyle iz bırakıyor. Kişisel tarihlerimiz, devletlerin resmi tarihi, ideolojiler, gazetecilik anlatının insanlık tarihindeki yerleri.

*İlk paragrafta ayrıntılara yer vermeden haberin özetlenmesi. Bilgilerin en önemliden daha az önemliye doğru, başlık/ ana yazı bölümü/ gelişme/ sonuç olarak sıralanması.