Haftalarca süren mücadeleye rağmen, iktidarın yasama pratiğinin tipik bir başka uygulamasını, bu kez sokak hayvanlarının katli konusunda yaşadık. “Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” günlerce komisyonda tartışıldı, bu süreçte sivil toplumdan ve muhalefetten tepkiler yükseldi. Beklendiği gibi, bu tepkiler iktidarın umurunda olmadı ve teklif hızla TBMM Genel Kurulu’na getirildi; burada da 24 saatten biraz fazla bir sürede görüşülerek 29 Temmuz Pazartesi günü 17 madde halinde yasalaştı. Meclis tatile girmeden önce, yasaya oy veren vekiller Meclis kürsüsü önünde zafer pozu vererek tarihe belge bırakmayı da ihmal etmediler.
Yasanın içeriğini uzunca tartışmaya gerek yok. Geçtiğimiz haftalarda onlarca yazar konuyu çeşitli boyutlarıyla ele aldı, uzmanlar görüşlerini ifade etti. Söz konusu düzenlemenin, kamuoyunun yasama süreci içinde en çok bilgilendiği düzenlemelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu düzenlemeyle sokak köpeklerinin belediyeler tarafından toplanması, barınaklara doldurulması ve kısa süre sonra da öldürülmesi söz konusu olacak. Daha yasa teklifi üzerindeki Komisyon görüşmeleri tamamlanır tamamlanmaz ülkenin dört bir yanından köpek toplama ihbarları ve görüntüleri yayılmaya başladı.
Hayata geçirilmesi planlanan uygulamanın sakıncaları, yukarıda değindiğim gibi, etraflıca paylaşıldı, duymayan kulaklara uyarılar yapıldı. Hem yasanın hem de yasama performansının kendisinin politik işlevi ve boyutları üzerine de zihin açıcı analizler yapıldı. Ben bu tartışmalara, konunun politik boyutunu genişletmek yerine daraltarak katkıda bulunmak istiyorum. Bu yazıda konunun kentle ilişkisine odaklanacağım; zira “sokak hayvanı” demek, sokağın -dolayısıyla kamusal mekânın- parçası olan hayvan anlamına geliyor. Öyleyse sokağın parçası olan hayvanın sokağa -dolayısıyla kente- dair hakları üzerine düşünmek gerek. Sokağı sadece insan merkezli bir mekân olarak düşünmekten çıkarmak, öncelikle etik bir sorumluluk. Bunun ötesinde, bu düşünme biçimini aşmak, insanlar için de özgürleştirici bir potansiyel içeriyor.
“Kent hakkı” kavramı ilk olarak Henri Lefebvre tarafından ortaya atıldığında, kentsel yaşamın (ve kentsel toplumun) özgül bir yapı olduğuna işaret ediyor ve bu yapıya içkin eşitsizliklerin bu farkındalıkla ele alınması gerektiğini ima ediyordu. Kavram son yirmi yılda, özellikle kentlere yönelik neoliberal saldırı bağlamında daha detaylı bir tartışmanın konusu haline geldi. Dahası, kuramsal bir tartışmanın ötesinde, somut bir hak olarak ele alınmaya başlandı. Bu tartışmada kent hakkı, dar anlamıyla kentin sağladığı olanaklara erişim olarak kavranır; bu erişimden yoksun olanların da bu olanaklardan yararlanabilmesi için bir çağrıdır. Geniş anlamıyla ise kent hakkı, (özellikle David Harvey’in vurguladığı gibi) başka türlü bir kent arzusunun ifadesidir; kentte özne olmak, kenti başka türlü (daha adil ve eşitlikçi biçimlerde) üretme erkine sahip olmak demektir.
Bu tartışma devam ederken, bir yandan da yaşadığımız ekolojik krizin giderek önümüze koyduğu bir başka tartışma, gezegenle kurduğumuz ilişkinin insan (ve kâr) merkezli niteliği. Hem modernist düşünme biçimimizin getirdiği ve şimdiye değin sorgulamadan kabul ettiğimiz insan-merkezlilik hem de kapitalizmin bulduğu her şeyi sömürme eğilimi, gezegeni yıkım noktasına getirdi. Bu durumun dayattığı yüzleşme, “insan-olmayan”ların da var olma hakkına saygı duymak zorunluluğunu (ve sorumluluğunu) etik bir melese olarak önümüze koyuyor. Kente de böylesi bir ekolojik perspektifle baktığımızda insan-olmayanların kentteki varoluşlarını düşünmeye başlayabiliriz.
Kenti düşünürken insanı merkezden uzaklaştırmak aslında kente dair düzen anlayışımızı da yerinden oynatmak anlamına geliyor. Mükemmel, steril ve düzenli kent fikrini -ki bu fikir başından itibaren ideolojiktir- bir yana bırakmak ve kenti gerçek haliyle, yani kirli, karmaşık ve çoklu yapısıyla kabul etmek, gerçekten demokratik bir kent tahayyül etmek için ilk şart. (Burada bir parantez açarak, sokak hayvanlarına karşı bilenen nefretin, sokak hayvanları kente dışsal olan ve kentsel düzeni tehdit eden her şeyin -en başta mültecilerin- bir mecazı haline getirilerek yeniden üretildiğini vurgulamakta fayda var). Ve hayvanları kentin sakinleri olarak düşünmek, böylesi bir tahayyülün ilk adımı olmalı. Burada şuna dikkat etmeli: sokak hayvanlarına bizden aşağı olan ve bu yüzden de bizim insaf ve şefkatimize ihtiyacı olan varlıklar olarak değil, kent üzerinde en az insanlar kadar hakkı olan varlıklar olarak bakmamız gerekiyor.
Sokakta yürüyorsunuz. Bir duvar kenarında bir plastik kap içinde temiz su ve kabın yanı başında yere bırakılmış bir avuç mama görüyorsunuz. Bunları, bulundukları yere en yakın dükkânın sahibi de bırakmış olabilir, sokaktaki apartmanlarda yaşayan mahallelilerden biri de. Hatta ikisi birden bile olabilir; biri suyu, diğeri mamayı koymuştur belki, belki de konuşulmamış bir rotasyon söz konusudur. Bu gördüğünüz üzerine düşünmeye başladığınız anda sokak, soyut kamusal mekân olmaktan çıkıp, somut, müşterek mekân haline geliyor. Zorunlu olmayan bir sorumluluk ve ortaklaşılan bir pratik, neredeyse bir ritüel; çıkarsız, kolektif. Ama bu yine de sokak hayvanını nesneleştiren, sadece insan-insan arası ilişkilere sıkışmış bir kavrayış. Bir adım daha ileri gidelim. Kamusal mekânı, karşılaşmaların mekânı olarak düşünürken, farklılıkların etkileşiminden bahsediyoruz ama bunu insanların çeşitliliği çerçevesinde düşünüyoruz. Oysa aynı şekilde insan-olmayanlarla karşılaşmanın da zemini kamusal mekân. Sokaktaki köpek, kendi gündelik ritmi ile müşterek mekâna katılırken, insanların gündelik pratiklerini ve ritimlerini de dönüştürüyor. Sokağın belli noktalarını, günün belli saatlerinde -bazen güneşi, bazen gölgeyi seçerek- kullanıyor, kendi mekânı haline getiriyor. Sokağın kendisini sahiplendiği gibi, kendisi de sokağı sahipleniyor. Sokağın sakinleri için sadece aşina olunan bir nesne değil, bir tanıdık haline geliyor.
Ölçeği daha da büyüterek bakmak mümkün bu insan ve insan-olmayan birlikteliğine. Araç kullanıyorsunuz; karşıdan karşıya geçen hayvanın -kedi veya köpek- telaşsızlığı hem sizi onun ritmine uymaya zorluyor -yavaşlıyorsunuz- hem de içinde bulunduğunuz koşturmaca hali üzerine düşündürüyor. Bu koşturmacanın içinde olmadığımızda sokak hayvanları kente ve kamusal mekâna dair kavrayışımızı da, deneyimimizi de, duygulanımlarımızı da zenginleştirebiliyor. Hayvanların kamusal mekâna nasıl katıldığı, onu nasıl inşa ettiği ve onunla nasıl etkileştiği, kamusal mekânın ontolojisi üzerine düşünmek ve onu başka türlü inşa etmek için fırsat sunuyor.