Karantinanın ilk bir ayını tamamlamak üzereyiz. Sizi bilmem ama benim evde geçirdiğim 29. gün bu. Son çıkışım ya da son insan içine karışmam, 14 Mart. İlk vaka görülmüş, işler bu kadar büyümemişti. O gün verilen tavsiyeye uymuş, ertesi gün evden çıkmamıştım. Sonrasında da, market alışverişi gibi zorunlu hâller dışında çıkmadım. Onu da üç-dört günde bir yapıyorum, kalabalık olacağı için hafta sonuna bırakmıyorum. Kalabalıktan korkmaktan öte, hafta içi çalışmak durumunda olan insanların hafta sonunda marketleri dolduracağı düşüncesiyle, onlara engel olmamak için… Alışverişin hemen öncesinde (sabahın erken saatlerinde) çıktığım küçük yürüyüşler, mahallenin boş sokak ve caddelerini teftiş seansı var –ki her seferinde sanki bir bilim kurgu filminin içinde yaşadığım hissini veriyor bunlar. Bu his, dün itibariyle arttı zira durup dururken yürürlüğe giren sokağa çıkma yasağı, hepimizi sanki bambaşka bir evrene attı. Biliyorduk, bekliyorduk ve hatta çoğumuz istiyorduk ama en azından kendi adıma, beni bu denli etkileyeceğini düşünmediğimi itiraf etmek durumundayım. Sokakları boş görmek, beni çocukluğuma götürdü: 1981 yılına, dokuz yaşıma…
12 Eylül sonrasındaki karanlık yıllar bunlar. Cuntanın yasakları bir bir devreye giriyor. İlk icraat elbette sokağa çıkma yasağı. Sokaklar kalabalık ama: Dolaşan askerî arabalar bir yana, devriye gezen askerler var ve herkesi uyarıyorlar. Arada kimi evlere yapılan baskınlar, sokakları kalabalıklaştırıyor. O evlerden alıp götürülen insanların bir kısmının bir daha hiç geri dönmediğini bilmek, durumu travmatik hâle getirebiliyor. Oynadığımız parktan ya da boş arsadan asker marifetiyle evlere postalanmak dışında bir zararı olmadı bana bu yasağın ama bunu yaparken kimi askerlerin şaka yollu üzerimize tüfek doğrultması, sonrasındaki kimi korkularımın çıkış noktası. En basitinden silaha yaklaşamıyorum. Bu iyi bir şey elbette: Yolumu çizdi.
Türkiye’de yapılan son genel sokağa çıkma yasağı, 2000 yılının 22 Ekim günündeki nüfus sayımı olmalı. Yirmi yıldır (kısmi yasakları saymazsak) sokağa çıkmamız ilk kez yasaklanıyor. Kısmi yasaklar dediğim, Güneydoğu illerindeki yasaklar –ki onlardaki travma çok daha büyük. Bugünkü yasak da kısmi bir yasak aslında: Otuz büyük şehir ve Zonguldak’ta uygulanıyor. Yine de kapsamı büyük. Ben İstanbul’da yaşıyorum, karantinayı burada geçiriyorum; yasak yekten beni etkiliyor. Bir anda sokağa çıkamaz olmanın getirisi, yukarıda anlattığım günlere dönmüş olmak. Kendi isteğimizle bir aydır sokağa çıkmıyor oluşumuz bunu hatırlatmamıştı oysa. Bugün sokaklarda askerler yok belki ama toplu hâlde gezen polisler, o günleri hatırlamama sebep.
O günleri hatırlatan bir de şarkı var. Memlekette her şey hakkında şarkı yapılmış, elbette sokağa çıkma yasağı da bir şarkıya girmiş. Birden fazla şarkıda bu durum farklı şekillerde geçiyor olmalı, açıkçası başkalarına bakmadım ama bu örnek, durumu en iyi anlatan şarkılardan biri. Tam da benim hatırladığım yılı anlatıyor, adı da oradan geliyor: “Bindokuzyüzseksenbir”.
Sözlerini ve müziğini Bülent Somay’ın yazdığı bir Mozaik şarkısı bu. 1990 yılında Ada Müzik tarafından yayımlanan “Plastik Aşk” albümünün açılış şarkısı aynı zamanda. Şöyle başlıyor: “Akşam ayak sesleriyle iner şehre / Hep birden evlerine kaçışırlar / Kapılar kilitlenir, perdeler çekilir / Sokakta kalır sokaklar…” Durum sahiden böyleydi o yıllarda: İnsanlar birbirine “acele et, sokağa çıkma yasağı başlayacak” derdi. Cep telefonları henüz yoktu ve yasak farklı illerde (belli ki güneşin batışına göre) farklı saatlerde başlıyordu. 1980 yılının 12 Eylül’ünü takip eden birkaç gün sokağa çıkmak tamamen yasaktı; sonrasında, geceleri devreye girmeye başladı. Şarkı, bunu da anlatıyor: “Gece sessizce karşılanır her gece / Televizyon açılır, çocuklar yatırılır / Sabah sabaha kadar sokakta bekler / Tek misafiri tedirginlikler…”
Herkesin tedirgin olduğu aylardan söz ediyorum. Cuntanın kimi alacağı belli olmuyordu. Kenan Evren ve arkadaşlarının idaresindeki askerler, gecenin bir yarısı ya da sabaha karşı bir evi basıyor, alacaklarını alıyor, sonrasında uzun süre onlardan haber alınamıyordu. Çocuk aklımla mahallemizdeki kitapçı teyzenin askerler tarafından götürüldüğüne şahit olmuş, çok sevdiğim o kitapçı dükkanının uzun süre açılmamış olmasına üzülmüş, her gün heyecanla açılmasını beklemiştim. Sonrasında, vitrinde günden güne tozlanan ve kapakları ağaran kitapların bir gün tamamen kaybolduğunu, dükkanın boşaltıldığını gördüm. Bana okuma zevkini aşılayan, Afacan Beşler’den Gizli Yediler’e uzanan Enid Blyton kitaplarıyla beni tanıştıran, bununla kalmayıp Arkadaş Kitaplar serisinden çıkmış Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Vedat Dalokay, Zeyyat Selimoğlu gibi yazarların kitaplarını bana öneren teyzenin “solcu” olduğunu, bunun için “içeriye” alındığını, götürülürken duyduğum fısıltılardan öğrenmiştim. O yıllarda “solcu”lar televizyonda terörist olarak anılıyordu ve yakalananlar, her gece haber bültenlerinde gösteriliyordu. Şarkının nakaratında onlar da var: “Dizilmiş dururlar kameranın önünde / Gözleri bağlı değil gözleri yerde / Yorgun on beş insan ve boştagezer üç kişidir…”
Sokağa çıkma yasağı, şu durumda gerekli bir önlem. Abartılmamak kaydıyla elbette… Önlemden öte, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan bir eyleme dönüştürüldüğünde, sıkıntılar artıyor. Devlet, bir yandan önlemlerini almaya çalışırken diğer yandan bunu “muhalefetle savaş”a dönüştürüyor, Şu anda en yapılmaması gereken şey bu ama yapılmaması gereken her şey ya da “yok artık, bunu da yapmazlar” dediklerimiz tek tek yapılıyor. Şarkıya döneyim, yazıyı başka bir hatta sokmayayım çünkü buraya girersem çıkamam. İyisi mi, Mozaik, size 12 Eylül sonrasındaki manzarayı anlatmaya devam etsin. Duyacaklarımız, bugün de yaşadıklarımızı özetliyor aslında: “Yasaksız kediler gezer sokaklarda / Camların ardında güven ve huzur / Devrilen tenekeler birer savaş ilanı / Gözler kapıya döner, susulur…”
Mozaik (ya da uzun adlarıyla anarsak Mozaik Müzik Topluluğu) memleketin en güzel, en özel topluluklarından biri. ‘80’li yıllarda ortamı belirleyen topluluklardan. Derya Bengi, ortamı, “Yaprak Döker Bir Yanımız / ‘80’li Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük” başlıklı kitabında şöyle anlatıyor: “Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü, Çağdaş Türkü, Mozaik. Bu dört politik gruptan hangisinin adı söylense diğer üçü de akla gelirdi. Oysa kuşkusuz her birinin farklı kimliği, farklı kimyası vardı.” Bengi, Mozaik’i diğer topluluklardan ayıran “durum”u da şu cümlelerle özetliyor: “Mozaik elemanlarını 1983’te bir araya getiren yegâne amaç müzikle siyaset yapmak ama bunu yaparken siyaseti müziğe, müziği siyasete yem etmemeyi başarmaktı. Bu kılcal denge dünyanın dört bir yanından derlenmiş eski, yeni, köylü, kentli şarkılardan oluşan bir repertuvarla sağlandı. Aşktan, dayanışmadan, emekten, özgürlükten bahseden, direnç aşılayan, ama sloganlardan medet ummayan yalın, şiirsel şarkılardı bunlar. 12 Eylül girdabında boğulmamanın yolu belki kıyısından dolaşmak ama enternasyonalist bir alan açarak adımları çoğaltmaktı.”
O yıllarda ortamı saran, doğrudan slogana yönelik sözleri ve arabeske uzanan müzik yapısıyla kimilerince eleştirilen “özgün müzik” modasının aksine, Mozaik şarkılarında gümbür gümbür bir rock var. “Bindokuzyüzseksenbir”in de içinde bulunduğu “Plastik Aşk” ve öncesinde yayımlanan albümlerde bunun izlerini görmek mümkün. Şarkılar saz içermiyor ama rock’un yanı sıra caz hattından ilerliyor. Geçtiğimiz yıl, İstanbul Caz Festivali’nde verdikleri sürpriz konser öncesinde ve 2018 yılının eylül ayında yapılan BurAda Müzik Var başlıklı festivalde verdikleri geri dönüş konseri sırasında iki yazı yazmış, topluluğu uzun uzun anlatmıştım. Dahası, 2017 yılında yine bu sayfalarda yayımlanan bir yazımda anlattıklarım, dönemi özetliyor.
Tekrarlamayayım, okuru o yazılara yönlendireyim. Bunu yaparken, Bülent Somay’ın Evrensel Kültür dergisinin Aralık 1991’de yayımlanan ilk sayısında söylediklerini de buraya iliştireyim, zira Mozaik’in bakışını çok iyi özetleyen cümleler bunlar: “Benim hayata bakışımla özgün müzik yapan arkadaşların bakışı arasında çok büyük farklar var. Mesela, işkenceyi ele alalım. Var olan spesifik bir işkence anını göstererek, onun arkasından gözyaşı dökmeye çağırmak değil benim bakışım. ‘Hadi gelin hep beraber ağlayalım ya da bu olmasın diye ayaklanalım, şunları devirelim’ değil. İşkence bir imajdır. O imajı insanların kafasında oluşturmak isterim ben. Benim kafamdaki işkence imajını oluştururken, insanların hedefi şu hükümet, bu hükümet ya da salt kapitalizm, emperyalizm gibi nosyonlar olmayacaktır bir kere. Zaten vara olan sınıflı toplum yapısına, onun bütününe karşı bir hisse girecektir insanlar. Bu da üzüntü, ağlama ya da öfkeyle ifade edilebilecek basit bir duygu olamaz. ‘Dağlarında zulüm varken düşemem yâr peşine’ gibi bir aşk anlayışı değil bizimki. Zaten dağlarda zulüm varken âşık olabiliyorsak, insanız.”
“Bindokuzyüzseksenbir”in son dizeleriyle yazıyı bitireyim: “Sabah izinsiz gelir şehre / Birer birer evlerinden dağılırlar / Teypteki kadın bir şarkı söyler / Evlerde kalır sokaklar…” Sokakların tamamen evlerde kalacağı günlerin özlemiyle biraz daha sabretmemiz gerekiyor. Bu musibet elbet bitecek, elbet sokakları yeniden dolduracağız. Pazartesi kimimiz işe giderken yaşayacağımız manzara, Mozaik şarkısında özetlenmiş. Çalışmak durumunda olanları ücretli izne ayırmak, en azından bir süre onların da evde kalmasını sağlamak devletin yapması gereken ilk işlerden, alınması gereken ilk önlemlerden. Sokağa çıkma yasağı ilanında bile bunca geç kalınmışken “Neden?” sorusunu sormak abes belki ama o soruyu soralım, talebimizi dile getirelim. Sağlıklı günlere ulaşmak için bunları yapmamız şart.