Sokrates’i ne zaman cumhurbaşkanı adayı yapacağız?

Düşünce ve empati yoksunu her hareketten uzak duran, aklı ve vicdanı dayanak alan, dünyanın bütün mazlum halklarından yana olan bir siyasi hareketi büyütmek gerekiyor.

Abone ol

Bülent Kılınç*

Ülkemizde ve dünyada ‘’Hakkaniyete dayanan siyaset; yani halkın çoğunluğunun ekonomik faydalanmasını veya siyasal katılımını arttırmaya çalışan siyaset, neden toplumsal karşılığını bulup politik bir güç haline gelemiyor?  Bu sorunun cevabı pek kolay değil. Önce siyasetin öznesi, konusu ve nesnesi olan halkın çoğunluğunu oluşturan insanları ele almayı gerektirir. Tarihsel süreç içerisinde insan toplumlarının varoluşunu, çelişkilerini ve bizi günümüz dünyasına getiren aşamalarını anlayabilmemiz için antropolojik, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, teolojik vb. disiplinlerin perspektifinden incelememiz gerekir. Bu yazı böylesine kapsamlı bir incelemenin çok uzağındadır. Peşinen söylemeliyim ki okumakta olduğunuz makalenin bu soruya verebileceği kesin ve net bir yanıtı olmadığı gibi böyle bir yanıtın verilebileceği üzerine kesin bir iddiası da yoktur. Soruların yeni sorulara yer açması ve cevapların bizleri gerçekliğe bir adım daha yaklaştırmasıdır bu yazının muradı.

BAHÇIVANI KANAAT ÖNDERİ YAPAN KİTLE KÜLTÜRÜ

Jerzi Kosinski çok bilinen ve sinemaya uyarlanan “Bir Yerde”[1] adlı romanın kahramanı Mr. Chauncey Gardiner ile bahçıvanlıktan başka hiçbir şey bilmeyen ve bütün bildiklerini televizyon klişelerinden öğrenen bir insanın kanaat önderi olup ülkenin gündemini önemli şekilde etkiler hale geldiğini anlatırken aslında insan uygarlığının çöküşünü ve çaresizliğini anlatıyor ve kitle kültürünü alaycı bir şekilde eleştiriyordu. Uygarlık çökerken, insanlar hayata ilişkin bir anlam yitimi içerisindeyken, hangi idealler bizi peşinden sürükleyebilir, hangi zirvelere uygarlık bayrağı taşınabilir ki?

Bugün muhafazakarın, dincinin, cumhuriyetçinin, milliyetçinin, faşistin ve sosyalistin “demokrat” olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Demokrasinin bu kadar kutsandığı, kutsandığı kadar da içinin boşaltıldığı bir dönem belki de hiç yaşanmadı yeryüzünde. “Demokratikleşme“ ya da “totaliterleşme” tek siyasal gündem artık. Oysa yöneten yönetilen ayrımına vurgu yapmakla ya da tahakküm ilişkilerine karşı çıkmakla, insanın gerçek manada özgürleşmesinin -ki o da başta ekonomik olmak üzere her alanda özgürlükten geçer- yollarını aramakla “demokrasi” aynı şey değildir.[2] Burjuva parlamenter sistemlerinin demokrasiyi kutsayıp, siyasal özgürlük diyerek bizleri getirdiği yer; kapitalizmin kaçınılmazlığının yanında siyasal iktidarın da mutlaklaştırıldığı bir toplumsal-siyasal sistem. Bu siyasal sistemde insanların seçmek dışında yapabileceği hiçbir şey yok. Hiç kuşkusuz demokrasi için seçmek de önemli bir parametredir diyenler de olabilir. Siyaset mecrası, politikacılardan Jery Kosinski’nin kahramanı Mr. Chauncey Gardner gibi olmalarını istiyor. Artık günümüzün dünyasında bizlerin seçmek zorunda kaldığı, ekonomiyi, siyaseti ve gündemi belirleyen öznelerin büyük çoğunluğu Mr. Gardner gibi. Aralarındaki en büyük fark Gardner kadar bile zeki ve iyi niyetli olmamaları.

TANRISALLAŞMIŞ KUTSAL DEVLET 

Tanrılaşmış devletler, peygamberleşmiş despotik yöneticiler, toplumlara benimsetilmiş (tarihin derinliğinden geldiği yalanı ya da yanılgısıyla) mitler, kişi kültleri… Bunlara tapınan ve bunlar için ölmekten ve öldürmekten kaçınmayan modern fundamentalistler eliyle tekrar kabile toplumlarına dönüşen bir dünya. Yirminci yüzyılda, aydınlanma geleneğinin çocuğu olarak doğmuş Avrupa demokrasileri birer birer faşizm, Nazizm ve baskıcı yönetimlere yenik düştüler. Bu dönemde demagog liderler, halkın sesi olarak ortaya çıktıklarını, korkmuş ve çaresiz topluma onları kurtaracaklarını söylediler. İcat ettikleri semboller, mitler ve basit söylemlerle devleti kutsayıp tanrısallaştırarak kendilerini de peygamberleştirip bu tanrının vahiylerini yaydılar. Meydanları dolduran yığınlar; semboller, mitler halkın yoz duygularına dayanan ideolojiler üzerinden yapılan bu vahiylere dört kolla sarılarak kendilerini ateşin içine attılar.

Avrupa tarihi bize gösterdi ki, aydınlanmanın çocuğu olan toplumlar bile parçalanabilir, etik değerler yok olabilir, demokrasiler bir demagogun elinde oyuncağa dönüşebilir.[3] Avrupa tarihi bize gösterdi ki, batının modern akılcı toplumlarında yani insan uygarlığının, kültürünün ve estetiğinin zirvesinde bile soykırımlar (Holocaust) uygulanabilmektedir. Bu durum modern toplumdan bir sapma olarak değil, aksine Nazi Almanya’sı gibi örgütlenmiş modern toplumların kirli yüzünü bizlere gösteriyor.[4] Avrupa’yı aydınlatan aydınlanma ateşi dünyanın geri kalanını aydınlatmadığı gibi, başta Ortadoğu olmak üzere toplumların tüm değerlerini de hala alt üst etmeye devam ediyor. Aydınlanma ateşi, Ortadoğu’da insanları aydınlatmak bir yana, bu toplumları ırkçılığın, kabileciliğin ve köktendinciliğin karanlığına mahkum etti. Batının aydınlanma ateşi dünyanın geri kalanında insanların kendilerini yaktıkları bir aleve dönüşerek, onları toplumsal intihara sürükledi.[5]

BATININ DEMOKRASİDE ÇİFTE STANDARTI

Bugün her zamankinden daha net olarak gördüğümüz şey; batı medeniyeti kendine reva gördüğü demokrasiyi, sosyal devleti ve insan haklarını ülkemizin de dâhil olduğu Ortadoğu ve Afrika ülkelerine hak görmüyor. Kendi zenginleşmesinin bir sonucu olan birkaç yüz yıllık sömürünün karşılığı olarak bile bu ülkelerde demokratik ve ilerici siyasal yapıları desteklemiyor. Geri kalmış ülkelerin insanlarını sadece sınırlarına dayanmış önemli bir güvenlik ve mülteci sorunu olarak ele alıp kendi değerlerinin de oldukça gerisine düşerek aslında topyekûn insan uygarlığını yok ediyor.

Dünyada ve ülkemizde insanları genel olarak ikiye ayırabiliriz: Dini önemseyenler ve önemsemeyenler. Dini önemseyen insanlar hayatın kutsal bir kökeni olduğuna inanır. İnsan varlığının dinselleştiği yani hakikatin parçası olduğu oranda tüm potansiyelini kullanıp mutluluğa ulaşacağını düşünür.[6] Dini önemseyenleri; salt herhangi bir tek tanrılı dini “İbrahimi dinler” ya da dünyevi “Budizm” gibi dinleri esas alan, tercihlerini ve kanaatlerini bu eksende oluşturan insanlar olarak düşünmemek gerekir. Dini önemseyen insanlar kategorisine, modern dünyanın gereği olarak oluşmuş ya da oluşturulmuş[7] değer, gelenek, inanç ve mitleri (laiklik, ulusçuluk, devletçilik, piyasacılık vb. diğer yandan topluma mal olmuş politik liderleri…) de tıpkı arkaik zamanların dinleri gibi ele alan, kutsallaştıran insanları da dahil etmek gerekir. Dini önemsemediğini iddia eden modern insan bile örtülü bir mitolojiyi, eski zamanların dinsel ritüellerini heybesinde saklamakta ve seküler bir hale getirerek hayatın içinde taşımaktadır.

FEODAL DÜNYANIN DİNDARLARI İLE MODERN DÜNYANIN DİNDARLARI ARASINDA FARK YOK

Arkaik dinlerin çağa yanıt veremez hale gelişi; insanlığın büyük mücadelesi sonucunda baskılanmasını ve büyük ölçüde dünyevi ilişkilerin dışına itilmesini sağladı. Fakat insanların bağlanma ihtiyacına ve duygularına seslenmekte arkaik dinlerden hiç de geri kalmayan milliyetçilik ve ırkçılık gibi modern dinleri “Hayali Cemaatleri”[8] ortaya çıktı. Aydınlanma; bir tarafta akıl, mantık, ilerleme ve bütün insanların daha iyi koşullarda bir arada yaşaması gibi büyük ilkeleri insanlığın gündemine getirirken[9], diğer taraftan da modern dinlerin fundamentalist insanlarını yarattı. Modern dünyanın dindarları ile feodal dünyanın dindarları arasında aslında pek de bir fark yok sadece kıyafetleri farklı diyebiliriz. Eleştirel aklın ışığına her iki taraf da kapalı.  

CUMHURİYETÇİLİK, LAİKLİK

Ülkemizde de dünyadaki ulusçu akımların paralelinde geleneksel dini baskılayarak vücut bulan modernleşme hareketi; “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve aşmak” olarak önümüze konulan cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik ve devletçilik anlayışları eleştirel aklın ve demokrasinin ışığında, insanlığın evrensel değerleriyle buluşamadı. Sözgelimi modernliğin bir ürünü olarak ulusçular tarafından yaratılmış uluslar ve ulusçuluk olgusu; değişen siyasal konjonktüre ve farklılaşan sosyoekonomik koşullara rağmen, eşitlikçi, özgürlükçü, insan ve yurttaş haklarına dayalı kültürel çoğulculuk anlayışıyla, demokratik bir zeminde hiçbir zaman ele alınamadı.[10] Dolayısıyla “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve aşmak” sloganıyla biçimlenen modern cumhuriyet projemiz; gelişme, dönüşme ve toplumumuzun sorunlarına çözüm üretme fonksiyonlarını kaybetmek bir yana, adeta tanrı-devletin eteğinde modern ve bağnaz bir din olarak toplumu kendi tebaası haline getirdi. Bu öyle bir tebaa ki; bilimsel, sistematik yaklaşımlarla sorunları ele almak isteyen, çağdaş ve katılımcı bir yönetimi benimseyeceğini söyleyen siyasetçileri dikkate alamıyor ya da almak istemiyor. Basit simgelerle, mitlerle, tartışılmaz geleneksel ya da modern kutsallarla dolu anlatımlar bu tebaaya daha inandırıcı geliyor. İçinde bulunduğumuz bu büyük, bu yıkıcı ekonomik kriz bile, yaşadığımız kahredici uygarlık sorunları bile bu tebaayı basit, simge ve masallarla dolu geleneksel ve modern dinlerden, ülkemizi uçuruma götüren ucuz popülist söylemlerden vazgeçiremiyor. Toplum seçimlerde bir demagogu-otokratı bırakıp diğerine koşuyor. “Neden ülkemizde hakkaniyete dayalı bir siyaset yapılamıyor” sorusunun etrafında, mücadelesi zor, kısır ve fasit bir dairenin içinde hapsolunmuş gibi…

Hasta toplumlarla karşı karşıya olabilir miyiz? Tekrar kabile toplumlarına dönüşen bir dünyada, daha önce elimine edilmiş ya da edilmeye çalışılmış değer, inanç, gelenek ve ritüellerin karşımıza farklı çehrelerle çıkması ve insanlar tarafından akıllıca rehabilite edilemiyor oluşu; bizi etnik ve dinsel hizipçiliğe ve yayılmacı milliyetçiliklere mahkum olmuş bir dünyanın zihinsel hasara uğramış hasta toplumlarıyla karşı karşıya getiriyor.[11]

Günümüz dünyasında insanlığın genel demokratik düzeyi; en iyi koşullarda Mr.Chauncey Gardner gibi politikacılara bizleri layık görürken, kötü koşullarda ise, zaten karşı karşıya kaldığımız despotik rejimlere bizleri mahkûm ediyor. Bugün neredeyse birçok batılı devletin başında Mr. Chauncey Gardner gibi yöneticiler var. Dünyanın geri kalanında ise totaliter rejimler söz sahibi. Emperyalizm olgusu yepyeni çehreleri ile gündemi belirlemeye devam ederken, geleneksel ve modern dinlerin diğer yandan hastalıklı modernleşmenin girdabında savrulan toplumlar uzunca yıllar Ortadoğu’nun gündeminden düşmeyecek gibi görünüyor.

EMPERYALİZM VE TOTALİTERİZM

Dünyayı kana bulayan bu iki beladan (Emperyalizm ve totaliter rejimler) ve bunların çıkarttıkları savaşlardan bağımsız politikalar üretebilmek, tavır koyabilmek ciddi bir iştir. Büyük bir buhranın içinde olan toplumumuzdan otokratlara ve güç sahiplerine karşı insandan yana bir tavır beklemek gerçekten çok zor olacak. Toplumsal bir yarılma içerisinde, adaletten oldukça uzaklaşmış bir yargı sistemi, işlevini tamamen yitirmiş bir yasama ve bir kişinin elinde birleşmiş bütün bir devlet aygıtı… Diğer yandan tüm kaynakları tarumar edilmiş, üretimden uzak, dışa bağımlı, can çekişen bir ekonomi. (Kişi başına düşen GSMH sıralamasında 81. sıraya düşen…[12])

Bu şartlar altında, hakkaniyete dayalı siyaset yapmak isteyen siyasetçiler, bilinçli küçük bir kümenin dışında kime ulaşabilir ki? Yukarıda sıraladığımız birtakım olgular bize gösteriyor ki; insanların büyük bir çoğunluğu kendileri ve toplumları için neyin iyi ve doğru olduğunu seçemiyor. Gene çok büyük bir kısmı kişisel ya da toplumsal bir travma yaşamadan bilinç sıçraması da yapamıyor. Peki o zaman kendileri ve toplumları için neyin iyi ve doğru olduğunu seçebilen ve bunu uygulamayı kendinde görev bilen bir avuç insan ne yapacak? Emperyalizm ve despotlara rağmen demokrasiyi kutsadıkları zaman karşılaşacakları duvarların birçoğu yukarıda anlatıldı zaten. Geriye sağ taklidi yapan bir siyasal hareket kalacak. Geleneksel ve modern dinlerin katı ve değişmez sınırlarında yapılacak siyaset ister taklit olsun ister gerçek, güncel sorunlarımızın hangisini çözebildi ki? Bu yöntemin milliyetçi ve dinci sağı daha radikal hale getirdiğini görmedik mi?

Otokratımız ve Mr. Gardner’ımız olmaya hevesli birçok politikacı gözlerimizin içine bakıyor. Peki ama biz kenarda köşede unutulmuş Sokratesleri idam etmek yerine ne zaman Cumhurbaşkanı adayı yapacağız?

AKIL VE VİCDANA DAYANAN YENİ BİR YÖNETİM ANLAYIŞI

Bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde kötüyü tercih eden ya da kötüyü büyüten büyük yığınlara rağmen dünyanın tekerleği hep ileriye doğru döndü. Dünya bu kadar bocalama içinde büyük bir uygarlık krizi yaşarken bile geçmişin tüm ilerici atılımlarından gerekli dersleri çıkarmış büyük ve yeni bir ilerici dalganın ve yepyeni bir demokratikleşme serüveninin parçası olacak “düşünebilen insanlar”;  yeni bir metot ve yeni bir yol arayışı içerisinde birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar. Hapsolmuş insanın, dinsel köktencilikten ve ilkel milliyetçilikten kurtulabileceğini, hayatın tüm formlarına saygılı, empati yapabilen insanlardan oluşacak özgür ve mutlu bir dünya yaratabileceğini biliyorlar. Bu yol bulunacak! O zamana kadar; düşünce ve empati yoksunu her hareketten uzak duran, otoriteye ve onun şakşakçısı politik önderlere, yazarlara, kamuoyu yönlendiricilerine ve tüm bunların bilindik tespitlerine kulağını kapatan, aklı ve vicdanı dayanak alan, dünyanın bütün mazlum halklarından yana olan bir siyasi hareketi büyütmek gerekiyor. Ancak bu siyasi hareket ülkemizde ve dünyada insanlığı geleceğe taşıyacak yolu bulabilir. Ancak bu siyasi hareketlerin şekillendirdiği toplumlar Sokratesleri öldürmek ya da hapislerde çürütmek yerine kendilerine yönetici yapabilir.

* Ekonomist, hukukçu

NOTLAR: 

[1] Jerzi Kosinski, “Bir Yerde”, E Yayınları, 1. Baskı, 1990, İstanbul

[2] Gilles Dauve-Karl Nesıc, “Demokrasinin Ötesinde”,Sel Yayınları, 1. Baskı, 2012, İstanbul

[3] Timothy Snyder, “Tiranlık Üzerine”, Olvido Kitap, 4. Baskı, 2017,  İstanbul

[4] Zygmunt Bauman, “ Modernite ve Holocaust” Versus Kitap, İstanbul

[5] Edward Said, “Oryantalizm”, Pınar Yayınları, 4. Basım, 1999, İstanbul

[6] Mircea Eliade, “Kutsal ve Kutsal-Dışı”, Alfa Yayınları, 2017, İstanbul

[7] Eric Hobsbawm-Terence Ranger, “Geleneğin İcadı”, Agora Kitaplığı, 4. Baskı, 2022, İstanbul

[8] Benedict Anderson, “Hayali Cemaatler”, Metis Yayınları, 2020, İstanbul

[9] Eric Hobsbawn ”Yeni Yüzyılın Eşiğinde”, Yordam Kitap, 3. Baskı, 2018,  İstanbul

[10] Ernest Gelner, “Uluslar ve Ulusçuluk”, Hil Yayın, 3. Baskı, 2018, İstanbul

[11] Robert B. Edgerton, “Hasta Toplumlar”, Buzdağı Yayın Evi,  3. Baskı, 2016,  Ankara

[12] https://www.dunya.com/ekonomi/gelirde-tarihi-kume-dususu-haberi-675206