Haftada bir yazmak bile tuhaf bir iştaha yol açıyor. Dervişâne ruhumun Çölaşâneliğe meylini seziyorum bazen. Bu yüzden kantarın topunu kaçırdığım oluyor. Ama eğer lütfedilirse ben “yurt ve dünya sorunları”nı işleyen bir köşe yazarı değil, edebiyatçıyım. Sözlerimin ezberle sınanması yanlış. Bu yazılar edebî birer metin değilse de bir edibin yazılarıdır. Hatta bazen bu hakir bendenizden söz etmemin sebebi de budur.
Hayatım boyunca siyaseti anlamaya çalışmadım. DTCF kantinindeki masada herkes devrime giden yolları planlarken ben “Ölü Bir Evden Hâtıralar”ı, “Rojek ji Rojên Evdalê Zeynikê”yi filan okurdum. Yoldaşlarım kapağı görünmesin diye ideolojik kitapları gazete kâğıdıyla kaplardı, ben yıpranmasın diye şiir kitaplarını. O arkadaşların bir kısmı şehit düştü, bir kısmı müteahhit oldu; bense kirada oturuyorum.
Yazılarıma yönelik eleştirileri görüyorum bazen. Yazıya yazı ile cevap vermek iyidir. İki hafta önce çıkan “Güney’de yenilen kimdi”ye ilk cevabı Alan Sermiyan yazmıştı. Sermiyan’ın yazdıklarımı anladığını söylemek güç. Mesela “Ortadoğu cehennemi” ifadesini andıktan sonra kullanmam tanımlamayı kabul ve refere ettiğimi gösterir. Bu açıklayıcı terkibi daha önce de kullanmıştım; 2011 ve 2014’te. Bu tür cevap yazılarında mahalleye “bak sizi eleştiriyor” demek, diyecek az şeyi olmakla ilgilidir.
Sırrı Süreyya Önder de benzer bir şey yapıyor, “mahalleyi eleştiriyor, koşun” diyor. Oysa mesele şuydu: Önder’e kalsa Güney’de Kürt sağı yenilmişti. Mahallenin hoşuna giden bir cevaptı bu. Bense Güney’de Kürt solu yenildi diyorum. Eğer bağlam bu olmasaydı, Kürtler Güney’de bir yenilgi aldı, derdim.
Önder, yazımdaki bir kusurdan başlayıp onu bir güzel vurguluyor. Ama düğünleri karşılaştırmama söz oyunu derler. Elbette sağcılığın hayat tarzıyla olan ilgisini belirginleştirmek istedim. Hem sağ ve solun yaşam biçimleriyle de ilgisi yok mu? Gezi’deki seküler kıyam pek bir sol bulunuyordu diye hatırlıyorum.
Önder’in sol tarih içinden yazdıkları ise, dipnotumdaki özetin genişletilmiş hali gibi. Bir tür totoloji. Önder, liberalinden faşistine “sağ” diye tümlediğim kapitalistlerin UKKTH’yle (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) ilgili tutumuna stratejik derken solun UKKTH tutumunu reel politiğin dışına çıkarıyor. Solun bu şanlı UKKTH geçmişi bir tek Kürde mi eza? Yok öyle değilse Komintern bol bol dayanışma dağıtırken herhangi bir toplantısına Kürt bir temsilci de çağırsaymış. Hadi Türkiye şu fena NATO’ya bağlıydı, peki Irak, İran ve Suriye MIG’leri Kürdistan semalarında ziraî ilaçlama mı yapıyordu? Eğer UKKTH solun tekelinde ise ordusunu karşısına alıp Cezayir’in bağımsızlığını tanıyan De Gaulle mü solcu yoksa kanepeye uzanıp müstehzi bir gözlükle Lenin okuyan Taş mı?
Bir sosyalist olarak söylüyorum; eskiden bir eksen olan dünya solunun bu meseledeki “ihmal”inin Kürtlere maliyeti, sömürge bile olamamaktır. Durum böyle iken Kürtleri solun terk edilmiş mevzilerine yerleştirmek, bir fantezi olsa gerektir. Eğer yarım yüzyıllık “sömürgenin sömürgesi olmaz” nanesini yutmazsak Kürdün arsasını bir güzel parselleyen dört ülkenin de ya emperyalistlerce kurulduğunu ya da emperyalistlerin ileri karakolu olduğunu görürüz. Bu ülkelerdeki sol hareketlerin Kürtlere verilecek akılda kesintiye gitmeleri hayırlı olur diye düşünüyorum. Aynı şekilde inanç ve düşünce gereği solculuk yaparken Kürtlerden boyuna takdir ve minnet beklemeleri yanlıştır.
Önder, söz konusu ettiğim söyleşisinde, “Kürtlerin kendisini yönetebilme ihtiyacı olduğunu” söylemişti. UKKTH değil, “yönetebilme ihtiyacı.” Pratiğe dökelim:
-Ne istiyoruz?
-Kendisini yönetebilme ihtiyacı.
-Vermeyecekler!
-Alacağız!
Görüldüğü gibi olmuyor, ama Önder cevabî yazısında bana siyaset bilimi dersi verirken “yönetebilme ihtiyacı”na yönelik eleştirimi görmemezlikten geliyor. Elbette zikretmeye zorlamıyorum, ama sosyalist atalarımız UKKTH’yi tanıyor demek bir cevap değildir. Oysa “bir kitapta resim şart” ise, bu meseledeki resim, Sünnî Türkiye ve Şiî Irak kuvvetlerinin Xabûr’un bu tarafındaki sportif amaçlı tatbikatta bozkurt işareti yapmalarıdır. Irak sekiz yıl savaştığı İran’la uzlaştı, Esed yine Esad oldu; bütün bu adımlar Kürt karşıtlığı temelinde atılırken Kürt siyasetlerinin arasını açmanın bize faydası olmaz.
PDK, Güney Kürdistan’da en çok oy alan parti olduğu için hükümetin büyük ortağıdır. Referandum kararı alıyor, hükümetin diğer ortakları ise başta itiraz ederken sonra uyuyorlar. Sonuçta halka sorulmuşsa buna sağcılık değil, demokrasi denir. Dünyada bağımsızlık kararı alan siyasî akımların hiçbiri toplumun tamamını temsil etmez. Kimisi halka da sormaz. Elbette nelerin tehlikeye atıldığını biliyorum, ama siyaset bu; referandumdaki yüzde 93’lük sonuç ileride “140'ıncı madde” oylamasının yerine de geçebilir!
Önder, cevap yazısında Güney’deki dominant siyasetin olan bitenle ilgisini yazarken birtakım yüzdeliklerden söz ediyor. Oysa ben “ahbap-çavuş kapitalizmi” değil, “Saddam’ın çocukları yiyeceğine Güneyli birileri yesin” der, tartışmaya öyle başlarım. Gerisi bu cehennemde tartışmaya açıktır ama şimdilik lükstür ve meleklerin cinsiyeti kadar önemlidir. Kuzey siyasetini eleştirmeyi de aynı şekilde bugünkü kaotik durum gereği ahlakî bulmuyorum. Yoksa Kırklar Dağı’na taşınmayı bekleyen ya da Dicle Vadi Evleri’nden Sur’a bakıp tweet atan pek duyarlı nüfusun bir kısmıyla ilgili olarak da benzer yüzdeliklerden söz edilebilir.
Önder’in yazısındaki yan çizmeler bir noktaya kadar anlaşılır iken sona doğru beliren iki sapma, niyeti netameli bir hale getiriyor. İlkinde “Özgürlük Hareketi” övgüsü yapıp beni karşı tarafta resmediyor. Böylece Önder de Sermiyan gibi bir parçası olduğum Kuzey siyasetini arkasına alıyor. İkincisinde ise vahşet, tutuklama ve esir almaları anıp beni AKP faşizmine yapıştırıyor. Bu, maktulü katile benzetmeye benzer!
Elbette Türk sağcılığının UKKTH’yi Kürtlere bağışlaması beklentisi içinde değilim. Ancak Kürt siyasetiyle müttefik Türkiyeli yoldaşlarımızın temel sorunu, bu siyasetten daha fazla Güney karşıtlığı yapmalarıdır. Oysa Kuzey ve Güney ve hatta Rojava arasındaki meseleleri Kürtlerin iç meselesi olarak çözmelerini beklemek ya da çözümde yeni bir efendilik üreten “hakem” olarak değil “arabulucu” olarak rol almak, daha doğru bir yoldaşlık olur. Bunun yolu, “küresel kapitalizme en iyi entegre olacak klik sayın Barzani’nin kliği ve onun partisidir” demekten ya da PDK’yi AKP’ye benzetmekten geçmez. Söz konusu parti (ve “klik”), referandum bahsinde ABD’ye kafa tutmuştur. Irak ise ABD tankları ve onayı ile İran’ın beslemesi Haşdi Şabi eliyle Kerkük’e girmiştir ve bu durumu onaylayan ilk ülke İngiltere olmuştur. Bu süreçte Irak, İran, Suriye ve Türkiye ortak tutum alırken Kerkük petrolünün yönü İran’a çevrilmiştir. Bu kaotik durumda Önder’in kafasının hiç karışmamasını sol imanıyla açıklamak güçtür!
Meseleye dönelim: CHP ve PDK’yi sol sayarken “biz”e ya da Önder’in menkabevî ölçütlerine göre bir kategori belirlemiş değildim. Teorik olarak millî burjuvazi olgusu üzerinden gittim: Bağımsızlıkçı hareketler ilerici, dolayısıyla solcu idi. Bu genelleme, teorik bir dergide değil, bir köşe yazısında çıktı. Önder Kürt sağı yenildi derken PDK’yi kastediyordu, ama ihanet eden solcu YNK’nin bir kanadıydı. PDK ise Sovyetik bir parti “gibi” politbüro ve sekreterlikle yönetiliyor demiştim. Bir dernek toplantısında değiliz ve çok uzatan haklı sayılmıyor. Üstat, Newşîrwan Mistefa’ya Marksist-Leninist derken de uzaktan görüyor. Zira Gorran’ın protest kitlesi komünistinden İslâmcısına kadar geniştir ve kalesi Silêmanî’deki bağımsızlık referandumuna katılım oranı yüzde 55’tir. Aynı referandumu Isparta’da yapsan daha yüksek bir katılım olur! Sorun Kürt solunda sanki!
Heval Sırrı, edebiyatta ve kültürel meselelerde fena değilsin, alanına dön, “olaylara karışma” diyor. İyiyi fenayı bilmem, ama edebiyatçı lüksüyle bakarak faşizmle göğüs göğse çarpışan Kuzey siyasetine haksızlık etmek aklımın ucundan bile geçmez. Ancak Kuzey Kürtlerinin en büyük sorunlarından biri, bir tür periferik oryantalizmle Güneylilere sürekli akıl vermeleridir. Oysa bana göre bu süreçte Kürt siyasetlerinin kriz çözmelerine yardımcı olmak, aradaki ideolojik farklılıkları vurgulamaktan değil, önemsizleştirmekten geçer.
Önder yazdığım dipnotu genişleterek haklı olduğunu düşünmeye devam edebilir. Ben de iltifatlarına teşekkür ile kendisinin yazıda pek de iyi olmadığını söyleyip siyasete dönmesini önereceğim. Çünkü durum çok ağır ve edebî değil, siyasî bir kriz yaşıyoruz.
Notlar: 1) “Komintern”i bilerek kullandım. 2) Ne Güney ne de Kuzey siyasetleriyle organik veya “maddî” bir bağım yoktur. 3) Naif Bezwan, “Kürtler bazen bir sömürge olduklarını unutuyorlar” der. Bu sözü hiçbir Kürt hiçbir bahiste aklından çıkarmamalıdır. 4) “Heval” sözcüğü benim için kutsaldır. 5) Önder’in Newşîrwan Mistefa’nın “Kêşey Partî w Yekêtî” kitabı gibi “binlerce özgün belge”yi nasıl okuduğunu merak ediyorum. 6) 2011 tarihli “Kürt Sağı” ve “Kürdistan Muhalefet, Dersim Anamuhalefet” adlı iki yazım var. Önder bu yazıları okumuş olmalı, zira şu tespitimi tekrar ediyor: “1960’larda Türk solu üzerinden çağla ilişki kuran siyasî Kürtler, karşılarında devletle birleşmiş Kürt sağını buldular. Kürt siyasetinin, 20'nci yüzyılın ilk çeyreğinde Kürt milliyetçiliğinin önemli merkezleri olan Sivas, Malatya, Urfa, Elazığ Erzincan, Erzurum, Derim, Bingöl ve Bitlis gibi devletçi Kürt sağının yerleştirildiği yerlerde halen de taban bulamamasının nedenini burada aramak gerekiyor.”