Sol anti-kapitalizmler

Proleter sosyalist anti-kapitalizm dışındakiler arasında ciddi ayrımlar bulmak zor. Tek farkları, kendilerine, kiminin kooperatif, kiminin belediyeler, kiminin üretici güçler, kiminin özyönetim kurumları, kiminin forumlar gibi ayrı dayanaklar bulmalarıdır. Ancak hangisinden yola çıkarsa çıksınlar her biri dönüp dolaşıp Marksizm'in gelişimi içinde bir-iki asır önce kenara ittiği ütopik sosyalistlerin, Proudhonların, Bernsteinlarin, Austro-Marksistlerin, Avro-komünistlerin bıraktığı noktaya gelmektedirler.

Abone ol

Yaşar Ayaşlı

Anti-kapitalizm kavramı sol bir duruşu ifade eder. 1789 Fransız Devrimi'nden beri hem teorik hem politik bir mesele olarak gündemdedir. Babeuf, Blanqui, ütopik sosyalistler, Proudhon, Weitling, Bakunin, Marx-Engels, daha sonra Bernstein, Bauer (vb.) birer anti-kapitalisttiler; her birinin kendilerince kapitalizm eleştirileri ve sosyalizm projeleri vardı.

Sol anti-kapitalizm denince günümüz dünya kapitalizmine sosyalist bir proje, alternatif bir strateji, bir eylem tarzı ile karşı çıkanları, muhalefet yürütenleri anlıyoruz. Kapitalizme karşı mücadele eden ideolojiler ve siyasi hareketler arasında komünistlerden başka, kendine sosyalist veya Marksist diyenler, popülist devrimciler, anarşistler, sivil toplumcular, küreselleşme karşıtları da bulunuyorlar.

PROLETER SOSYALİST ANTİ-KAPİTALİZM

En kapsamlı ve köktenci kapitalizm eleştirisi, toplumun en devrimci sınıfı proletarya şahsında bilimsel bir sosyalizm programı ve stratejisi ortaya koyarak kendinden öncekileri aşan Marx ve Engels tarafından yapıldı. Lenin önderliğindeki Rusya komünistleri 1917 Ekim Devrimi'yle dünyanın ilk sosyalist devrimini gerçekleştirerek bilimsel sosyalizmi kuvveden fiile çıkardılar. Sosyalist Sovyetler Birliği’ni, İkinci Dünya Savaşı sonrası devrimler izledi ve dünyanın üçte birinde emperyalist-kapitalist sisteme alternatif yeni bir dünya sosyalist sistemi kuruldu.

Kapitalizme geri dönüş ve sosyalizmden uzaklaşma belirtileri önceden beri bilinen Sovyetler Birliği’ndeki ve öteki sosyalist ülkelerdeki çöküşün, uluslararası komünist harekette büyük güç kaybına ve ağır yenilgiye yol açması, kapitalizmden sosyalizme geçişin “hangi yol”u izlemesi gerektiği tartışmalarını yeniden başlattı.

Marx, Engels, Lenin ve Stalin yorumuna bağlı kalan partiler sosyalist ülkelerin yıkılışını geçici bir yenilgi olarak görüp, bunu çizgi yanlışlığına değil, birtakım nesnel ve öznel koşullara, dış ve iç etkenlere, sosyalizmin inşası sürecinde gelişen bazı hata ve eksikliklere bağladılar ve bunları düzeltmeyi esas alan bir tartışma sürecine girdiler.

Marksizm-Leninizm'e bağlı olanlar halen iktidarın burjuvaziden proletaryanın eline geçmesini sağlayacak politik devrimin önceliğinde ve eski ekonomik ve sosyal yapıyı yıkacak ve yerine sosyalizmi inşa edecek toplumsal devrimde ısrar ediyorlar. Leninist paradigmada anti-kapitalizm, kapitalist ekonomik sistemin yerini sosyalist üretim ilişkilerinin, yeni politik üstyapının, yanı sıra sosyalist ideolojinin, kültürün, ahlakın (vs.) egemen kılınmasıyla başlar. Sınıfların tamamen ortadan kaldırıldığı, sömürü ve baskınının bütün kalıntılarının, her türlü eşitsizliğin yok edildiği sınıfsız toplum ile sona erer. Ki bu, hem tek tek ülkeleri hem de dünyayı kucaklayacak bir proleter dünya devrimi süreci olacaktır.

Sağ 'anti-kapitalizmler'

KÜRESELLEŞME KARŞITLARININ 'ANTİ-KAPİTALİZMİ'

Yıllar sonra özeleştiri yapmak zorunda kalacak F. Fukuyama, “sosyalizmin çöküşü”nü “tarihin sonu” olarak işaretlemişti. Güya sınıf mücadeleleri ve devrimler dönemi sona ermiş, liberal demokrasi nihai olarak zafer kazanmıştı. Ondan önce de eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher neoliberal kapitalizmi eleştirenlere “başka alternatif yok” diye cevap vermişti.

Cevap Dünya Sosyal Forumu'nda bir araya gelerek kendi hedeflerini açıklayan küreselleşme karşıtlarından geldi: “Başka bir dünya mümkün.” Katılımcılar arasında kimler yoktu ki liberter sosyalistler, post-Marksisitler, anarşistler, feministler, LGBTI’ler, anti-militaristler, çevreciler… Cevap romantik olmasına romantikti, ne var ki “başka bir dünya”nın nasıl bir şey olduğuna dair hiçbirinin net bir fikri yoktu.

Küreselleşme karşıtları kendilerini anti-kapitalist olarak görüyorlardı. Yüz binlerce, hatta milyonlarca insan kitlesel mitinglerde, protesto gösterilerinde, sivil itaatsizlik kampanyalarında bir araya gelebiliyor, yer yer şiddete başvurdukları oluyordu. Küreselleşme karşıtlarının en solunda yer alıp, devlete kuşkuyla bakan anarşistler bile, siyasi mücadeleyi reddettiklerinden, iktidar değişikliğinin bir işe yaramayacağını, onun yerine devlet karşısında özerk sosyal mekanlar yaratılması gerektiğini savunuyorlardı.

Anti-küreselleşmecilerin ne ortak bir programları ne somut bir stratejileri ne merkezi ve hiyerarşik bir örgütlenmeleri ne de süreklilikleri var. Finans kapitali, emperyalizmi tasfiye etmek gibi bir dertleri yok; süper devletlerin aşırılıklarını törpülemek, kapitalizmi insanileştirmek, iktidarlara bulaşmadan yaşama alanlarını genişletmek (vb.) onlara yetiyor. Belirli zamanlarda bir araya geldiklerinde muazzam kalabalıkların enerjilerini seferber edebiliyorlar, ama bir balon gibi sönmeleri fazla zaman almıyor.

POST-MARKSİST 'ANTİ-KAPİTALİZM'

Uluslararası işçi sınıfı hareketinin zayıflaması ve neoliberalizmin “zaferi” üzerine, onlarca “neo-Marksist”, “post-Marksist” teori ortaya saçıldı. Bunlar “ortodoks Marksizm”e cephe alan, 1989-1991’i “Üçüncü Enternasyonal’den türeyen komünizmin çöküşü” olarak ilan eden, birçoğu Batı üniversitelerinde ders veren kalemi kuvvetli hocalardı. Sözde “Marksizmin krizi”ne çözüm peşindeki A. Negri, P. Hirst, E. Laclau, C. Mouffe, G. Deleuze, I. Wallerstein, S. Zizek bunlardan bazılarıdır. Reformist, düzen içi, liberal, eklektik, yasalcı, evcilleşmiş, konformist, kültüralist bu yeni “teori”ler “bir Marksizm”den “bin Marksizm” çıkardılarsa da hepsi üç aşağı beş yukarı birbirlerine benziyorlardı.

En göze batanları radikal demokrasi siyasetiyle Marksizm-Leninizm'e alternatif olarak ortaya çıkan post-Marksist Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’dur. Laclau anti-küreselist hareketleri heterojen olmakla, birbirlerine zıt görüşler taşımakla, ortak mücadele biçimlerine ve taktiklere sahip olmamakla eleştiriyor; neoliberalizmin dünya düzenin tek biçimi olamayacağını, buna devrimle değil ancak kendi icadı hegemonya projesiyle karşı çıkılabileceğini savunuyor.

Avrokomünizmin, Batı solunun, post yapısalcılığın varisi post-Marksizm yalnız proletaryanın tarihsel görevini ve sınıf mücadelesini değil, devrimi ve sosyalizmin inşasını da reddeder. Laclau ve Mouffe’ya göre artık sahnede işçi sınıfı ve müttefikleri değil, “yeni toplumsal hareketler” vardır. Sınıf-sınıf mücadelesi-devrim stratejisi-proletarya diktatörlüğü- sosyalizm hattı iptal edilmeli ve sınıfsız-öznesiz, söylemsel, birbirlerine teyellenmiş kimlik siyasetlerine geçilmelidir. Proletarya merkezli devrim stratejisinin yerini, kültürel ve etnik kimlikler, dolayısıyla cemaatler, çevreciler, azınlıklar, feministler, LGBTI’ler (vs.) almalıdır. Anti-emperyalizm ve sosyalist anti-kapitalizm ölmüştür, tek hedef sistemler üstü “radikal demokrasi”dir.

SOSYALİZMSİZ 'ANTİ-KAPİTALİZM'

Akademik Marksizm'in “anti-kapitalizm”inin ne menem bir şey olduğunu gösteren iyi bir örnek de geçen yıl hayatını kaybeden Amerikalı Erik Olin Wright’tır. Marksist gelenekten gelen Wright, 2015’te yayınlanan bir yazısında, “Antikapitalizm, yalnızca küresel kapitalizmin zararlarına ve adaletsizliklerine karşı ahlaki bir duruş olarak değil, daha ileri düzeyde bir insani gelişime imkân verecek bir alternatif ekonomiyi inşa etmeye yönelik pratik bir duruş olarak da mümkündür” diyor. (Bugün Nasıl Antikapitalist Olunur? Birgün Pazar, 03.02.2019)

Wright, mevcut sistemin “kapitalizmi parçalamak, kapitalizmi evcilleştirmek, kapitalizmden kaçmak ve kapitalizmi aşındırmak” olmak üzere dört farklı direniş ürettiğini öne sürüyor. “Kapitalizmi parçalamak” dediği Marx’a ve Lenin’e ait devrimci yolun 20. yüzyılda denendiğini, birçok olumu yanı da olduğunu, fakat “demokratik, eşitlikçi, özgürleştirici bir alternatif yaratamadı”ğını, “yeni bir dünya kuramadığı”nı söylüyor. İkincisi “kapitalizmi evcilleştirmek”. Sol sosyal demokrat partilere mal ettiği bu tutumun eşitsizlik ve çatışmaları yumuşatacak “daha iyi bir kapitalizm biçimi” yarattığını, ama kapitalizmin zararlarını tam ortadan kaldırmadığını düşünüyor. Üçüncüsü “kapitalizmden kaçmak”, dünyayı değiştiremeyeceğimize göre 1960’larda hippilerin, bazı dini cemaatlerin yaptığı gibi egemenlik ağının dışına çıkmak. Dördüncüsüyse “kapitalizmi aşındırmak”, “mümkün olan her yerde daha demokratik, eşitlikçi, katılımcı ekonomik ilişkiler kurmak, çatlaklar oluşturmak ve bu alanları genişletip savunmak için mücadele etmek.”

Nihayetinde Wright “Bugün Nasıl Antikapitalist Olunur?” sorusuna, biri olumsuz öteki olumlu iki cevap getiriyor. İlk şartı: “Kapitalizmi parçalama hayalinden vazgeçmek”. Buna karşılık ikinci ve dördüncü sıradaki kapitalizmi aşındırma ve evcilleştirme şıklarını öneriyor. Bunlara “gerçek ütopyalar” diyerek, ilk şıktaki Marksist anti-kapitalizme “boş ütopya” imasında bulunuyor.

Yazara göre “sosyalizme geçiş”in ana motoru ne proletarya ne sınıf mücadelesi ne de devrim olacaktır. “Kapitalizmin yarıklarında kurulan anti-kapitalist kurum ve işletmeler”, örneğin kooperatifler, kamu kütüphaneleri, Wikipedia, STK’lar, komünler vb. Bunların çoğalması kapitalizmi aşındıracak, kapitalizmin evcilleşip aşınması da yeni bir dünyanın kapısını açacak. Yani ölme eşeğim ölme hikayesi…

SONUÇ

Proleter sosyalist anti-kapitalizm dışındakiler arasında ciddi ayrımlar bulmak zor. Tek farkları, kendilerine, kiminin kooperatif, kiminin belediyeler, kiminin üretici güçler, kiminin özyönetim kurumları, kiminin forumlar gibi ayrı dayanaklar bulmalarıdır. Ancak hangisinden yola çıkarsa çıksınlar her biri dönüp dolaşıp Marksizm'in gelişimi içinde bir-iki asır önce kenara ittiği ütopik sosyalistlerin, Proudhonların, Bernsteinlarin, Austro-Marksistlerin, Avro-komünistlerin bıraktığı noktaya gelmektedirler. Kapitalistleri evcilleştirmeyi vaat ederken, gerçekte kapitalizme isyan eden kitleleri evcilleştirme durumuna düşmeleri paradoksal bir durumdur. Sonuçta kapitalizmin dışına çıkmamakta, genişletilmiş burjuva demokrasisine fit olmaktadırlar. Bu bakımdan, en yeni “teori”lerin, en eski “teori”lerin hurdaya çıkarılmış malzemeleriyle postmodern bir tarzda inşa edildikleri söylenebilir.

Ne var ki onlar bize kapitalizmi evcilleştirip demokratikleştirilebileceklerine dair kulağa hoş gelen masallar, ütopyalar anlata dursunlar, emperyalistler ve uluslararası sermaye her geçen gün sömürü ve baskıyı arttırıp eşitsizlikleri derinleştiriyor. Üstelik bunlar yetmezmiş gibi azgınca silahlanarak tepemizde savaş ve faşizm rüzgarları estiriyor.