Her siyasal söylem, evrenselci bir iddia ile ortaya çıkmak zorundadır. Yalın biçimde ifade etmek gerekirse milliyetçiler, milletleri ile devletlerinin sınırlarının özdeş olmasını talep ettiklerinde evrenselci pozisyon almak durumundadır; faşistler ırksal üstünlüğü evrenselci bir dil ile öne sürerler; sosyalistlerin eşitlik iddiası evrenselcidir. Fakat her evrenselci politik iddia bir paradoksla maluldür çünkü hemen her siyasal iddia belirli bir grubun çıkarlarını desteklemek üzerine kurulur. Dolayısıyla her evrenselci pozisyonun somutlaştığı an paradoks ortaya çıktığında ona verdiği yanıtta gerçek anlamını kazanır. Eşitlikçi iddia, ırkçı ve cinsiyetçi kapitalist evrenselciliği aşma, evrensel bir evrenselcilik iddiasındaki tek siyasal pozisyon olduğu için de paradoks ile karşı karşıya kaldığında takındığı tutum, onu sistem içi/sistem karşıtı olarak konumlandıracaktır. Daha açık biçimde, ırkçı ve cinsiyetçi kapitalist evrenselciliğin üzerine yatan ya da onu ifşa eden konumu seçecektir. Dolayısıyla sol çifte bir paradoks ile karşı karşıyadır.
Türkiye siyasetinde bu paradoksun ortaya çıktığı anların Kürt meselesi hakkında söz söylendiği anlar olduğu belirtildiğinde buna ciddi bir karşı çıkış olmaz. Fakat en uçtakinin en saf ve tipik olanı göstereceğinden hareketle 2010 yılında Sol gazetesinde yayımlanan bir yazının başlığından yola çıkacağım: “Yumruk atan emekçi; yumruk yiyen toprak ağası.” Yazar, emekçi bir faşistin, Kürtlerin temsilcisi olarak gördüğü Ahmet Türk’e yumruk atması olayında, siyasetin iki tarafça da etnik bir belirlenime sahip olmasını eleştirmek için bu başlığı kullanmış, bu tutum Türkiye’de sosyalistleri ister istemez bir pozisyona zorlamıştı. Kabaca, sosyalizm etnik bir dile sığmayacak evrenselci bir iddiaya sahipti: sınıf mücadelesi. Ahmet Türk’e yumruk atan faşistin konumu bu evrenselci iddia bakımından bir paradoks oluşturuyordu ve Sol yazarı, siyasetin etnikleştirilmesine, asıl olarak da elbette bununla suçladığı Kürt siyasal hareketine fatura kesmişti.
IRK, ULUS, SINIF
Çağımızın yaşayan iki önemli düşünürü, Immanuel Wallerstein ve Etienne Balibar’ın yazılarından oluşan Irk Ulus Sınıf adlı eser bu paradoks ile ilgili geniş bir ufku önümüze koyar. Ulus, ırk ve etnisite kavramlarının, kapitalist evrenselcilik içindeki özgün konum ve işlevlerini; kapitalizmin eksenel işbölümü bağlamında ortaya koyan yazarlar, sınıfın nesnel konumundan farklı olarak bu kavramların nasıl inşa edildiğini açıklarlar. Fakat Wallerstein bununla kalmaz, neden ‘en saf’ sınıf örgütlerinin dahi kendilerini yine inşa edilmiş bir kavram olan ‘halk’ formunda takdim etmek zorunda kaldığını da sorar? Nesnel olan, teorideki ‘kendi için sınıf’ değil, ‘kendinde sınıf’tır.
Kapitalizmin eksenel iş bölümünde ırk ve ırkçılık, kapitalist dünya ekonominin merkeziyle çevresi arasındaki ana bölünmenin işlevsel karşılığıdır. Devletlerden sonra inşa edilmiş uluslar ve milliyetçilik ise devletler sisteminde bölgelerin rekabetiyle ilişkilidir. Etnisite bu eksenel işbölümü bağlamında işgücünün etnikleştirilmesi ve maliyetlerin azaltılması işlevini görür. Buna koşut olarak cinsiyetçilik de. Hiyerarşik katmanlarla biçimlenmiş kapitalist ekonomi, merkez liberal siyasetin evrenselci iddialarıyla meşrulaştırılır. Dolayısıyla devletler sisteminin temelini oluşturduğu siyasal yapının dayandığı ekonomik sömürü düzenine; kapitalist evrenselciliği karşı evrensel bir evrenselcilik geliştirmekle yükümlü olan solun karşılaştığı çifte paradoks anlarında verilecek her kritik karar, merkez liberalizmin ırkçı ve cinsiyetçi evrenselciliğin tuzaklarına düşmemek üzerine bina edilmelidir.
‘Kendi için sınıf’ yani kapitalizmin mezar kazıcısı olan proletarya, nesnel bir olgu değil, siyasal bir öznedir ve bütün sömürü biçimlerini ortadan kaldıracak evrensel evrenselcilikle ‘yüklü’dür. Dolayısıyla önüne hangi sorunu koyarsanız koyun yanıtı ‘sınıf siyaseti’ olanların karşına yeni bir insanın ve dünyanın tanınmaz yüzü ile çıkar: Irksal, ulusal, etnik ve cinsiyetçi sömürünün varlığının reddi ya da geçiştirilmesi ile değil.
EMPERYALİZM VE ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI
On dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başında kavramsallaştırılan emperyalizm ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı; ulusal sorun bağlamındaki mücadelenin saflarını tayin etmek için kullanılmıştır. Emperyalistler, egemenlik haklarını ellerinden aldıkları ulusları sömürmekte ve ezilen uluslar kendi kaderlerini tayin haklarını kullanmaktadır. Özellikle 1945 sonrası Amerikan hegemonyası altındaki dünyada, sömürgelerin tasfiyesinde kullanılan bu terminoloji, bugün için tersine dönmüş durumdadır. “Emperyalizm, ulus devletleri bölmektedir; bu nedenle emperyalizme karşı ulusal hakları koruyan milliyetçi bir söylem benimsenmelidir.” Bu söylemin, Türkiye’de 1968 hareketinin liderlerinden Mahir Çayan’ın “dünyada emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmiştir” tespitinin ne kadar gerisinde olduğunu söylemekte beis yok. Çayan’ın bu tespitine eklediği Türkiye’deki egemen sınıfların emperyalistlerden ayrılamayacağı tespitini bu yazı bağlamında paradoksa yerleştirdiğimizde emperyalizm söyleminin karşısına milliyetçilikle çıkmanın merkez liberalizmin en has savunuculuğunu yapmak anlamına geleceği açıktır. Perinçek, ve onun çizgisine gelen ‘İslami Kemalistler’ bunu ırkçılıkla desteklemektedir.
GÜNEY KÜRDİSTAN’DA BAĞIMSIZLIK REFERANDUMU
Barzani’nin ilan ettiği, 25 Eylül’de yüzde yetmişin üzerinde katılım ve yüzde doksanın üzerinde evet oyuyla tamamlanan referandum öncesi Türkiye’de yeni cepheleşmelere neden oldu. CHP lideri, İran, Irak ve Türkiye’nin Kürtlere karşı tarihsel uzlaşmasını hatırlatarak ve savaş olasılığı dahil ihtimalleri göze alarak AKP’nin ve milliyetçi cephe koalisyonunun yanında yer aldı. Baykal’dan itibaren kendi tabanını da sağcılaştıran CHP’nin sağcı refleksleri bu paradoks ile ayağa kalktı.
Asıl dikkat çekici tartışma ise solda cereyan etti. HDP sönük bir biçimde hayırlı olmasını diledi. ÖDP, referandumu Barzani’nin iki yıldır parlamentoyu işlevsiz kılarak, anti demokratik yollarla yürüttüğü rejimi sürdürülemez olmaktan çıkarmak ve kendi iktidarını tahkim etmek için bir referandum yaptığını, doğru olanın Irak’ın demokratik birliği içinde Kürtlere statü olduğunu deklare etti. Emek Partisi Kürt halkının tercihine saygı duyulması gerektiğini, Barzani’nin olduğu kadar Irak merkezi hükümetinin de emperyalizmin bir parçası olduğunu beyan etti. DBP ise referandumun dört parçaya ayrılmış Kürdistan’da statü sorununun üzerini bir ‘ulus devletçik’ ile örtecek referanduma karşı ‘demokratik ulus’ paradigması ekseninde bir tavır aldı.
Yirminci yüzyılının ulusal kurtuluş savaşlarının –en ilericileri de dahil olmak üzere- öğrettiği kapitalist devletler sistemini tahkim eden yeni ulus devletleri ortaya çıkardıklarıdır. Fakat bu gerçek, işgali altında olduğu devlet tarafından ezilen insanları sömürü ve aşağılanmanın bir biçiminden kurtaracak girişime karşı çıkmaya gerekçe oluşturabilir mi? Evrensel evrenselciliğe doğru uzanan bir pozisyonun mevcut sorunda içine düştüğü paradoksal soru budur.
Tutulan bütün pozisyonların Türkiye’nin kendi Kürt meselesiyle ilgili olduğu açıktır. Bir tarafta Türkiye Kürtleri’ne karşı şartlar uygun olursa bugün tehditler savurduğu Barzani yönetimiyle ile işbirliğine gidebilecek milliyetçi cephe vardır. Diğer tarafta, Kürtlerin Irak, Suriye, İran ve Türkiye’de yüz yıldır yaşadıkları zulme Türkiye’nin geleceğine ilişkin kendi perspektiflerinden ve mevcut çifte paradoks bağlamında yanıt veren ‘sol’ siyasetler vardır.
Başlığa dönersek, yumruk atan faşist emekçinin değil, ezilen Kürt halkının temsilcisi toprak ağası Ahmet Türk’ün, dolayısıyla yüz yıldır kuşatılmış olduğu dört devletçe aşağılanmış ve sömürülmüş bir halkın yanında duranlar hegemonik bir sol siyaseti birlikte tartışarak, kavga ederek inşa etmeye mecburdur. Bu siyaset, yönetimi her adımda sağcılaşan CHP tabanından, AKP’ye oy veren emekçilere ulaşacak kadar güçlü bir evrenselci paradigmaya dayanmalıdır ve inanın mümkündür.