Yoksul olanın kendi başarısızlığından dolayı yoksul olduğu ideolojik yaklaşımın ağırlığı altında en alttakilerin de birbirini yalnızlaştırdığı bir ahlaki evrenin yıkıcılığının hesabının görülmesi gerçekten zor olacak.
Necmi Erdoğan’ın 2022 yılında Ankara’nın üç ilçesinde mutlak
yoksulluğun içinde yaşayanların siyasal, mekânsal, sosyal ve
geçimsel durumlarını anlamaya dönük araştırması İletişim
Yayınları’nca basıldı. Kitabın bir rehber niteliğinde iki boyutu
var: Birincisi 2001 krizinin ardından yine Necmi Erdoğan’ın fakat
çok daha geniş bir ekiple yürüttüğü Yoksulluk Halleri
araştırmasının izini sürmesi. Erdoğan, yirmi yılın neoliberal
yıkımının hem siyasal hem kültürel ve geçimsel sonuçlarını birçok
yerde açık biçimde görüyor, okura gösteriyor. Kağıt üzerinden
okuyageldiğimiz neoliberal yıkım kitapta canlı imgelere dönüşüyor.
İkincisi, Erdoğan’ın kitabın hemen başına aldığı Ebu Zerr
Gıfari’nin sorusuna; “evinde ekmek bulunmadığı halde kınından
sıyrılmış kılıcıyla isyan etmeyen adamın” neden böyle davrandığına
yanıtlar arıyor oluşu. Özellikle seçimden sonra küçük burjuva
muhalif seçmen arasında yaygın biçimde tekrarlanan “makarnacı”
söyleminin varyasyonları, zam haberlerine “oh olsun!” nidaları
karşısında, eserini devrimci bir siyasal arayışa adamış Necmi
Erdoğan’ın değerlendirmesini okumak önemli.
Kitabın içeriğindeki görüşmeler ve değerlendirmelerin önemli bir
kısmı, Birgün’de yazı dizisi olarak yayımlanırken ilgiyle
izlemiştim. Fakat bütünlüklü bir eser olarak okumak; hem yeniden
düşünmeye hem de geri döne döne sayfa yırta yırta girişmeye olanak
sağlıyor. Türkiye’de yoksulun dünyasının yirmi yıllık yaşamının,
sadece yoksullaşmadan ibaret olmadığını gösteren en önemli
dönüşümlerden birinin kültürel – ahlaki alana içkin olmasını görmek
şaşırtıcı olmasa da öğretici. Yoksul mekanlarının dönüşümünün
belirleyicisinin yalnızlaşma olmasının altında da bu olsa gerek.
Yoksul olanın kendi başarısızlığından dolayı yoksul olduğu
ideolojik yaklaşımın ağırlığı altında en alttakilerin de birbirini
yalnızlaştırdığı bir ahlaki evrenin yıkıcılığının hesabının
görülmesi gerçekten zor olacak. Erdoğan’ın “gariban” kavramı
üzerinden düşündüğü bu olguyu, “gariban”ın bildiğimiz anlamda ölümü
olarak adlandırması da bu ideolojik – ahlaki ve temelde yoksul
sofralarının birbirinden ayrışmasına olanak sağlayan mekânsal
dönüşümü çok iyi anlatıyor.
Düzenin değişmeyeceğine ilişkin yaygın kanının Erdoğan’ın içe –
göçme olarak adlandırdığı olguda önemli bir payı var. Mutlak
yoksullaşma, elbette görüşme yapılanlar bakımından sindirilebilir
bir şey değil, fakat bu, öfke gibi aktif duygulara değil,
içerlemeye, iç dökmeye, horlanmaya dayanamadığında anlık
kabarmalara yol açıyor. Yarasını, zayıflığını göstermemenin,
saklamanın; ama yakınmayı bırakmamanın hakim olduğu hisler içe
göçmeye, kendi yaşamına ve ölümüne karşı kayıtsızlığa yol açıyor,
dışa yönelmeyen öfke içe yöneliyor.
İçe göçmenin yanındaki diğer bir his içerleme. Burası bizim
memleketimiz, toprağımız değil mi hissi, en çok kendi yakınındakine
karşı ortaya çıkıyor. Buna rağmen mültecilere karşı tutum ücretli
orta gelir grubunun nefret çemberine dahil değil. Belki de ölen
garibanın ruhu mülteciler üzerinde kimi zaman ve kimi insanda hâlâ
salınıyor.
Necmi Erdoğan’ın görüşmelerde en çok başına gelen kendisinin
sosyal hizmet görevlisi sanılması. Tabii bu bir yandan görüşmelerin
içeriğine yansısa da halin bu olması bağlamında verilen yanıtlar da
ayrı bir kapı açıyor. Seçimlerin hemen öncesinde ve sonrasında Nail
Dertli’nin tespit ettiği sosyal yardım politikasının seçimlerde
iktidar yararına nasıl kullanıldığına ilişkin verileri de burada
not etmek gerek. İnsan onurunun yerini başarısızın kendi haline –
ya da zengin hamiyetine terk edilmesinin alması, sosyal devlet
güvencelerinin yerini partiye sadakate yöneltilen muhtaçlığın
almasının yarattığı kişisel, sosyal ve ideolojik sonuçları,
yoksulun karmaşık ve birinci tekil dili içinden analiz ediyor
Erdoğan. Dilsel karşılaştırmalar bakımından ayrıca dikkat çeken
profesyonel, meslek sahibi yoksullar ile başka bir araştırmada
tespit edilen edilgin dilin mutlak yoksulluk içinde
farklılaşması.
Görüşme yapılan mahallerde solcuların, sosyalistlerin izinden,
anlık görülen hayallerinden başka bir şeyin kalmamasını bütün
bunlar içinde nasıl yorumlamak gerek? IŞİD’in bu mahallelerde
örgütlenmiş olmasını, mahallelerden Suriye’ye gidip gelmiş çok
sayıda insan olduğunun haberlere yansımasını?
Kitap çok daha fazlasını; kavramlar ve adlandırmalar içinde
örülmüş analizleri, birkaç bakımdan öne çıkan profil anlatılarını
ve görüşmeleri içeriyor. Bütün bunların bir rehber niteliğinde
olduğunu vurgulamak gerek. Peki kim için? Artık “ilk seçimlerde
gidecekler” söylemine ikna olmayacak sol-sosyalist-demokratlar
için. Faşizmin karşısında demokrasiyi, sadece kurumsal yenilenmeyle
değil, ancak öznesinin sahip çıkacağı bir rejim olarak “eşitlik”
ilkesiyle tarif edenler için.