Soli Özel: Rahip Brunson gerilimin sebebi değil, simgesi

Erdoğan’ın 10 Ağustos’ta New York Times gazetesinde yayınlanan yazısını yorumlayan uluslararası ilişkiler uzmanı Soli Özel, Türkiye-ABD arasındaki gerilimin kaynağında rahip Brunson’ın olmadığı görüşünde. Özel’e göre gerilimin kökeni çok daha derin ve tarihsel: Soğuk Savaş sonrasında iki ülkenin ortak çıkarları konusunda netlik sağlayamaması, Irak ve Suriye’de Kürtlerin bağımsız devlet kuracağı ve ABD’nin de bunu destekleyeceği yönündeki kaygı ve Türkiye’nin bölgede hegemonik güç olma hırsı.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

Türkiye-ABD gerilimi günden güne derinleşirken ekonomideki çöküş de hızlanıyor. İktidar bir yandan “aynı gemideyiz” diyerek yıllardır baskı altında tuttuğu kesimleri de yardıma çağırırken bir yandan da “batmakta olan gemiyi” ABD’nin ve belki de Batı’nın olmadığı bir limana yanaştırmaya çalışıyor.

Peki liman değiştirmek gemiyi batmaktan kurtarır mı? Dahası Türkiye açısından yeni bir liman var mı? İktisatçılar, siyaset bilimciler, uluslararası ilişkiler uzmanları başlarını olumsuz yönde sallıyor. Buna karşın Tayyip Erdoğan, 10 Ağustos’ta New York Times gazetesinde yayınlanan makalesinde ABD’ye açıkça “yeni dostlar” aramaya başlayacaklarını ilan etti. Akabinde yaptığı mitinglerde bu mesajını daha da açık hale getirdi. Erdoğan’ın makalesinin yayınlandığı gün Trump da Twitter’dan yeni yaptırım kararı açıkladı ve “şu sıralar Türkiye’yle ilişkilerimiz iyi değil” dedi.

Peki “stratejik ortakların” arasını açan ve “karı-koca ilişkisini” boşanmaya doğru götüren ihtilafların kaynağı neydi? Türkiye muhalefetinin bile zannettiği üzere ABD’li rahip Brunson’ın serbest bırakılmaması mı iki ülkeyi karşı karşıya getirdi? Türkiye, ABD gibi bir ortağının yerini dolduracak “yeni dostlar” bulabilecek mi? Yaşanan mevcut gerilimin ardındaki yakın tarih ne anlatıyor? Erdoğan’ın New York Times’daki makalesi ve Trump’ın aynı gün yeni yaptırımlara ilişkin tweeti ne manaya geliyor? Yanıtları almak için uluslararası ilişkiler uzmanı Soli Özel’in kapısını çaldık…

Bir hafta kadar önce Berat Albayrak, Türkiye-ABD münasebetlerini karı-koca ilişkisine benzetmişti. Erdoğan’ın bugün (11 Ağustos) New York Times’ta yayınlanan makalesi ise bir nevi ayrılık mektubu gibi görünüyor, değil mi?

Evet, “şunları yapmazsan, ayrılığa gidiyoruz” diyerek çok sert ifadeler kullanmış.

Erdoğan, “mektubunun” son paragrafına şu cümleyle başlıyor: “Kötülüğün dünyanın her yerinde pusuya yattığı bir dönemde, uzun zamandır müttefikimiz olan ABD'nin Türkiye'ye karşı attığı tek taraflı adımlar sadece ABD'nin çıkarlarına ve güvenliğine zarar verir.” Öyle mi gerçekten?

Bu ülkede, dünyadaki bütün ülkelerin Türkiye’ye, Türkiye’nin onlara ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna dair yaygın bir inanç var. Erdoğan 16 senedir ülkeyi yönettiği, 2014’ten beridir de cumhurbaşkanı olduğu için devleti en tepeden biliyor. Dolayısıyla bu ilişkilerde kimin kime ne alıp verdiğini bizden daha iyi bilecek ya da değerlendirecek durumda. Sonuçta onun yaptığı muhasebeye göre eğer Türkiye ABD’yle bağlarını koparırsa, -tabii bunun içinde NATO’dan çıkma seçeneğinin de olup olmadığını kestiremiyoruz- kaybedecek olan ABD olur. Erdoğan’ın bu önermesi tartışmalı. Fakat sonuçta Türkiye Cumhurbaşkanı, New York Times’daki makalesinde bunu yoruma yer bırakmayacak netlikte söylemiş bulunuyor. Ayrıca Albayrak’ın Cuma günü ekonomiye ilişkin sunum yaptığı sırada Donald Trump’ın Türkiye’ye ilişkin yeni yaptırımları Twitter’dan açıklaması, Türkiye’yle ilişkilerinin “şu sıralarda” iyi olmadığını ifade etmesi ve Erdoğan’ın yazısı, gerilimdeki tırmanmanın boyutlarını gösteriyor.

Fotoğraflar: Kenan Akbaba

'BÖLGESEL GÜÇ OLMA ÇABASI İSMAİL CEM DÖNEMİNDE BAŞLADI'

Krizin boyutlarını hangi iktisatçıyla konuşabileceğimizi tartışırken bir editörümüz “iş iktisatçıları aşmış durumda” dedi. ABD-Türkiye gerilimi her gün yeni bir boyuta taşındığı için aslında “büyük resme” bakmak gerekiyor. İkili arasındaki mevcut krizi besleyen esas uzlaşmazlık konusu nedir?

Türkiye’yle ABD’nin Ortadoğu politikaları konusundaki anlaşmazlığı yeni değil. Bir kere daha Soğuk Savaş bittikten sonra Türkiye ile ABD, ortak çıkarlarının ne olduğunu tam anlamıyla tanımlamakta epey zorluk çektiler. Bill Clinton’ın ikinci döneminde, hatta 1 Mart 2003’teki tezkerenin reddi sonrası Bush yönetimiyle ilişkiler ve “model ortaklık” tabirini kullanan Obama döneminde sanki bu sorun zaman zaman aşılmış gibi gözüktü. Öte yandan daha AKP iktidara gelmeden ve hepimiz Ahmet Davutoğlu’nun tezleriyle tanışmadan önce, İsmail Cem döneminde Türkiye, çok kritik üç bölgenin ortasındaki bir ülke ve NATO’nun üyesi olarak kendisine daha özerk hareket etme alanı açmaya çalışıyordu. Daha sonra Türkiye, ABD’nin Irak savaşına gösterdiği dirençle bu çabasını iyice sergiledi. Ülkenin büyük çoğunluğu, keza dönemin cumhurbaşkanı, anamuhalefet partisi ve TSK’nın bir bölümü 1 Mart tezkeresinin geçmesini istemiyordu. Hatta hükümet içinde bile çatlak vardı. Fakat ABD’nin daha sonra Irak’ta çuvallamasının da bir sonucu olarak Türkiye’ye epeyce alan açıldı. O dönem ABD ve dünya sistemi açısından Türkiye’nin laikliği, demokratlığı birer avantaj olarak görüldü. Ama Türkiye’nin kendisine özerk alan açma arzusu ve çıkarlarının ABD çıkarlarıyla çatıştığına dair inancı, Arap Baharı’ndan sonra pekişti.

Ahmet Davutoğlu’nun bölgeye ilişkin tezlerinin bu dönemde belirleyici olduğu söylenebilir mi?

Davutoğlu zaten Türkiye’nin özerk, hatta bağımsız bir alana sahip olması gerektiğini ve 2000’li yıllarda ortaya çıkan durumun bu imkânları sağladığını düşünüyordu. Fakat Türkiye 2000’li yılların sonunda, birkaç yerde duvara çarptı.

Nerelerde duvara çarptı?

İsrail’le yaşanan tartışma ve çatışmaları bir yana bırakıyorum. 2010 yılında Güney Amerika’dan bölgesel bir güç olarak Brezilya ve Ortadoğu’da bölgesel bir güç olarak Türkiye gidip Ahmedinejad’ın İran’ıyla nükleer programa ilişkin bir anlaşma kotardı. ABD de bunun üzerine “siz bu işlere karışmayın” dedi. Obama, Brezilya ve Türkiye’ye yolladığı 20 yahut 21 Nisan 2010 tarihli bir mektubunda İran’ın belli miktarda zenginleştirilmiş uranyumu teslim etmeleri halinde ancak “bu iş olur” demişti. Oysa anlaşmanın metninde zaten Obama’nın ifade ettiği miktarda bir zenginleştirilmiş uranyumun teslim edilmesi taahhüt ediliyordu. ABD, bu anlaşmaya çok sert tepki gösterince Brezilya, Obama’nın bu gizli mektubunu ifşa etti.

ABD’nin arzuladığı oranın teslim edilmesi taahhüt edilmişse, Obama’nın sert tepkisinin sebebi neydi?

Çünkü o sırada Hilary Clinton İran’a ambargoyu örgütleme çalıştığı için Brezilya ve Türkiye’nin bu anlaşmasını engel olarak görüyordu. Neticede 2010’un Haziran ayında ABD’nin İran’a yaptırım paketi BM’ye gitti. Obama o zaman Erdoğan’ı arayıp “BM’de hayır oyu vermenizi beklemiyoruz ama bari çekimser kalın” dedi. Buna rağmen Brezilya ve Türkiye “hayır” oyu verdi. Böylece Türk-Amerikan ilişkileri o dönem epey gerildi. Bu olaydan on gün önce Türkiye’yle İsrail arasında Mavi Marmara olayı yaşanmış ve “Türkiye batıya sırtını mı dönüyor” tartışması yine başlamıştı. Fakat 2010 Kasım ayında NATO’nun Lizbon zirvesinde Türkiye, o güne kadar pek de teşne olmadığı bir konuda genel eğilime uyarak İran’a yönelik olduğu bilinen füze kalkanı projesine imzasını attı. Hatta orada Türkiye “İran ismini telaffuz etmeyelim” deyince dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy “Biz kediye kedi deriz” diye bir laf etmişti. Lizbon zirvesinden yaklaşık on ay sonra, Eylül 2011’de, Kürecik’te füze kalkanının bir parçası olduğu söylenen radar sisteminin konuşlandırıldığı ilan edildi. Ayrıca aynı yılın başında da Arap İsyanı başlamıştı. Öte yandan Obama’nın Nisan 2009’da Kanada dışında ilk ikili ziyaretini Türkiye’ye yaptığını unutmayalım. Tıpkı Clinton ve Bush gibi Obama da Türkiye’yi ABD açısından çok özel bir yere konumlandırıyordu. O güne kadar stratejik ortaklık diye tanımlanan ilişkiye “model ortaklık” adını verdi Obama.

Model ortaklığın stratejik ortaklıktan farkı neydi?

Cihatçılığın, şiddete başvuran radikal İslamcılığın patladığı bir dönemde laik, demokratik, kapitalist sisteme entegre, batı ittifakının bir üyesi, AB’ye üye olmaya çalışan bir Türkiye resminin herkes açısından çok önemli bir örnek teşkil ettiği vurgulanmış oluyordu. Türkiye’nin de bu rolle kendisine epey manevra alanı oluşturabileceği düşünüyordu. İsrail’le kavga, İran’la münasebet dolayısıyla Türkiye’nin cazip halinin yok olmaya başladığının tartışıldığı bir ortamda Arap Baharı patlak verince, Türkiye modeli bir kez daha cazip geldi.

'TÜRKİYE’NİN ABD’YE DİRENME POTANSİYELİ HEP BİR YERDE DURUYORDU'

Soğuk Savaş sonrası Türkiye ile ABD’nin uzun vadeli çıkarlarını netleştirememesinin sebebi neydi?

Bu konuda hep bir potansiyel sorun vardı. Irak Kuveyt’i işgal edip de Turgut Özal “bu işe bulaşalım” dediğinde bütün güvenlik bürokrasisi ve siviller karşı çıktı. Fakat sonuçta o dönem Çekiç Güç’ün Irak topraklarında konuşlanması söz konusu oldu. Çekiç Güç, Bağdat merkezi otoritesinin Kuzeyi kontrol edemediği bir ortamda Türkiye’ye PKK’yla savaşma imkânı tanıyordu. Bununla birlikte o günden beri Türkiye’de, Amerika’nın Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurduracağı inancı var. Bu da Türkiye açısından hep bir korku kaynağıydı ve 2007’ye kadar da bu korku sürdü. Ardından Türkiye’yle Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ilişkileri değişti. Fakat Suriye savaşıyla birlikte Türk-Amerikan ilişkilerindeki gerilim buraya taşındı. Erdoğan New York Times’daki makalesinde, ABD’nin PYD’yle, dolayısıyla düşmanlarıyla iş tuttuğunu söylüyor ki, geçmişte bu tür tespitler bu kadar aleni olmazdı. Az önce de söylediğim gibi daha Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” lafını memleket bilmezken, 1998-99 yıllarında rahmetli İsmail Cem’in şekillendirdiği yeni politik anlayışta da Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında kendisini sadece Batı çizgisinde bir politikayla sınırlamaması, daha çoğulcu bir dış politika izlemesi ve bir özerk alana sahip olması gerektiği devlet politikası haline gelmişti. Yani bu eğilimi Davutoğlu icat etmedi. Davutoğlu’nun ideolojisi, yaklaşımı, içeriği farklılaştırmış olabilir ama devlet olarak Türkiye zaten oraya doğru gidiyordu. Dolayısıyla kendi çıkarlarıyla çatışması durumunda Türkiye’nin ABD’ye direnme potansiyeli hep bir yerde duruyordu.

Peki ABD buna karşı nasıl bir politika geliştirdi?

1994-95 yıllarından itibaren Türkiye’yi hep kendi yeni stratejilerinin odağına yerleştirdiler. Bakın, 1994 yılında Amerikan Ticaret Bakanlığı, Türkiye’yi dünyanın yükselen on piyasası arasında gösterdi. Oysa o tarihlerde Türkiye’nin hayırlı sayılabilecek bir ekonomi sistemine girmesi söz konusu değildi. 1995 yılında ABD, BP’nin inadını kırarak Bakü-Ceyhan Boru Hattı Anlaşması’nın yapılmasına olanak sağladı. 1999 yılında Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp teslim edilmesine yardımcı oldu. 1997 yılında AB, Türkiye’yi reddetmişken, ABD iki yıl boyunca müthiş bir kulis yaparak 1999 yılında o kararın değiştirilmesinde önayak oldu. AGİT zirvesinin Türkiye’de yapılmasına karşı çıkanlara rağmen zirvenin burada yapılmasını sağladı. Aynı yılın sonunda da IMF’yle lokum gibi bir program ortaya kondu. Laik, demokratik, kapitalist Batı ittifakının Müslüman bir üyesi olarak Türkiye, Batı ittifakının çok merkezi bir yerine konumlandırıldı. Hatırlayalım, Bill Clinton Türkiye’ye geldiğinde “size Öcalan’ı verdik, siz de şu Kürt meselesini Anayasanın içindeki vatandaşlık tanımlamasına göre halletmeye çalışın” dedi. Beş yıl sonra, kendisini anti-Clinton olarak tanımlayan Bush, üstelik 1 Mart tezkeresi olayı yaşanmış olmasına rağmen Türkiye’ye gelip Galatasaray Üniversitesi’nin rıhtımında neredeyse Clinton’la aynı cümleleri kurdu. Beş yıl sonra da kendisini anti-Bush olarak tanımlayan Obama geldi ve o da aynı şeyleri söyledi. Demek ki ABD stratejisinde Türkiye öznel yeri olan ve bundan dolayı da önüne büyük imkân ve fırsatlar açılması gereken bir ülke olarak değerlendiriliyordu.

'ABD’NİN IRAK’TA YENİLMESİ EN ÇOK İRAN VE TÜRKİYE’YE YARADI'

ABD’nın Irak’ta çuvallamasının Türkiye’ye etkisi ne oldu?

Paradoksal olarak çok yaradı. ABD’nin Irak’ta çuvallamasından en fazla yararlanan ülkelerden biri İran, öbürü de Türkiye’dir. İran bölgesel bir güç haline gelirken, Türkiye de yanaşılması gereken bir ülke haline geldi ki, Suriye o dönem bunu yaptı. Keza İran, her şeye rağmen Türkiye’yle papaz olmamaya gayret etti. Türkiye bunların her biriyle, 2001 krizi sonrasında ekonomik ilişkilerini çok geliştirdi. Türkiye-İsrail ilişkileri rotasında epeyce devam etti ve Mavi Marmara olayı bile iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kesilmesine neden olmadı.

Arap Baharı denen süreç Türkiye’nin bölgesel konumuna neden aleyhte etki etti?

Türkiye’nin yükselen yıldızı, meğerse Ortadoğu’nun o rezil halde kalmasına bağlıymış. O düzen çözülünce, Türkiye’nin sıfır sorunla yoluna devam etmesi mümkün olamazdı zaten. Çünkü Türkiye’nin ihtirasları arttı; bölgede hegemonik bir güç olmaya çalıştı. Sonuçta ABD’yle de Suriye’de ters düşüldü. Arap İsyanları’nın başında Türkiye’nin yıldızının tekrar parlamasının sebebi şuydu: İsyanların yaşandığı ülkelerde demokrasi olursa, iktidara kimin geleceği üç aşağı-beş yukarı belliydi. Onların da Türkiye’deki AKP gibi hareket etmesi beklentisi vardı. Türkiye modelinin önemi, batının çıkarlarına zarar vermeyecek bir İslamcı iktidarın varlığıydı. Fakat işler beklendiği gibi gitmedi. Mısır’daki işi Suudlar bitirdi, ABD de Suudların Mısır’daki o demokratik deneyimi bitirmesine, darbeyi örgütlemesine itiraz etmedi. Bu, yatırımını ülkeler yerine ülkeler içinde kendisine yakın partilere yapmış olan Türkiye’deki iktidarı açıkta bıraktı. Bunun en kötü şekilde yaşandığı yer de Suriye oldu.

Tabii içeride de Kürt sorununun çözümüne ilişkin sürecin başlamasıyla aynı dönemde Gezi İsyanı başladı. Dünya gözünü Tahrir Meydanı’ndan Taksim Meydanı’na çevirdi…

Gezi’nin bitiş gününden 18 gün sonra Mısır’da darbe oldu. Bu da AKP’nin canını çok sıktı. Ardından da 17-25 Aralık soruşturmaları gündeme geldi. Amerika’yla Türkiye ilişkilerinin gerçekten çok kötüye gitmeye başlaması, iki tarafın Suriye’deki politikalarındaki farklılıkların belirginleşmesidir. Kürt politikası da bunun önemli bir unsuruydu. Ayrıca IŞİD Musul’a döndüğü zaman konsolosluğun boşaltılmamış olması, IŞİD Erbil’e yönelip de Barzani Türkiye’den yardım isteyince “yapamam, rehinelerim var” yanıtı verilmesi ve Kobani olayı bu dönemin başlıca dönüm noktalarıdır. Kobani’de, ABD hava kuvvetleri IŞİD kuşatmasını başarısızlığa uğrattığı gibi PYD’lilerin de savaşabiliyor olması nedeniyle ABD, onları bir müttefik çatışma gücü olarak benimsedi. Bu da Türkiye’nin bir kez daha açıkta kalması anlamına geldi.

Erdoğan, New York Times makalesinde “ABD, Türkiye'nin egemenliğine saygı duymaya başlayıp, milletimizin karşı karşıya olduğu tehlikeleri anladığını ispatlayamazsa ortaklığımız riske girebilir” diyor ve ekliyor: “Bu tek taraflılık ve saygısızlık trendini tersine çeviremezlerse yeni dost ve müttefikler aramaya başlayacağız.” Suriye sahasında gerek Rusya gerekse İran’la kurulan ilişkiler Türkiye açısından alternatif olabilir mi?

Suriye’nin geleceği konusunda Türkiye’nin ne Rusya ne de İran’la ortak bir hedefi var. İran ve Rusya sonuna kadar Esad’ı desteklerken, siz hâlâ resmi olarak Esad’ın gitmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Üstelik de Esad’a karşı savaşanların baş destekçilerinden birisiniz. Türkiye enerji açısından İran ve Rusya’ya ama dış ticaret ve yatırımcılar açısından batılı ülkelere bağımlı. 2000’li yılların başında Türkiye’nin ticaretinde AB yüzde 52’lik bir yer tutarken, 2012’de bu oran yüzde 30’lara inmişti. Buna karşılık yüzde 12 seviyesinde başlayan Ortadoğu ve Afrika’yla ticaret yüzde 32’e çıkmıştı. Yani Türkiye’nin ekonomik ilişkileri de o dönemde çeşitleniyordu. Bunun da Türkiye’nin özgüvenini artırdığı söylenebilir. Fakat Arap Baharı ve dünya ekonomisinin yavaşlamasından sonra Avrupa dışında güvenilir ihraç pazarı olmadığı ortaya çıktı.

'ABD-TÜRKİYE ARASINDAKİ KRİZ, RUSYA’NIN ARAYIP DA BULAMADIĞI KOŞULLARI YARATIYOR'

Peki Erdoğan, ABD’ye alternatif olarak yeni dostlardan kimi kastediyor?

Trump’ın yaptırımlara ilişkin tweetinden sonra Erdoğan’ın Putin’le konuşması, herkesin kolaylıkla anlayabileceği bir simgesellik içeriyor. ABD’yle Türkiye arasında derinleşen kriz, Rusya’nın arayıp da bulamadığı koşulları yaratıyor. Türkiye’nin etrafta artık müttefiki de yok. İyi-kötü Barzani vardı ama referandumdan sonra, ekonomik ilişkiler kesilmese de araları açıldı. Katar zaten kuşatma altında. Batılı ülkelerin pek çoğuyla Türkiye’nin arası kötü. NATO, Türkiye’ye bir dayanak sağlıyordu. Eğer Erdoğan’ın New York Times makalesi “NATO’dan da çıkarız” gibi bir tehdit de içeriyorsa, Ruslar açısından Türkiye daha kolay lokma olarak görülecek. Ekonomik olaraksa Rusya’nın AB’yi ikame edebileceğini sanmıyorum. Erdoğan’ın makalesinde AB’yle ekonomik ilişkilerin de kesilebileceğine ilişkin bir ima yok ama ABD’yle ilişkileri kopmuş bir Türkiye’nin dünya sermayesi açısından eskisi gibi bir cazibesinin kalıp kalmayacağı tartışılır.

Sizce ABD-Türkiye arasındaki gerilim başlıklarından hangisi telafi edilebilir? Bu yoldan dönüş var mı?

Çıta çok yükseldi. Eğri oturup doğru konuşalım ki, ülke finansal krizin eşiğindeyken ve Albayrak bir program açıklarken Trump’ın tweet’i düşmanca bir adımdı. Sayın Cumhurbaşkanı da New York Times makalesinde “sen öyle yaparsan ben de böyle yaparım” diyor. Gerilimde müthiş bir tırmanma var. Türkiye’de herhalde çok ciddi bir finansal kriz başlayacak. Aslında bu noktadan dönüşün koşulları oluşturulmuş gibiydi. ABD Kongresi, Türkiye’ye karşı çok hasmaneydi. Fakat gerek ABD Dışişleri Bakalığı gerekse Beyaz Saray, özellikle Pentagon’u Türkiye’ye biraz daha yumuşak davranmaya ikna etmiş, bunun sonucu olarak da Haziran başında Pompeo-Çavuşoğlu görüşmesi gerçekleşmiş ve Menbiç anlaşması yapılmış, keza F-35 seremonisi gerçekleştirilmişti. Fakat ABD’nin beklentisi, Temmuz başındaki duruşmada rahip Brunson’ın serbest bırakılması yönündeydi.

Peki rahip Brunson meselesi gerilimin kaynağı mı sonucu mu?

Brunson, ABD-Türkiye ilişkilerindeki kötüleşmenin sebebi değil, simgesi. Brunson serbest bırakılmayınca Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’nın Kongre’yi zaptetmesinin imkânı kalmadı. Böylece seçimler öncesinde Brunson’ın bırakılmasını bir başarı öyküsü olarak anlatmayı tasarlayan Trump da Türkiye’ye karşı geçmişte hiç rastlanmayacak ölçüde sert tavır aldı.

'YA VAHİM BİR YANLIŞ YAHUT CİDDİ BİR HESAP HATASI VAR'

Peki Türkiye neden Brunson’ı serbest bırakmadı?

Yetkililer “biz yargıya müdahale etmeyiz” diyor. Ama iki taraf arasında ya çok vahim bir yanlış anlama yahut ciddi bir hesap hatası var. Bana göre Türkiye’yle ABD arasındaki bu kriz, 28 yıldır birikmiş cerahatten kaynaklanıyor. Fakat yakın zaman itibariyle ilişkilerdeki bu krizin arkasında PYD politikası, Zarrab-Atilla davası, S-400 füzeleri ve tabii Fethullah Gülen faktörü var. Nitekim Erdoğan, makalesinin iki paragrafını Gülen meselesine ayırmış. Bütün bunların aşılmaya başlanması için sembolik bir adım gerekiyordu. Ayrıca unutmayın ki Brunson da Gülen bağlamında yakalanmış bir isim.

Trump’ın tweetinden ve Albayrak’ın açıklamasından sonra bugün (11 Ağustos) iktidar yanlısı gazeteler Erdoğan’ın “ekonomik savaşı kazanacağız” sözünü manşetlere taşıdı. Müstakbel “yeni dostlar”, Türkiye’nin bu krizi aşmasını sağlama kapasitesine sahip mi?

Çok zor. Bir kere Türkiye’nin karşı karşıya olduğu şey salt bir “ekonomik savaş” değil. Bakın, Trump bize söz konusu tweetle gelirken Rusya’ya da yeni ambargolar koydu. Oysa aynı Trump, Helsinki’deki basın toplantısında Putin’in sözünü, kendi istihbarat örgütlerinin raporlarından daha üstün, daha doğru bulduğunu söylemişti. Devletler tarihinde bunun örneğinin olmadığını düşünüyorum. Böylesi bir Trump’ın Amerika’sı sadece iki hafta sonra Rusya’ya bir dalga daha ambargo koydu. Kaldı ki Rusya da çok iyi durumda değil. 2014’te Kırım nedeniyle Rusya’ya ambargo geldiğinde, Rusya’nın döviz rezervleri 480 milyar dolardı ve petrol fiyatları düşüktü. Durumu idare ettiler ama fakirleştiler. Türkiye’nin iktisadi sıkıntılarını Rusya’yla aşması mümkün değil. Kaldı ki Ruslar da Türkiye’ye karşı habire ekonomik yaptırımlar uyguluyor, domatesi, kirazı, tavuğu filan geri çeviriyor. Yani gerek finansal, gerek ticari gerekse yatırımlar açısından kişisel değil, kurumsal ilişkilere güvenmeniz lazım. Bunu da bulabildiğiniz tek yer Avrupa. Çin de Türkiye’yle ilgilenen bir ülke. Ama o da bugünkü haliyle Türkiye’yi taşımak ister mi, bilmiyorum. Çünkü Çin açısından da Türkiye’nin önemi Gümrük Birliği dolayısıyla Avrupa piyasalarına rahatlıkla girebilmesiydi.

'ERDOĞAN, TÜRKİYE’NİN STRATEJİK BATICILIĞINI SORGULAMAYA AÇTI'

Peki sonuç itibariyle Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceğine ilişkin nasıl bir öngörüde bulunuyorsunuz?

Tekrar edecek olursam, 1990 sonrasında iki ülke, ortak çıkarlarını bir türlü tanımlayamadılar. Türkiye’nin, Kürtlerin gerek Irak gerekse Suriye’de bağımsız devlet kuracağına ve ABD’nin de buna yardım edeceğine ilişkin kaygıları bunda önemli bir pay sahibi oldu. İkincisi, Türkiye, Soğuk Savaş sonrası dönemde kendisini bölgesel bir güç olarak konumlandırdı, ABD karşısında özerk bir hareket alanına sahip olduğuna inandı ve ABD’nin de buna saygı duymasını bekledi. Türkiye’nin 3. Selim’den beri öyle veya böyle devam eden siyasi, sosyal, ekonomik batılılaşma projesi var. Fakat hem bu proje hem de Batı artık eskisi kadar cazip değil. Bunda Türkiye’yi yönetenlerin ideolojik çizgisinin de belirleyici etkisi var. Erdoğan’ın New York Times’da yayınlanan makalesiyle birlikte, Türkiye’nin stratejik Batıcılığını sorgulamaya açtığını görüyoruz. Türkiye tüm bunların sonuçlarını hesap etmiş olarak mı hareket ediyor ve ABD ile Avrupa buna nasıl bir karşılık verir, önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Tüm yazılarını göster