Sömürgeci, 'medeni' bahçıvanlar, sömürülen orman 'barbarları'...

AB Komisyonu Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Josep Borrell Avrupa Birliği’ni gelişmiş, medeni bir bahçeye benzetip, dünyanın geri kalanını balta girmemiş bir ormanla eşdeğer görürken, ormanın bahçeyi istila edebileceğini söyledi. “Bahçıvanlar onunla ilgilenmeli, ama duvar örerek bahçeyi koruyamayacaklar. Yüksek duvarlar bahçeyi korumak için asla yeterince yüksek olmayacak,” dedi. Geçmişte o meşhur bahçıvanlar “ormanı” sömürgeleştirdiler, “bahçıvan”, “sömürgeci”yi ifade eden bir örtmece.

Menekşe Tokyay meneksetokyay@gmail.com

Antik Yunancada ‘euphemia’ (güzel/iyi konuşma/söz) kelimesinden gelir. Türkçeye hüsnü tabir, edebi kelam, örtmece, güzel adlandırma şeklinde geçmiş. Akademik ve bilimsel literatürde İngilizce karşılığı olan euphemism (öfemizm) şeklinde bilinir.

İçerik olarak başkalarını inciteceği düşünülen ifadelerin anlam yükünün hafifletilmesi ve yerlerine daha “cici” ve durumu yumuşatan sözlerin kullanılması anlamına gelir. Verem yerine ince hastalık, ölmek yerine hayata gözlerini yummak, şişman yerine balık etli, kanunları çiğnemek yerine anayasayı arkadan dolaşmak, enflasyon yerine fiyat artırımı gibi...

Örtmecenin, aynı zamanda hitabet sanatını da içeren diplomasideki kullanımı ise, bir yandan kaba, sakıncalı ve çirkin kavramların ifadesi karşısında toplumsal tepkileri ‘politik doğruculuk’ adı altında yönetmenin bir yolu, bir yandan da biz / onlar karşıtlığını nezaket kılıfı altında vurgulama aracı halini alabiliyor.

AB Komisyonu Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in geçtiğimiz hafta Belçika’nın Brugge şehrindeki Avrupa Koleji’nde üniversite öğrencileriyle yaptığı konuşmada kullandığı tartışmalı ifadeler büyük tepki topladı. Diplomasi tarihinde örtmecenin en unutulmaz örneklerinden biri oldu.

Siyasi özgürlükler, ekonomik refah ve sosyal uyumun en iyi bileşimi olarak betimlediği Avrupa Birliği’ni gelişmiş, medeni bir bahçeye benzeten Borrell, dünyanın geri kalanını balta girmemiş bir ormanla eşdeğer görürken, ormanın bahçeyi istila edebileceğini söyledi.

AB Komisyonu Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Josep Borrell

Bahçe burada “medeni”, orman ise “barbar” dünyayı ifade eden bir örtmecedir.

“Bahçıvanlar onunla ilgilenmeli, ama duvar örerek bahçeyi koruyamayacaklar. Yüksek duvarlar bahçeyi korumak için asla yeterince yüksek olmayacak,” diyerek bahçıvanların ormana önceden “gitmeleri” ve AB’yi ormandan korumaları gerektiğini, yoksa dünyanın geri kalanının AB’yi farklı yollardan ve araçlardan işgal edeceğini de sözlerine ekledi. 

Gerçekten de o meşhur bahçıvanlar geçmişte “ormanı” sömürgeleştirdiler, kendi normlarını veya kendilerine yakın yöneticileri dayatmak için çatışmaları tetiklediler; siyasi istikrarsızlıklardan, ekonomik açmazlardan, insani krizlerden nemalandılar. “Bahçıvan”, “sömürgeci”yi ifade eden bir örtmecedir.

Borrell, “orman” metaforunu ilk kez burada kullanmadı. Mart ayında El Mundo gazetesine verdiği bir röportajda da, “ormanın bahçemizi yemesini istemiyorsanız, uyanmanız gerek” demiş; AB’yi güzel ve düzenli bir bahçeye, çevresini de kaotik, kuralsız bir ormana benzetmişti.

“Beyaz Adam”, dünyayı medenileştirmekten sorumludur. Bunun için de, “kaotik” gördüğü ormanları istila edebilir; çünkü ormandakileri özgürleştirmek, onlara kendi kurallarını “bahşetmek” ve onları “kendisi” gibi medeni kılmaktır aslolan...

Borrell’in konuşmasının ardından, Batı’nın 19.yüzyıldan beri devam eden “medenileştirme misyonu” (mission civilisatrice) üzerine kurulu diskuruna dair eleştirel yazıların artması beklenebilir.

Almanya doğumlu Amerikalı siyaset bilimci Hannah Arendt hayatta olsaydı, kolonyalizm-Nazizm arasındaki bağlantıları işlediği Totaliteryanizmin Kökenleri isimli o müthiş çalışmasını güncelleme ihtiyacı duyar; Avrupa emperyalizminin Afrika’daki soykırım olaylarındaki rolünü anımsatır; Hitler Almanyası’nın yayılmacı politikalarının bahçe-orman karşıtlığının neresinde durduğunu sorgulardı.

Zamanında İngiliz şair ve yazar Rudyard Kipling’in, 1894 yılında “çocuk edebiyatı” kapsamında yayımladığı “Orman Kitabı” (Jungle Book) oldukça nüanslı yorumlara yol açmıştı.

Rudyard Kipling

Kitap, kimi yorumlara göre “aidiyet”, “kimlik”, “toplumsal sözleşme” kavramları üzerinden şekillense de, kimi eleştiriler, kitabın içinde emperyalist bir anlatı olduğunu ileri sürmüştü.

İkinci yoruma göre, anlatılan orman, genç Kipling’in imgelemindeki Hindistan’dır. Orman ve içindeki hayvanlar, “öteki” medeniyetin simgeleridir. Farklı kuralları vardır.

Birçoğumuzun aşina olduğu kitap, ormanda kaybolan ve buradaki hayvanlar tarafından bulunup kurtlar tarafından yetiştirilen Mogli isimli küçük çocuğun hikayesinin üzerinden iyi kalpli ve medeni İngiliz sömürgecilerin, tüm Hindistanlıları – ormanlardaki hayvanlar dahil- medenileştirmesini konu alır.

Hem insan olup hem hayvanlar tarafından yetiştirildiği için “hibrit bir kimliğe” sahip olan, bir yandan da kendini hiçbir yere ait hissetmeyen, zaman zaman zihinsel karışıklık yaşayan Mogli, ormanın “efendisi” olur – ünlü yazar John McLure’un yorumuna göre, ormandaki “canavarlara” tıpkı Britanyalıların Hintlilere davrandığı gibi davranır. Yani, emperyalist eğitim anlayışının ete kemiğe bürünmüş halidir.

Kipling, 1899’da yayımladığı o meşhur Beyaz Adamın Yükü şiirinin de yazarıdır.

“Beyaz Adamın yükünü omuzla,

Yetiştirdiğin en parlak gençleri

Uzak diyarlara yolla

Esirlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için;

Değişken ve yabanıl halkı,

Yeni dizgin vurulmuş

Yarı iblis, yarı çocuk insanları

Kontrol altına almak için.”

Örtmecelerle yüklü olan şiirde, “yarı iblis, yarı çocuk” olan Filipinlilerdir. Onları kontrol altına almak için “beyaz adamın” medenileştirici gücü dayatılmalıdır. Bu, üstlenilmesi gereken bir “yük”tür.

Kipling, bu şiiri yaklaşık iki yüz elli bin Filipinlinin öldüğü bağımsızlık savaşında ABD askerlerini övmek adına yazmıştı. Ona göre, Britanya’nın “aydınlatıcı” emperyalist sorumluluğu, 20.yüzyılda ABD tarafından üstlenilecekti.

Dolayısıyla, Borrell’in konuşmasını dinlerken, Avrupa’nın, sömürgeciliğe yaslanan tarihi, Libya’dan Mali’ye, Irak’tan Yemen’e dek Avrupalı “bahçıvanların” Afrika’nın kakao kaynaklarını ve diğer yerüstü ve yeraltındaki doğal kaynaklarını sürekli sömürmeleri ve yerel halkları bitmeyen bir açlık, bağımlılık ve sefalet döngüsüne hapsetmeleri geçti aklımdan.

Belçika’da yüksek lisans yaparken, Fildişi Sahilleri’nden gelen 40 yaşındaki bir sınıf arkadaşımın hayatının ilk çikolatasını o yıl yemiş olmasının, o çikolatanın da benim Türkiye’den getirdiğim bir hediye paketi sayesinde olmasının verdiği şaşkınlığı anımsadım bir kez daha. Oysa Fildişi Sahilleri, Gana ile birlikte, “kahverengi altın” olarak da nitelendirilen küresel kakao üretiminin yarısından fazlasını sağlıyordu.

Ve dünya çapındaki adaletsizlik, ırkçılık ve sömürgeciliğin travmatik anılarını canlandıran tüm bu sözlerin de İspanyol Sosyalist İşçi Partisi’nden birinin ağzından dökülmesi konunun önemini anımsattı.

Eski nesil eğitimli Avrupalıları temsil eden Borrell’e veya Geert Wilders, Marine Le Pen gibi türevlerine karşı, yeni nesil ve görece daha az eğitimli “Meloni nesli”nde ırkçı söylem açısından bizi nelerin beklediğini ise bekleyip göreceğiz.

Do. Dr. Beste İşleyen

Konuşma, Avrupa’da olduğu kadar Türkiye’den de tepki aldı. Yıllardır Amsterdam Üniversitesi’nde AB dış ilişkileri dersi veren Doç. Dr. Beste İşleyen başta olmak üzere, Avrupa Birliği üzerine çalışmalarda bulunan akademik çevreler, AB’nin dış politikası konusundaki tartışmalara hükmeden demokrasi ve insan hakları gibi değerleri öncelediği “normatif güç” temelli yeni literatürü ve Avrupa merkezci bakış açısını eleştirdiler.

Bu konuda görüştüğüm İşleyen, “Bu türden açıklamalar, Avrupa’yı ve orada yaşanan toplumsal süreçleri dünyanın geri kalanından koparma işlevi de görüyor. Bahçenin inşasında o ormanla yüzyıllardır süregelen ilişkinin rolü ise gözardı ediliyor. Avrupa’nın dünyanın her köşesine yayılmış beş yüz yıllık sömürge tarihi AB refahının dayandığı önemli bir ayak. Modernite ile sömürgecilik iç içedir. Mesela Gurminder Bhambra Britanya’daki sosyal devletin sömürgecilik üzerine inşasından bahseder.”

Bhambra, imparatorlukların yeraltı ve yer üstü kaynakların çıkartılmasına dair faaliyetleri sayesinde kendi uluslarının yaşam standartlarının korunmasını sağladıklarını söylerken, bunun sadece sömürgelerin geçim kaynakları değil onların yaşamları pahasına gerçekleştiğini özellikle vurgular. Bu açıdan, Britanya yönetimi boyunca sömürgelerde sürekli açlık yaşanmasının ancak Britanyalı vergi mükelleflerine sistematik şekilde refah dağıtımı yapılmasının, bu politikaların bir sonucu olduğunu da ortaya koyar.

Avrupa değerlerinin üstünlüğü, Avrupalılaşma yaklaşımı sonucunda üye ve aday ülkelerde yaratılan yerel değişimler ve dönüşümler, AB normlarının yarattığı normatif üstünlük yıllardır sayısız akademik çalışmanın odağında yer almıştı. Ancak, bu son jeopolitik söylemde çarpıcı bir şekilde görüldü ki, aslında AB’nin “ondan” olmayana karşı bakış açısının özünde tam da bir orman-bahçe dikotomisi gizliydi.

Avrupa Koleji’nin Natolin (Polonya) kampüsünde on yıl boyunca ders veren Dimitris Bouris, bu konuşma üzerine Twitter’da öğrencilerine yönelik yaptığı açıklamada, “Bu konuşmanın sizin okuduğunuz kurumda verilmiş olmasından dolayı gerçekten üzgünüm. Bu konuşmanın size hissettirdiklerinden dolayı üzgünüm!” dedi.

Dolayısıyla, kuramsal yaklaşımlar sahada test edilirken görüldü ki, normlar ve çıkarlar reelpolitik kapsamında sürekli çatışma halindeydi ve AB jeostratejik çıkarlarını normatif bağlılıklarından fiili olarak öncelikli tutuyordu.

Oysa bir insanı bir diğerinin üzerinde konumlandıran, bir uygarlığın yaşam tarzının yegâne iyi yaşam tarzı olduğuna ve dünyanın geri kalanına zorla benimsetilmesi gerektiğine inandıran her türlü söylem son derece tiksindirici ve ırkçı niteliktedir. Hele ki, bu tür ifadelerin Avrupa Birliği’ni temsil eden bir makamdaki kişinin ağzından çıkması, bu utancı kıta çapına yaymış oluyor. Çünkü konuşmada “Avrupa” ile kast edilenler, coğrafi bir anlamdan ziyade aslında münhasır bir kulüp olan Avrupa Birliği’ne üyelik üzerinden tasarlanmıştır.

Aslında, Borrell’in balta girmemiş ormanlardan Avrupa bahçesini korumaktan kast ettiği şeyin, savaş ve çatışma bölgelerinden canını kurtarmak için Avrupa kıyılarına gelen düzensiz göçmenlerin geri itilmeleri, Akdeniz’de yaşamlarını yitirmeleri veya Türkiye’ye geri gönderilmeleri olduğu apaçık görülüyor.

AB, özellikle Suriye iç savaşının ardından mülteci krizinin yönetiminde, insan haklarına olan bağlılığından normatif açıdan ciddi ödünler vermişti. Örneğin, Uluslararası Göç Örgütü IOM’un yürüttüğü Missing Migrants Project verilerine göre, 2014 yılından bu yana Akdeniz sularında 25 binin üzerinde göçmen kayboldu. Üye devletler arasında tam anlamıyla “Avrupalı” bir ortak sığınma politikası ise pratikte hayata geçirilemedi.

Macaristan ve Polonya başta olmak üzere Doğu Avrupa, mülteci akınları karşısında çözümü sınırlarını kapatmakta gördü; Yunanistan ise mülteci botlarını Ege Denizi’nin ortasında patlatıp Türkiye’ye doğru geri iterek çaresiz insanların canlarıyla oynadı.

AB önceliği kendi yükünün hafifletilmesinden ve krizin dışsallaştırılmasından yana vererek, mülteci yönetimini Türkiye’ye havale ederek, bunu da yardım paketleri üzerinden gerekçelendirerek insan haklarına olan normatif bağlılığını bir kez daha sorgulattı. Çünkü orası çıkar temelli bir “bahçe”, geri kalan ise balta girmemiş ormandı. Bahçenin çitleri olabildiğince yükseltilmeliydi.

Bahçe-orman analojisi, AB ve diplomasi tarihinin açık ara en çarpıcı analojisidir. Dokunulmaz sanılan hastalıklı sözcüklerin mantıksal çatlaklarından sızan gerçeklikler ise, tarihin travmatik kesitleriyle söylemsel olarak da yüzleşme gereğini bir kez daha su yüzüne çıkarıyor.

Ötekileştirmek dışında hiçbir amaca hizmet etmeyen yüzeysel ve kaba sözcüklerin sahipleri ise, aklı selimin baskın gelmesiyle yalnızlaşacak ve daha da kötüsü gülünç duruma düşecek.

İnsanoğlu, son kertede sözcüklerin doğru kullanımına ve bilinçaltından yüzeye çıkan sözcüklerin ortaya saçtığı itiraflara çok şey borçludur.

Tüm yazılarını göster