Son boğuk kahkahalar

Francis Fukuyama 25 yıl önce ‘Tarihin Sonunu’ ilan ettiğinden beri çok kötü muamele gördü. Şimdiyse, çalışmaları bir kehanetmiş gibi görünüyor.

Abone ol

Paul Sagar*

Bu yıl, Francis Fukuyama'nın Tarihin Sonu ve Son İnsan'ın (1992) yayınlanışının 25. yıldönümü kutlanıyor. Nadiren okunup sıkça aşağılanmış, savaş sonrası dönemin en haince, haksız yere reddolunmuş ve yanlış anlaşılmış kitabı olabilir. Ne yazık ki bir sebepten dolayı şansı yaver gitmeyen Fukuyama, Batılı demokrasilerin 2016'daki durumunu -Brexit'ten Trump'a ve İtalyan referandumuna kadar- ve daha önce kimsenin göremediği siyasi kargaşayı öngörme konusunda en başarılı kişi olabilir. Bu şaşırtıcı görülmelidir. Neticede Fukuyama'nın adı, 12 yılı aşkın bir süredir Batının zafer dolu yüzyılının sonu ile eş anlamlıdır. Geleneksel bilgeliğe göre, Doğu Avrupa'daki komünist rejimlerin çöküşü ve ABD'nin Soğuk Savaşta'ki zaferiyle birlikte, liberal kapitalist demokrasinin açıkça, mümkün olan en iyi insani siyasi örgüt biçimi olduğu anlamına geldiğinin iddia edilmesi gerekiyordu.

Tarihin Sonu -bazen sağdaki, özellikle de soldaki- popüler eleştirmenler açısından, George W. Bush'un bir felaket benzeri idaresi altındaki hiper-liberal bir kapitalist ideolojik sel için sözde entelektüel bir temel teşkil etti. Fukuyama'nın anahtar sözcüğü -tarihin sonu- eleştirmenlerce, (felsefecinin) neo-muhafazakâr böbürlenmeyi meşrulaştırmaya çalıştığına ve kaçınılmazlık görüntüsü verdiği tehlikeli bir ideolojiyi gizlediğine ilişkin bir kanıt olarak ele alındı.

Fakat (geleneksel bilgelik devam ediyor) kibir kısa süre sonra intikam izledi: 9/11 saldırıları ve Irak savaşının ardından gelen felaket, liberal-kapitalist dünya düzeninin herhangi bir zafere ait görüsünün ne derecede hatalı olduğunu ortaya koyuyordu. Fukuyama özellikle bu konuda ağır eleştirilere maruz kaldı. Francois Wheen'in, Palavra Dünyayı Nasıl Ele Geçirdi (2004) adlı eserinde Fukuyama'yı neo-con (ABD politikasında saldırgan liberallere verilen isim) menfaatler uğruna bir yem olmakla suçlaması, tipik bir örnekti. "Sosyal bilimlerde en kötü tahminden birini cesurca yapmaya nasıl başlıyorsunuz?" sorusuna cevaben Wheen, "Eğer yanlış bir yol izliyorsan, mümkün olduğunca gösterişli ve abartılı biçimde yanlış ol" diyerek yanıt verdi. Wheen, Fukuyama'nın 'eğitimli kesimlerin yorgunluğunu gidermek için neyin gerekli olduğunu anladığını ve bunu kişisel bir kazanç için kullandığını' iddia ediyordu.

BİLİNDİK ELEŞTİRİLER DOĞRU DEĞİL

Ancak bunların hepsi yanlış. Öncelikle, Tarihin Sonu'nu bir zafer gösterisi olarak okumak hata olur; bu, radikal İslam'ın yükselişi ya da 2008 sonrasında kapitalist demokrasilerin durumlarıyla ters düşer. Bu bağlamda, Fukuyama'nın kendisine karşı haksızlık edildi. Alışıldık bir akademisyenden ziyade kamuya açık bir entelektüel olmasına rağmen, kötü şöhretli kitabı hırs ve gösteriş ile birlikte, az sayıda yetkili akademisyen açısından bir öfke ve öğrenme derinliği içeriyordu. Hatalı olabilirdi; ancak asla eleştirmenlerin gösterdiği şekilde aptalca değildi.

Bunu daha iyi görebilmek için, Tarihin Sonu'nun gerçek argümanını açıklığa kavuşturmak gerekir. Fukuyama başlangıç olarak, olayların nasıl bir şekilde kesileceğini önermedi. Aynen diğer aklı başında insanlar gibi o da sıradan nedensel olayların devamı olan tarihin (küçük ‘t’ ile), her zamanki gibi devam edeceğine inanmaktadır. Seçimler yapılacak, spor karşılaşmaları kazanılıp kaybedilecek, savaşlar patlak verecek, vb. Fukuyama için Tarih (büyük bir ‘T’ ile) hususundaki ilgi çekici olan soru, terimin kendisi açısından, insan toplumsal varoluşunun derin yapısı hakkında bir dizi endişenin ortaya çıkmasıydı.

Francis Fukuyama / Tarihin Sonu ve Son İnsan / Profil Yayıncılık

Fukuyama, Tarihle ilgili olarak, karşıt güçlerin sosyal kalkınmada kendi rollerini nasıl oynadıkları konusunda karmaşık bir tez ortaya koydu. Bu noktada (Fukuyama), Rus göçmen Alexandre Kojeve'in ilham verdiği Alman filozofu Georg Hegel'in (Georg Wilhelm Friedrich Hegel) eserlerinden esinlenmiştir. Hegel (ve Kojeve), Tarihin, toplumların düzenlenmesindeki çelişkilerin bir noktada ortadan kaldırıldığı, daha temelde yatan karşıtlıkların çözülmesiyle daha üst düzeyde bir bütünleşme düzenine geçmek suretiyle, çatışmayı aşarak kendiliğinden ortaya çıkan bir süreç olduğunu önermiştir. Bu tarz bir 'diyalektik' görüşün en ünlü örneği olan Karl Marx'ın (aynı zamanda Hegel'in etkisi altındadır) önermesine göre, burjuvazi ve proletarya nihaî olarak kapitalizme karşı bir devrim dönemi gerçekleştirerek komünizmin ahengine dönüşüp çatışma nedeni olan karşıtlıkları aşacaktı.

Esasında, (büyük-T) Tarih Fukuyama’nın gözünde, insan gelişimin mantıksal bir ilerleme (ya da çelişkilerin diyalektik temelde incelenmesi ) olarak anlama, ilerleme kaydedilen her seviyede dünyayı daha akılcı bir zemin haline getiren kapsamlı bir gelişim anlatısı üretme manasındadır. Fukuyama açısından insanlığın uzun soluklu gelişimi, Karanlık Çağ'dan Rönesans'a ve ardından Aydınlanma’ya, laik, eşitlikçi ve rasyonel toplumsal örgütlenme araçlarıyla da açıkça görülebilirdi; bunlar demokratik bir liberal kapitalizm için yolu açmıştı. Bu, insan gelişimini sağlayan birikimdi ve bu nedenle yukarıya doğru kavisli bir yay çizmekteydi. Fukuyama, tarihsel sentezciliğin motor gücü olarak görülen Hegel'in (makul bulmadığı) metafiziğini ve Marx'ın 'diyalektik materyalizm' fikrini bir kenara koydu. Bunların yerine, modern bilimsel metodu (teknolojik ilerlemeyle birlikte) piyasa kapitalizmine kaynak dağılımı amacıyla kitlesel bir bilgi işleme biçimi olarak eklemenin, insan uygarlığının gelişimin nasıl başarıyla yukarı doğru geliştiğini açıklayabildiğini düşündü.

Her nasılsa bulduğu, artık mümkün olan son noktaya ulaşmış olmamızdı. Liberal demokratik kapitalizm Tarihsel sentezin son aşamasıydı: doğası gereği daha az çelişkili bir toplum biçimi mümkün görünmüyordu. Dolayısıyla, liberal demokrasi hiçbir şekilde kusursuz olmasa bile elde edebileceğimiz en iyi şeydi. (Büyük-T ile) Tarih bitmişti ve artık tarih sonrasını yaşıyorduk. Fukuyama'nın, Tarih'in “sona erdiği" iddiasıyla kastettiği şey budur. Elbette çok sayıda eleştirmen Fukuyama'nın teorisini Hegel'in metafiziğinden veya Marx'ın materyalizminden daha akla yatkın görmemektedir. Ayrıca, 1990'ların ABD'sinden daha cazip hiçbir toplumun mümkün olmadığı düşüncesiyle- Batılı liberal demokratik kapitalizmin insan varlığının büyük tarihsel işleyişinin olası son noktasını temsil ettiği iddiası, pek çok kişinin eleştirdiği üzere Hegel'in yanıldığı ve Tarihin sonunun 19'uncu yüzyıldaki (kendisine maaş ödeyen) Prusya devletinin olduğu iddiasıyla benzeşmektedir.

Ancak, Fukuyama'nın tezinin ilginç olan tarafı neo-Hegelciliğinin makul olup olmadığı değildir. Fukuyama analizi boyunca, insan psikolojisinin kavranması açısından thymos'un (Yunanlılarda 'heyecan, canlılık') merkeziliği konusunda ısrarcıdır: Bu, Thomas Hobbes'un ‘gurur’, Jean-Jacques Rousseau'nun ‘öz-saygı’ olarak nitelendirdiği şeydir. Bu, başkaları tarafından sevilmeyi ve saygı duyulmayı ve bu bilincin dışa doğru teyit edilmesini, gerekiyorsa zorla elde edilmesini gerektiriyor.

Fukuyama bazı insanların her zaman doğal olarak rekabet edebileceğini ve onaylanma konusunda açgözlü olacağını düşünüyor. Bu nedenle bazıları, en iyisi olarak düşünülmek üzere hep mücadele edecek ve diğerleri onları bu konuda geri çevirecek, geri gönderecektir. Bu durum, birçok sıkıntıya yol açma potansiyeli taşımaktadır. İnsanlar saygı görmeyi talep ederler ve eğer bunu hissetmiyorlarsa, şeylere ve insanlara karşı tepki verirler.

Fukuyama, insanların bu psikolojik özelliğinin, Tarihin sonuna gelmiş olsak bile ortada kazanacak bir zafer olmadığını teyit ettiğini söylüyor. İnsanlar liberal kapitalist demokrasiden daha iyi bir şey geliştiremeyecekleri için, daha az çatışma ve çelişki barındıran başka hiçbir toplum biçimine ilerleyemezler; bu, bu tür toplumların asi ve rekabetçi nüfuslarının hâlâ buna uygun olacağı anlamına gelmiyordu. Geç kapitalist modernite, ulaşabileceğimiz en yüksek uygarlık noktası olabilirdi; zira en az çelişkiyi içeriyordu. Ancak Tarih’e dönüp bakınca, en tepeden aşağı kaymakta olduğumuz konusunda şüphelenmek için güçlü bir nedeni vardı.

Fukuyama, insanlığın sadece thymos göstermediğini, aynı zamanda 'megalothymia' olarak adlandırdığı şeyi gösterdiğini de düşünmüştü: Sadece saygı görme ve benzer biçimde tanınma arzusu değil, gösterişli bir şekilde başkalarına baskın olacak bir şekilde hakim olma isteği. Megalothymia ‘asla’, ‘daima’ ya da ‘zorunlu olarak’ kötü bir şey değildi: İnsanları katedraller inşa etmeye, büyük sanat eserleri yaratmaya, imparatorlukları ve siyasi hareketleri oluşturmaya iten şey buydu ve genellikle Tarihin ileriye doğru ilerlemesine yardımcı oluyordu. Ancak, uygun amaçlara yöneltilmezse, başkalarının egemenliğinde ve baskısı altında bir kısırdöngüye dönüşebilir.

Fukuyama’da liberal kapitalist demokrasi açısından dikkat çekici olan, megalothymia'nın daha yıkıcı eylemlerine karşı bir kontrol mekanizması yaratarak, insanları bu tür enerjileri dağcılık ya da rekabetçi spor dalları gibi toplumsal açıdan zararsız eylemlere yönelmeye teşvik etmesiydi. Bu kulağa daha hoş bir amaç gibi gelebilir. Fukuyama, Tarih'in sonundaki gizlenen tehlikeleri görmeyi başaramadığını düşünüyordu.

SON İNSAN, KENDİ KENDİNİN CELLADI OLABİLİR

Friedrich Nietzsche

Fukuyama, başlığının ikinci kısmı olan Son İnsan’da Friedrich Nietzsche'nin görüşlerine doğrudan atıfta bulunuyordu. Friedrich Nietzsche, modern toplumun gerçeğe ve şeffaflığa vurgu yaparak 'Tanrı'yı öldürdüğünü' (Batı politikasının geleceği eşitlikçi ve laikti) ve O'nun yerine geçecek hiçbir şeye sahip olmadığını söylüyordu. Modern insanlığın büyük çoğunluğu artık, yalnızca büyüklük elde etme konusunda hiçbir fikre sahip olmayan, dar görüşlü, bodur ve acınası canlılar olacaktı; yalnızca maddeci, kendine takıntılı bir dünyada sığ bir konfor ve kolay zevklerin nasıl elde edileceğinin derdinde olacaklardı. Başka bir deyişle, eğer megalothymia insan hayatından çıkarsa, bu da büyük bir etki olacaktır. Geriye yalnızca temel vasıf kalacaktır.

Fukuyama, Nietzsche'nin son insan fikrini, insan psikolojisinin temeline ilişkin kendi tanısıyla birleştirdi. Öngörüsü, tarih sonrası Batı toplumunun görünümünün iyi olmadığı şeklindeydi. Tarihin sonundaki son insanların, öğleden sonra güneşinde dolaşan köpekler gibi, maddi rahatlıklar ile garip bir tatmin yaşamaları olasıydı (Kojeve'in öngörüsü budur). Ancak, diğer tarafa da ilerleyebilirler.

Son erkeklerin ve kadınların, tarihsel açıdan benzeri görülmemiş bir kolaylık ve lüks içerisindeyken, megalothymia'yı beslemede başarısız olması nedeniyle derin bir hoşnutsuzluk duymaları ihtimali vardı. Son insanlar bu yoldan giderse, Fukuyama'nın "efendisiz kölelik-akılcı tüketim hayatı" dediği şey nedeniyle sıkılırlardı. Laik-demokratik politikayla birlikte gelen eşitlikçi değerlerin yayılması, şiddet dolu öfke alanları da yaratacaktır; özellikle de sosyal hiyerarşilerin en üstünde bulunan geleneksel yerlerini kaybetmiş, kendilerine borçlu olunduğunu düşünenler arasında ortaya çıkacağını düşünebiliriz. (Bu size tanıdık geldi mi?)

HUZURSUZLUK VE ÖFKE FAŞİZMİ BESLİYOR

Fukuyama, bu huzursuzluğun ve öfkenin, sonuçta politik bir etkiye dönüşeceğini öngördü; ve bu ortaya çıktığında patlayıcı bir etkisi olacaktı. Ancak kapitalizm karşıtı sol, sönmüş bir parlamaydı. Komünizm artık bilindik bir sahtekârlık ve başarısızlıktı ve megalothymia tarafından yönetilen Tarih-sonrası insanlara, taşıyacağı bir eşitlik iddiası yok ve çıplak biçimiyle zalimane gerçeklere sahipti. Liberal kapitalist toplumların istikrarı açısından çok daha tehdit edici olan şey, faşist sağın nankör biçimde dar çıkarları ve popüler hoşnutsuzluğu körükleyen, tüketici kapitalizmin içi boş konforunun umut vaat etmediği insanların hâkimiyet ve egemenlik hususundaki motivasyonlarını besleyen demagojik iktidarlarının ortaya çıkmasını engellemek olacaktır.

Fukuyama, hâlâ bunun ötesinde bir geleceğe bakıyordu (bu konuda ilk adımlarımızı atıyor olabiliriz). Bu, “Barış ve refah dolu liberal demokrasi ile tanımlanan bir dünyada yaşadıkları durumda, ‘saygı görmek isteyen’ insanların barış, refah ve demokrasiye karşı mücadele edecekleri” şeklindeki korkunç bir uyarıydı. Daha çarpıcı olansa: “Modern düşünce, bağrında yetişenlerin gelecekte liberal demokrasiye karşı nihilist bir savaş yürütmesine engel teşkil etmez.”

Bu, kesinlikle bir zafer değildi. Fukuyama'nın Tarihin nasıl geri gidebileceği konusundaki görüsü, 2016 yılı ya da daha genel olarak 11 Eylül saldırıları sonrası küresel siyasetin fırtınalı yılının detaylı dinamiklerini içermemektedir. Örneğin 1990'lı yılların başlarında Japonya ile meşgul olmakla birlikte, ABD hegemonyasına ilişkin olarak Çin’e dair çok az şey söylemektedir.Bununla birlikte, belki de huzursuzluğun 2016 yılında gerçekten başlayıp başlamadığını ve bu dramatik yıl süresince yaşanan olayların bizi nereye götürdüğünü görme hususunda herkesten daha büyük bir iddiası var. Yakın zamandaki kamusal müdahaleleri, 1990'ların başındaki temalarına açık bir gönderme olmasa da -sınıfsal yapının ulusal kimlikler ve eğitim fırsatı vesilesiyle kırıldığını vurguluyor- son boş bir kahkaha atma hakkına sahip görünen kişi, çok sayıdaki gürültücü eleştirmeni değil, Fukuyama’nın kendisidir.

Son bir şey... Sığ ‘şöhret kültürünü’ açıklarken, son kişinin yaşam alanındaki büyük boşluğa dair Fukuyama’nın aklında belli bir örnek mevcuttu. Megalothymia'nın bir modelini ararken, betimleme için aynı kişiye başvuruyor; “Donald Trump gibi bir gelişmiş model var”. Fukuyama, tarihin sonundaki konformizm sorununu aşarak, tarih öncesi dünyanın kesinliğini tersine çevirenin bu kişi olacağını tahmin etmemişti. Ancak herkesten çok daha yakın bir tahminde bulunmuştu.

* Paul Sagar, Cambridge Üniversitesi’ndeki Kraliyet Koleji’nde siyaset ve uluslararası ilişkiler bölümünde araştırma görevlisi olarak görev yapmaktadır.

Yazının aslı The Aeon sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviri: Tarkan Tufan)