Michael Jordan ve 'Son Dans' fırtınası dünyada tüm gücüyle esmeye devam ediyor. Tabi 'Korona süreci' yüzünden NBA dahil dünyada neredeyse tüm ligler ertelenince herkes kendini televizyonlardaki nostaljik kuşaklara daha fazla kaptırdı. Zaten sporu sevenler her zaman nostaljik bir ruh taşır. Ama Chicago Bulls'un 'Son Dans'ı gerçekten müthiş hazırlanmış ve planlanmış bir proje oldu. Normal şartlarda yaz aylarında yayına girecekti bu belgesel. Çünkü NBA'de play-off'lar tüm heyecanıyla oynanıyor olacaktı. O zaman da kim takar belgeseli veya Jerry Krause'u, öyle değil mi? Ligler oynanmayınca, bu belgeseli izleyince şapkayı önüne koyup düşünme ve bazı şeyleri tekrar gözden geçirme fırsatı oluştu.
Söz verdiğimiz gibi bu ikinci yazımız oluyor. İlk yazımızın üzerine yeni bölümler yayına girmişti ve tabi ki dünya spor medyasında yeni tartışmalara yol açmıştı. Michael Jordan'ın 'kumar düşkünü' oluşu, bunun kariyerini ve kültürel mirasını nasıl bir yönde etkilediği konuşuldu ve konuşulmaya devam ediyor. İşin tuhaf tarafı bu 25 sene önce de tartışılıyordu. Bir diğer konu Michael Jordan ve Chicago Bulls'un Isiah Thomas ve Detroit Pistons süreci ve 'el sıkışmama' meselesi. İşin perde arkasında ne yatıyordu? Son bölümlerin ardında ise tartışmaların merkezinde Michael Jordan'ın liderlik perspektifi yer aldı. Hatta Amerikan spor kamuoyu bu konuda ikiye ayrıldı diyebiliriz. Evet, başlayalım konuları kurcalamaya.
Michael Jordan, kumarbazdı. Ama birine kısaca 'kumarbaz' deyip çıkmak çok kolaycılık olacaktır. Bunu açmamız lazım. Michael Jordan'ın bu 'kazanan' olma düşkünlüğü esasında onun kumar gibi alanlarda aksiyon almasına neden oldu. Çünkü bir kumarbaz sadece kumarhaneye gidip rulet masasında çipleri belirli bir sayıya koyan kişi değildir. Belgeselin görüntülerine de yansıdığı gibi bir maçtan önce bir stadın güvenlik görevlisiyle iddiaya tutuşup yazı tura bile atabiliyor. Bunu bazılarımız çok iyi biliyordu, yani onun bu yönünü. Ama artık sadece bilmiyoruz, görmüş de oluyoruz. Evet, arkadaşlarına golf takımı hediye ediyor ki golf öğrensinler. Sırf böylelikle kendisiyle oynayıp, iddiaya girip paralarını alabilsin diye! İşte Michael Jordan böyle bir kumarbazdı. New York'ta bir maç mı var veya New Jersey'de? O, gecesinde muhakkak Atlantic City'de soluğu alacaktı, başka yolu yoktu. Batı yakasında ise Las Vegas'ta. Bu bir süre sonra imajını çok zedeler bir hal almıştı ama burada da Michael Jordan devreye girdi. Bu tartışmalardan kaçmak yerine yüzleşti ve medyaya konuştu.
NBA'in efsane oyuncularından Charles Barkley'nin 90'lı yıllarda meşhur spor markası için çektiği bir reklam filmi vardı. Aklıma o geldi bir anda. Bence bu konuya fazlasıyla ışık tutacaktır. Reklamda Charles Barkely karanlık bir basketbol sahasında smaç vururken şu şekilde konuşmalar yapıyor:
“Ben bir rol model değilim. Bana rol modeli olmam için para ödenmiyor. Bana basketbol sahasında tahribat yaratmam için para ödeniyor. Velilerin rol modeli olması gerekiyor. Ben sırf basketbol topunu potaya smaç vuruyor olabildiğim için bu benim çocuklarınızı yetiştireceğim anlamına gelmiyor.”
Michael Jordan, örnek biri olmak zorunda mıydı? Bu önemli bir tartışma konusu. Çünkü sosyal özelliklerini incelediğimizde çok da örnek alınası biri olmadığını biliyoruz ve görüyoruz. Meseleye nasıl bakmamız gerekiyor? Burası gerçekten kritik. Michael Jordan o dönem bu 'kumar meselesi' için kameranın karşısına geçip bir takım açıklamalar yaptı. Söylediklerini onun ağzından anlatmak gerekirse şöyle diyor kısaca: "Evet, kumar oynuyorum. Ama ben ortalama bir asgari ücret kazanan biri değilim. Evime götürmem gereken rızkımı gidip kumar masalarında harcayarak ailemin geleceğiyle oynamıyorum. Ayrıca kafaya takmayın, yeterince param var." Evet, Michael'ın görüşü kısaca bu noktaya işaret ediyordu. Haklı mıydı? Son olarak da şunu vurgulamıştı: "Ben sadece gidip bir kaç saat oyalanmak ve basketboldan uzaklaşmak için oynuyorum."
Deplasmana giderken uçak yolculuklarında takım arkadaşlarıyla kağıt oyunları oynuyorlar. Tabii ki parayla. Masada dönen rakamlar onbin dolarlar. Bir de uçağın diğer ucunda takım arkadaşları kağıt oyunu oynuyor. Onlar da her el için 1 veya 1,5 dolarına oynuyorlar. Michael bir gün kendi masasından kalkıp o masaya gidiyor ve “Ben de oynayabilir miyim?” diyor. Arkadaşlarından biri diyor ki, “Biz 1 veya 1,5 dolarına oynuyoruz Michael. Neden bizimle oynamak isteyesin?” Jordan ısrarla oynamak istiyor. Çünkü onun derdi masada kaç para olduğu değil. Kazanmak! Arkadaşlarını yenmek ve “senin paran, şimdi benim cebimde” diyebilmek. Evet, Michael Jordan böyle biriydi.
Liderlik konusuna gelecek olursak. Takım arkadaşı Steve Kerr'ü dövüp sonra ondan özür dilemesi zaten başlı başına bir olay ama ben başka bir şey anlatacağım. Belgesele tam yansımayan bir şey. Belgeselde Michael Jordan'ın takım arkadaşlarını motive etmek için onları hırslandırmaya çalıştığını görüyoruz. Bize bu şekilde anlatılmaya çalışılıyor. Bir tür 'külhanbeyi' gibi. Scott Burrell diye bir takım arkadaşı var Michael'ın ve Burrell gerçekten dünya iyisi bir adamdı. Michael, ona ne kadar kötü davranırsa davransın kontrolünü kaybetmeyen biriydi. Michael'ın isteği ise Burrell'in kontrolden çıkıp bir tepki vermesi... Maksat onu hırslandırmak. Burrell ise hiç oralı olmuyordu. Bu kadarını belgeselde izledik. Şimdi gelelim görmediğimize; bir antrenmanda Michael yine sürekli Burrell'in üstüne oynuyordu. Sürekli laf atıp hakaret ediyordu, hatta temaslı bile tahrik ediyordu. Burrell'den hiç tepki alamayınca Michael, topu Burrell'in suratına fırlattı. Dedi ki: “Biz buraya eğlenmeye gelmedik. Basketbol oynamaya geldik. Eğlenmek istiyorsan Disneyland'e git.” İşte Michael böyle biriydi. Bütün bunlar tartışılan konular oldu uzun zamandır. Hatta otoriteleri bile ikiye böldü.
Takım arkadaşı Bill Wennington belgeselde şöyle diyordu; “Michael böyle bir liderdi ama sonuç olarak işe yaradı. Kazandık”
Soruyu şöyle sormamız gerekiyor: Michael Jordan doğru bir liderlik örneği gösterdiği için mi kazanıldı? Yoksa kazanıldığı için mi buna yanlış bir şekilde 'doğruluk' anlamı yüklüyoruz? Bu çok ama çok önemli bir soru.
Michael Jordan'ın Leonardo Da Vinci'nin 'Son Akşam Yemeği' tablosunda ortada oturan adam olduğunu ben söylüyordum zaten. Bu mecazi benzetme onun ne kadar büyük ve önemli bir figür olduğunu anlatmak içindi. Ama bu bizim gerçekleri görmemize engel olmaması gerekir.
Wennington'ın 'kazanmak'tan kastı neydi? Üst üste 3 şampiyonluk değil miydi? Peki ben Michael'ın anlayacağı dilden, masaya bir sinek ikili atayım o zaman? 1997 ve 1998 NBA Finalleri'nde karşılaştıkları Utah Jazz'ın yıldızı Karl Malone'un serbest atış oranı yüzde 10 fazla olsaydı belki de bugün 'The Last Dance' yani 'Son Dans' diye bir efsaneden bahsetmeyecektik. Basketbolun şifreleri detaylarda gizlidir. Matematik gibidir basketbol. Sadece bilinmeyenler denklemi bozar ve hesapları alt üst eder. Tek farkı bu.
Michael Jordan'ın bu 'liderlik' adı altındaki külhanbeyliği, kabadayılığı mı Bulls'u şampiyon yaptı? Michael Jordan, takımın ve ligin açık ara en yetenekli ve en iyi oyuncusu olmasaydı bu hareketleri yapabilme lüksü olabilir miydi? Scott Burrell, iyi adamdı elbette ama o hareketleri koskoca Michael Jordan değil de başkası yapsaydı bu kadar idareci olup alttan alacak mıydı? Peki neden Michael Jordan bu hareketleri ve bu manevraları Scottie Pippen'e yapmıyordu? Yapamazdı, öyle değil mi? Her mecrada dile getiriyorum. Köşe yazılarımda, Radyo Gol'deki programlarımda, katıldığım televizyon programlarında ve Youtube kanalım Aramedia'da. Her defasında “En büyük Michael” diyen zaten benim. Ama onun gelmiş geçmiş en büyük basketbolcu olduğunu düşünmek ile onun sosyal analizi yapmak aynı şey değil. Başarısı onun kompozisyonundaki imla hatalarını ve anlatım bozukluklarını tespit edip not kırmayacağımız anlamına gelmiyor. Basketbol, futbol, voleybol, fark etmez. İstatistiklere Google'dan bakıp yorum yapmak en kolayıdır. Ama spor olayları ve sporun içindeki elementler tamamen sosyal konulardır ve bunları doğru bir düşünsel matematikle incelemek gerekir. Karl Malone'un serbest atış yüzdesinden örnek verdiğim gibi spor olayları arasında 'kesişim kümeleri' ve 'yutan eleman'lar mevcuttur.
Soruyorum; Magic Johnson kötü bir lider miydi? Magic Johnson müthiş bir liderdi. Gidip takım arkadaşlarını dövmeye kalktı mı? Ki 80'li yıllar NBA'in en sert oynandığı yıllardı. Ne oldu peki, Lakers kazanmadı mı? 80'li yıllarda 5 kez şampiyon oldu ve bunun neredeyse iki katı kadar NBA Finali oynadı. LeBron James peki? Oynadığı Miami Heat'i ve Cleveland Cavaliers'ı dört ve dört, üst üste 8 kez NBA Finali'ne taşıdı. Cleveland'da takım arkadaşları yüzünden başına gelmedik kalmadı. Hele J.R. Smith'in yaptığı skandal hataları açın bir Youtube'dan izleyin. Buna rağmen LeBron James, bırakın gidip takım arkadaşının suratının ortasına yumruk atmayı, basına bile renk vermedi.
Takımın en iyi oyuncusuyken 'lider' koltuğuna oturmak kolaydır. Çünkü en iyisi sensin ve herkes zaten seninle iyi olmak zorundadır. 1999'da şampiyon San Antonio Spurs'e bir bakın. Tim Duncan gibi bir süper yıldız varken, 'Amiral' lakaplı David Robinson takım tarihinin sembolü varken 1.78 m boyundaki Avery Johnson'ın müthiş liderliğine şahit olduk.
Ama Michael Jordan'ın bir söylemi var ki bu konuda ona katılmamak mümkün değil: “Liderliğin bir bedeli var, kazanmanın da...” Çok doğru. Michael Jordan'ın sert ruh halini buna bağlayabiliriz. Çünkü o ne olursa olsun, bedeli ne olursa olsun kazanmak istiyordu. Bu bedeli ödemek için bir kere bile tereddüt etmiyordu. Şöyle düşünüyordu: “Ben bu kadar zorluk çekiyorsam, bu kadar baskıyı kaldırıyorsam, takım arkadaşlarımın her biri de bunu yaşamak zorunda” ve “Eğer bunu kaldıramayacak varsa, bu yolda buna katlanamayacak olanlar varsa o zaman bu yolda benimle yürümeye de hakları yoktur”
Son Dans ve Michael Jordan: 3. klasör