Son prens: Êzidîlerin lideri Mîr Tehsin Seîd Beg
Mir Tehsîn Beg'in kaybının kolay kolay doldurulmayacak bir boşluk bırakacağı muhakkaktır. Êzidî inancına göre ölünün arkasından katiyen konuşulmaz ama o Êzidîlerin tek hakiki Miri ve Kürt prensliğin yaşayan son temsiliydi, ruhu şad, devri daim olsun.
Azad Barış*
Tarih liderlerin serencamıyla, o liderlerin halklarının-cemaatlerinin serencamı arasındaki paralel gelişmelerle doludur. Kendi hayatları halkının, halkının serencamı ise kendi serencamı olarak kristalize olmuştur. Mîr Tehsin Seîd Beg, şüphesiz bu isimlerden biri olarak, geçen hafta aramızdan ayrıldı.
Êzidî dünyasının son çınarı, Kürt prensliğinin soykütüğünün tek temsili, Mîr Tehsîn Seîd Beg, 1933 yılında Güney Kürdistan’ın Duhok şehrine bağlı Baedrê nahiyesinde dünyaya geldi. Baedrê, modern idari taksimat içinde nahiye olarak geçse de gerçek hiç de öyle değil oysa. Baedrê aslında gizli bir Mirlik merkezi, Êzidîliğin Kırklar Meclisi’nin ebedi mekânı ve Laleş’ten sonra yeryüzündeki en kutsal yeridir Êzidîlerin mefkuresinde. Yani bir nahiyeden ziyade, kadim ve yaşayan bir inanç merkezidir. Bu sebeple bütün seyyahların uğrak yeri ve Êzidîlerin dünyaya açılan tek kapısıdır.
Êzidxan’ı bilenler bilir ki; Baedrê Mîr ailesine ev sahipliği yapıp konsey merkezi olmuş çok muhkem ve stratejik bir konumdadır. Baedrê’nin Êzidî cemaatimiz nezdindeki kıymet ve itibarını oraya gitmeden önce duymuştum, 2003 yılında ilk defa oraya uğradığımda Mîr’in kasrına misafir olmuştum. Avlunun içindeki üç mevsimlik konaklar ve merkezi makam odasından eksilmeyen yüzlerce misafirle tanışmıştım. Mîr, ailesinin bu geleneğini 86 yaşında Hakk’a yürüyene kadar harfiyen yerine getirdi. Mîr Tehsîn Beg, mirlik erkinin yanı sıra Êzidî cemaatinin dini konseyinin manevi başkanlığını da yapıyordu. O bir Mîr, bir lider, bir diplomat ve aynı zamanda bir bilgeydi. Mîr Tehsîn Seîd Beg, mirlik tahtına pak kan yoluyla geldi ve hayata gözlerini yumana kadar bu görevi layıkıyla yürüttü.
Kadim Kürt prensliğinin son temsilcisi, Êzidî cemaatinin dünya yüzüydü. O, kendi cemaatine hem öncülük ve hem de koruyucu babalık yapıyordu. Son nefesini vermek üzereyken dahi, karanlık cinlerinin elindeki binlerce esir Êzidî kadın ve kızının kurtarılması gerektiğini sayıklayarak insanlığa bir mesaj bıraktı. Ve son sözü yüce divanın meleği Melekê Tawûs’a seslenerek Hakk’a yürüdü. Annesi Çol ailesinin Mîri Naîf Beg’in kızı Xoxê, babası ise Seîd Elî Beg’dir. Küçük Tehsîn dünyaya gözlerini açtığında aile içi çelişkilerin en fazla kızıştığı ve mirlik tahtının krizlerle boğuştuğu bir dönemdi. Çol ailesiyle Seîd Elî Beg aileleri aynı kökenden gelmelerine rağmen, Mirlik tahtı için meydan gelen kavgalar kolay çözülmeyecek kadar büyüktü. Yani Tehsîn Beg’in doğduğu yıllarda anne ile baba tarafı arasında büyük bir husumet söz konusuydu. Kuzenler arasındaki çatışma ve kargaşanın yanı sıra Şengal çevresindeki Êzidî aşiret reisleri Hemoyê Şero ve Dawûdê Dêwid öncülüğünde örgütlenmeler başlamıştı. Bu durum cemaat etrafında yeni bir düşünme ve aydınlanma çağını beraberinde getirmişti.
Tarihte ilk defa Êzidîler baskılara karşı örgütlü bir güç inşa etme hususunda adım atmış ve muktedir güçlere karşı hak talebinde bulunmuşlardı. Özellikle Hemoyê Şero ve Dawûdê Dêwid öncülüğündeki Êzidî aşiretleri hem dönemin kolonyal gücü İngilizler hem de yerel güçler tarafından ciddiye alınacak kadar başarı elde etmişlerdi. O günkü koşullarda, bunun büyük bir toplumsal dönüşüm anlamına geldiğini özelikle vurgulamak lazım. Nitekim otuzlu yıllarda Êzidîler gibi bir etnik ve inançsal kimliğe sahip halkların politikleşmek manasında “toplumsal bütünlük“ gayreti içine girmeleri büyük bir meseleydi. Dünya sahnesine ilk kez politik taleplerle çıkan Êzidîler için bu deneyim tarihi bir varlık meselesiydi. Bu hem kendilerine hem de dünyaya verdikleri mesajların içselleştirilmesi ve sonraki nesillere aktarılması anlamında bir miras oldu. O mücadele sayesinde kültürel ilkeler ve inançsal prensipler üzerinde inşa ettikleri birlik meydana gelebildi. Ancak o koşularda oluşan birlik mesajları sonraki nesilleri derinden etkileyebildi ve Êzidî topluluğu arasında sağlam bir grup içi dayanışma ve birlikteliğin inşasına vesile oldu. Bölgesel çatışma ve çelişkilerin yoğun olduğu, coğrafik olarak alan hakimiyetini henüz sağlamayan toplumların sallantıda olduğu bir dönemde, Mîr Seîd Eli Beg’in imdadına annesi Mîr Meyan Xatûn yetişerek Mirliği ayakta tutmaya çalışarak Mîr Tehsîn Beg’e sırt oldu. Böylece Meyan Xatûn uzun bir süre Êzidî cemaatine fillen Mîrlik yaptı. O dönemin genel özelliğine bakıldığında Êzidîlerin bugün olduğu gibi o gün de bir meşruiyet sorunu yaşadıkları görülmektedir.
Bölgedeki egemen devletlerin hiçbir dönem Êzidî cemaatinin inandıkları yolda yürümelerine ve kendi geleneklerini geliştirme, inançlarını yaşamalarına fırsat vermediğini görerek büyüdü Mîr Tehsîn Beg. Yaşı ilerledikçe civardaki devletlerin ve aşiretlerin her birkaç yılda bir top ve tüfeklerle üzerlerine yürüdüklerini bizzat gördü. Cemaati kılıçtan geçirerek mal ve mülklerini talan ettiklerini ve kadim inanç ve kültürlerinden vazgeçmelerini dayatarak din değiştirmelerini istediklerini idrak ettiğinde, henüz reşit bile değildi. Her saldırıyla azalan akranlarının ismini, kaçış esnasında kadınların feryadını ve erkeklerin ölümlerini unutmadı hiçbir zaman. O ilk ergenlik döneminde Mîr Tehsîn Beg’de oluşan aidiyet, beraberinde bir inanç, birliktelik ve mensubiyet duygusunu getirdi. Onun sonraki yaşamına bütüncül bir şekilde bakıldığında, toplumsal sorumluluğu ne denli sağlam bir temel üzerine inşa ettiğini ve kendisinin omuzladığı toplumsal mesuliyetin ne şartlar altında kurulduğunu, bu köklü niteliğin nasıl kazanıldığını da gözler önüne sermektedir.
Mir kemale erdikçe, Êzidîleri ‘zındıklık’ ve ‘kafirlikle’ suçlayan muktedirler cihat adına döktükleri kanın hikayelerine bizzat tanıklık edecekti. Ve bu acı hakikat onun toplum karşısındaki sorumluluğunda daha da büyütecekti ve küçük Mîr her zaman o kanın korkusuyla yaşayacaktı. Tarihin en büyük kelam mucitlerinden Yaşar Kemal, ‘Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’ romanını kaleme alırken özünde Mîr'in çocukluk hikayelerinin sadece bir kesitini dile getirmişti. Suyun rengini değiştiren hikayedeki kan tam da küçük Mîr’e anlatılan hikayelerdeki kanla aynıydı.
Bütün olup bitenlerin günah defterini Evliya Çelebi kadar kibirle tutan ikinci bir seyyah yoktur tarihte. Evliya Çelebi’nin külliyatındaki aktarımlar bugünkü karanlığın kana susamış halini o dönem yaşananların övgüsel nameleriyle tarihe not düşmüştür. Lakin Osmanlı İmparatorluğu’nun hemen hemen bütün dönemleri aynı zamanda Êzidî cemaati için fermanlar dönemidir. Osmanlı sonrası Şengal’e bakıldığında, önceki duruma oranla nüfus hareketleri, toplumun teşkilatlanması ve değerler sisteminde köklü ve ani değişimleri görmek mümkündür. Bu köklü değişiklikler sonucunda Êzidîler açısından bir rahatlatma süreci yaşanmış olsa da, eski yapının dönüşümü hiçbir vakit gerçekleşmedi. Hatta Osmanlı’nın dağılması ile birlikte Êzidîlerin ana vatanları arasında yeni sınır hatları çekilerek cemaat birbirinden koparıldı. Böyle bir ortamda toplumun yeniden yapılanması, bunu yaparken de ayrıca aktüel sorunlarını da çözmesi gerekiyordu. Bu yeni ve farklı yapının gerekliliğinin gün yüzüne çıktığı çağın çocuğu olarak büyüyen Mîr bütün olup bitenleri babaannesi Meyan Xatûn’un gölgesinde izleyerek deneyimledi.
Britanya, bölgede kurduğu manda devletinin sınırlarını sağlama aldıktan sonra bölgeden çekildi. Ama çekilmeden önce Êzidîlerin öncü mücadele pirleri Hemoyê Şero ve Dawûdê Dêwid’ü güçten düşürüp Suriye’ye sürgüne gönderdikten sonra Çol Beg ailesini Irak hükümetiyle anlaşmaya zorladı ama anlaşma uzun sürmedi. Britanya ve Meyan Xatûn arasında yapılan anlaşma Êzidîlere nispi birkaç imtiyaz hakkı tanımıştı ama Irak Merkezi Hükümeti bir yıl sonra anlaşmaya olan sadakatinden vazgeçerek, tekrardan yıkımla Êzidîlerin üzerine geldi. Çünkü Irak Merkezi Hükümeti 1934 yılında zorunlu askerlik yasasını çıkardı ve her Êzidînin evine askeri tebligat gönderdi. Ancak Êzidî cemaati bu yasaya karşı çıktı ve Êzidîlerin bu yasadan muaf tutulmalarını talep ederek tarihte ikinci kez vicdani ret girişiminde bulundular.
Bağdat Hükümeti yasayı yürürlüğe koymaya kararlıydı ve Eylül 1935’te Şengal’i tank ve toplarla işgal ettiklerinde Mîr daha iki yaşındaydı. Mîr Tehsîn Beg tanık olduğu haksızlık ve zulümlerle büyüyerek çelikleşti. Kavminin diğer neferleri gibi her şart altında Tanrı Yezdan’a olan umut ve inancını hiç yitirmeden hayata tutunacaktı ve hep de öyle yaptı. O da dedesi Mîr Elî Beg gibi bildiği yolda boyun eğmeden dik durmayı öğrenip mirlik mertebesine yükselmek için dünyanın birçok acısına katlanacaktı.
Êzidî tarihinin iman öncüsü ve büyük dava Mîri olarak anılan dedesi Mîr Elî Beg, dönemin en kudretli kadınlarından eşi Meyan Xatûn’la beraber 1892 yılında üç yıl boyunca Sivas’a sürgüne gönderilmişti. Sivas’ta yaşadığı sürgün hayatı ve orada çektiği sıla acısı Êzidîler arasında birçok hikaye ve ‘klama’ konu olmuş ve küçük Tehsîn bu hikayeleri birebir babaannesi Meyan Xatûn’dan dinleyerek büyümüştü. Bu hikayelerin sayesinde o zamanlar on binlerce Êzidînin Sivas’ta yaşadığını öğreniyoruz. Bütün hayatını halkına karşı yapılan saldırıları geri püskürtmekle geçiren ve Êzidî cemaatini bir arada tutmaya çalışan Mîr Elî Beg'in 1913 yılında Doskî aşiret reisi Safir ağanın, Baedrê’deki konağında misafir olduğu sırada yatağında ölü bulunması Êzidî tarih anlatısında beraberinde 100 yıllık bir kuşkulu ölüm vakasını ortaya çıkardı. Mîr, babaannesinin öğütleriyle büyüdü, çünkü ölüm evindeki misafirden de gelebilecek kadar onlara yakındı. Bütün bunlar hayatta kalmak için birer imtihandı ve bu acı hakikat hayat boyunca onun peşini bırakmadı.
Baedrê konağındaki ölümden sonra Mîr Elî Beg’in tahtına Tehsîn’in babası Seîd Beg geçmişti ama yaşı küçük olduğu için Mîrlik erkini filli olarak Meyan Xatûn yürüttü. Oysa Seîd Beg kendisi de babası Mîr Elî Beg gibi kuşkulu bir ölüme kurban gidecekti. Seîd Beg’in, 28 Temmuz 1944 tarihinde Musul’un Kevkeb El Şark Hoteli’ndeki ölümü, Mîrlik tahtının karanlıkta kalan başka bir perde arkası kesitini gösteriyordu. Babası Mîr Seîd Beg’in kuşkulu vefatından sonra, nenesi Meyan Xatûn’un dayatması sonucu Mîrlik tahtına oturan Mîr Tehsîn, o dönem daha gencecik bir sebiyandı. İç ve dış saldırıların boyutlarını, çevredeki entrikaları ve mirlik tahtının üzerindeki kavgaları babaannesi Meyan Xatûn’un öğütlerini alarak iradesi pekişti Mîr Tehsîn Beg’in. Mirlik kürsüsünde oturan Mîr Tehsîn olsa da, esasında perde arkasında yöneticilik yapan, yol ve yöntem gösteren Meyan Xatûn’dan başkası değildi.
Mir Tehsîn Beg, Eylül 1975 ayaklanmasına destek verdiği gerekçesiyle ana toprağından sürgün edildi ve 1976-1981 yılları arasında Britanya’da kaldığı dönemlerde dünyanın birçok yerinde diplomasi çalışmalarında bulundu. 1981’de çıkarılan genel af neticesinde Êzidî vatanına geri dönüp toplumsal meselelerin çözümü konusunda etkin bir aktör haline geldi. Hem içeride hem dışarıda Kürt prensliğinin son hanedanı, Mirlik kurumunun sembolü, Êzidîlerin içerideki kalesi ve dışarıdaki görünür yüzü oldu. Mîr Tehsîn Beg anadili olan Kürtçenin yanı sıra Arapça, Almanca ve İngilizce biliyordu.
Mîr Tehsîn Beg, bölgede bir türlü kabul görmeyen ve dünyada az dostu olan Êzidî cemaatine Mirlik ve önderlik yapan ender insanlardan biriydi. Tarihi hep ferman ve sürgünlere yazgılı bir kavmin Miri olmanın kolay olmadığını hem dedesinin hem babasının hem de halkının başına gelenlerden biliyordu. Kendisi de iki kez kıl payı ölümden kurtulmuş, suikastçıları boşa çıkarmıştı. Mütevazi kişiliği, hayattaki sıradanlığı, hüzün ve neşesi, soylu duruşu, aklı selim kararları, diplomatik kişiliği, sabır ve metanetle dengeler kurması ile cemaatine layık olmaya çalışan biriydi. Onun kaybının kolay kolay doldurulmayacak bir boşluk bırakacağı muhakkaktır. Êzidî inancına göre ölünün arkasından katiyen konuşulmaz ama o Êzidîlerin tek hakiki Miri ve Kürt prensliğin yaşayan son temsiliydi, ruhu şad, devri daim olsun.
*Êzidî Kültür Vakfı Başkanı